Yaşam Büfesinde “G.V.Z. Paşa”

“…Ekimden sonraki paşa: Kasımpaşa; arifeden sonraki paşa: Bayrampaşa ve inceden önceki paşa: g.v.z.paşa… Harika şeyler hayal etmek ve yaratmak marifet ve cesaret ister. Bence cesur; ancak artık marifet mafiş. Çoğu müşteri dikiz aynası gibidir. Son derece tutucu, sıkıcı ve hayal gücünden yoksundur; kendi aklından ne geçtiğini bilmez. Eğer müşteriler size sürekli yeni fikirler getiriyorsa ya onları işe alın veya kendinize yeni bir iş bulun…”

Herkes (satışçı, yönetici, vs.) önce iyi bir dinleyici olmalıdır; söylenmeyenleri de duymalıdır. Dinlediğini göstermeli, hissettirmelidir. Bunun için de soru sorma becerilerini geliştirmelidir.

Merhaba

Yaz sıcakları iyi bastırdı. Çeşme bile sıcak. Sadece bizim olduğumuz yerde hava serin. Çünkü bizim burası boğaz gibi ve Ege’nin sıcağında İstanbul’un serinliğini yansıtıyor. Bayrama az kaldı. Bu hafta Cuma hutbesinde fitre/zekat odağında yardım etmek vardı. Geçen haftanın ana mesajı “faiz” di; daha doğrusu “faiz haramdır; sakının” idi. Bugün ister doğrudan para alış verişi ister paranın yarattığı kanallardaki ticaret olsun hepsi faize ve faizin türevlerine dayalı. Banka bana kredi verir; benden %20 faiz alır. Banka bu krediyi vermek için mevduat toplar, benden para alır ve bana %10 faiz verir. Böylece derenin taşı ile ağaçtaki kuşu vuran banka arabuluculuk ederek havadan (!) %10 kazanır. Bu durumda bana verdiği %10 neden haram olsun ki ? Sistem böyle kurulmuş. Ben şimdi elimdeki parayı, tüccar değilsem, ticarete yatırmayacaksam bankaya meccanen mi vereyim de banka %20 mi kazansın ? İşte tam burada yine taşralı çocukluğumun hoyrat deyişlerinden biri geldi aklıma.

Soma’nın tozlu şose yolunun bir kenarında arkadaşımla oynuyorum. Elimizde sakızlardan çıkan futbolcu fotoğrafları (kartları var). Elimdeki futbolcu kartlarına bakarım ve karşımdakine derim ki “sana Turgay’ın veya Lefter’in fotoğrafını vereyim; ister misin ?”. Arkadaşım heyecanla cevap verir: “İsterim. Bedava mı ?”. İşte beklenen tepki, düştün mü kucağıma der çocuk duygularım ve “Pışşşt” der ve devam ederim: “Bedava olur mu ? Anan babana bedava vermiyor”. 

Çocukların bile diyalogunda her zaman alış/verişin karşılıklı bir bedeli varsa neden yetişkinler ellerindeki olanağı size, bir başkasına bedava versin ki. Mantıklı mı ?

Gaza gelen berber bedava traş etti; kahveci çayı bedava verdi. Ama şimdi hayvan terli; yemiyor. Bu tür önermelerin özellikle din ortamlarından gelmesi, bugünün koşullarında mantıklı gelmiyor. Bir başka mantıksızlık da cebimdeki 100$ ile ülkenin bu kaostan, krizden kurtulacağı inancı ile “bozdur” önerisi ki önce bunun için “Adam Adasından gelen/giden onca milyon doların bozdurulduğunu göreyim.” Böyle deyince zangoçtan şu yanıt geliyor: “Ses gelmiyor”. Bu fıkrayı sevgili Komiser Osman (Yalçın) anlatmıştı Enstitü yıllarımda (1970/85).

Zangoç çan kulesine çıkmış, temizlik yapıyormuş. Papaz mahzeni kontrol edince şarapların azaldığını görür ve zangoçun içtiğini anlar. Kuledeki zangoça sorar: “Mahzendeki şarapları kim içti ?”. Zangoç işine devam eder ve cevap vermez. Papaz sorusunu tekrarlar: “Şarapları sen mi içtin ?”. Zangoç yine cevap vermez. Papaz birkaç kere daha sorar ve vazgeçer. Zangoç aşağı inince yanına çağırır ve sorar: “Sana soru soruyorum. Neden cevap vermiyorsun ?”. Zangoç şaşkın bir ifadeyle “Papaz efendi, yukarıya ses gelmiyor ki”. Papaz “Hadi canım sende. Hiç öyle şey olur mu ? Ses gelmez olur mu ?” der. Zangoç “Gerçekten de ses gelmiyor papaz efendi. İsterseniz siz yukarı çıkın ben size sorayım, bakalım ses geliyor mu ?”. Papaz inanmaz ama yine de yukarı, çanın yanına çıkar. Zangoç aşağıdan bağırarak sorar: “Rahibeyi siz mi düdüklüyorsunuz papaz efendi ?”. Papazdan ses gelmez. Zangoç bir daha sorar. Papazdan yine cevap gelmez. Papaz aşağı iner ve zangoça dönüp “Haklıymışsın” der “Yukarı ses gelmiyormuş”.

Bu fıkrada olduğu gibi yukarı ses gelmiyorsa, köprüler, uzay uçakları, petrol kuyuları artık puan getirmiyorsa mantıklı olup olmaması önemli değil; cama kim yazdıysa kitaplı kahvehane açmayı marifet gibi söylersin. Nasıl olsa dilin kemiği yok; nasıl olsa damat aya yol yapıyoruz desek de inanırlar demişse… Salla gitsin. Maksat muhabbet olsun. Mantıklı mı ? Mantık çok mu önemli ?

Ortaokula gidiyordum (1958/59). Osman’la birlikte Fuar’da paraşüt kulesinin etrafından geziniyorduk. Yaz tatilinde yapacak işi olmayan iki gariban çocuğun avareliğinden başka bir şey değil. O sırada bir pırpır uçak geçti üstümüzden ve küçük şeritler attı. Hani ilk okulda okumaya yardımcı olsun diye verilen ve üzerinde: “Ali top at” yazılı okuma şeritleri gibi. Koştuk, Aldık bir kaç tane. Benim elimdekinde yazılı olanı hiç unutmadım. Aynen şöyle yazıyordu: “Bizim dinimiz akla mantığa uygun olduğu için mükemmeldir”. Çok doğru. Ne var ki bu mükemmelliği rayından çıkarmaya çalışanlar çok ve çeşit çeşit. Kimi cahil, kimi hain, kimi çıkarcı. Kimin ajan olduğu da meçhul. Kimi cübbeli, kimi fesli, kimin ağzının ayarı yok ve Yunan’ı tercih edecek kadar meczup, kimi kravatlı, kimi jetsky’e biner ve hemen hepsinin “kerameti kendinde menkul”. Bu ifade biraz kaliteli oldu. Belki de kiminin ne idüğü belirsiz demek doğru olur. İşte dünden yarına uzanan noktaları birleştirmeye çalışırken aklımla dalga geçen kimi önermelere bakınca güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum !

At/Eşek > Üsküdar/Niğde-Bor … Irk & Ölüm > Devam mı, Tamam mı ? İnşallah niyetini (!) gerçekleştirir ve Millet Bahçelerinde çay içip çimlerde yuvarlanmaktan öte kitap okuma hevesiyle kahveden Kıraathane’ye geçiş sağlanır…

İzmir’e gelmezden önce Soma’daki taşra yaşamımda (1945/1958) babamın işleri gereği başlangıçta çiftçi (tütüncü, zeytinci) daha sonraları da esnaf (kahveci ve köfteci) oğlu olarak geçti günlerim. Özellikle köfteci iken babam onun çırağıydım; yardımcısıydım. Kahveciliği hayal meyal hatırlarım. “Lonca” dediğimiz manavların bulunduğu, tezgahların sabit olduğu ve haftanın yedi günü açık olan bir meydanın doğu ucunda rahmetli  babamın kahvesi, batı ucunda rahmetli Lütfü amcamın kahvesi vardı. Amcamın kahvesi bizimkinden daha kaliteliydi. Hafif loştu. Müşterileri yaşlı ve kelli felliydi. Masa sandalye yanında kerevetler vardı. Kerevetler kahverengi ve deriydi. Amcamın özel bir masası vardı. Çünkü amcam aynı zamanda muhtardı. Babamdan daha okumuş olmalıydı (babam gece okulu mezunuydu). Amcamın kahvesi bence kahvehane değil “kıraathane” idi. Dün siyasi platforma “matah bir şeymiş” gibi düşen “kıraathane” sözcüğü beni aldı ve altmış yıl önceye, önce amcamın kahvesine götürdü. Anıların gücü beni orada bırakmadı ve tekrar ortaokul/lise yıllarıma geri getirdi. Bu yıllarda okula giderken doğrudan veya dolaylı olarak geçtiğim sokakları ve semtleri düşündüm. Bazen Basmane (Dönertaş/Tilkilik)den, çoklukla Çankaya (İki çeşmelik, Mezarlıkbaşı) dan ve ara sıra da Konak (Kemeraltı) tan okula gidiş/gelişimi anımsadım. Konak’ta, Kemeraltı’na girişinde, Vakıf Sebiline, Kemeraltı Karakoluna gelmeden önce sağ tarafta bir kıraathane vardı. Onun içini camdan seyretmekten keyif alırdım. Loş olurdu. Deri koltuklu sandalye ve divanları, kerevetleri vardı. İlerde bir kitaplık dikkatimi çekerdi. Kıraathane ve ellili, altmışlı yıllar… Ya şimdi ?

Yapma be kardeşim; bu devirde böylesi de olmaz ki ! Hani bir reklam vardı: “Pantolon uyduramadık, bari bir gömlek verelim”. Bunun gibi; “sana iş veremedik, sana iş bulamadık, sana iş yaratamadık. Kusura bakma. Gel bizim kahveye otur. Çaylar da bizden. Kitap oku (Hangi kitap ve ne işe yarayacak); ekmek elden su gölden ikiz bekle bu dölden”… Bu mu yani ? Dağ fare doğurdu. Ak hanım haklı. Şoför gerçekten yorgun. Muavin de terk etmiş. Artık dinlenmeye çekilmeli. Çok şükür ki emekliliği de hak etti. Birikimleri de yeter. Bu hırs nereye kadar. Ekonomi rayından çıkmış (zıvana). İlişkilerin çivisi çıkmış. Yoruldun be abicim. Artık yaratamıyorsun kıraathaneden başka öneri kalmadı mı torbanda, heybende… ?

Onaltı gün sonra tünelin ucundaki ışığın gün ışığı olacağı umuduyla sağlık ve esenlik dileklerimle.

Öykücü