Yaşam Büfesinde “Kanadalı Kader”

“…Ülkenin birinde her gün yüzlerce insan ölürken bir gün hiç insan ölmemeye başlamış. Ertesi gün de kimse ölmemiş. Daha sonraki günlerde de ölen olmamış. Bundan ilk şikayet edenler cenaze levazımatçıları olmuş. Çünkü müşterileri yok olmuş. Daha sonra hastaneler şikayet etmeye başlamış. Çünkü hastalar ölmüyormuş. Üçüncü sırada kliseler şikayetçi olmuşlar. Hoppala ! Neden ki ? Çünkü ölüm ortadan kalkınca insanların öbür dünyaya dayalı dayatmaları olan dine inançları kalmamış. Ölümsüzlük, inancı ortadan kaldırmış ve dincilerin satacak bir şeyleri kalmamış… Armutun yabanisine derdik biz “ahlat” ve hiç kimsenin aklına gelmezdi bakla tarlasındaki ahlatın yanına saray yapmak. Deli İbrahim de havuzdaki balıklara altın atarmış derlerdi bize bizim tarihimizi öğretirken ergenlik günlerimizde ve aklıma mukayyet olmaya çalışırken günümüz “Dirty Dozen” larını düşünüyorum…”

 

İlke ve Meg veda ziyaretine geldiler (Mavişehir/17.01.2019) ve Eray Abiden Şükrü ile Murat Beye uzanan Kanadalılarım 

Merhaba
Elimde kameram olsaydı bugün (18.01.2020) oğlum Ümit ’in heyecanla anlattıklarını kaydetmek isterdim. Bazen bir kıvılcım çakıyor ve sohbet günün konularından kitapların öğretilerine kayıyor. Camlı bölmeyi güneş yaz gibi ısıtıyordu. Önce iki kat üstümüzün yeni cam balkonuna öykünmek, tabanı rabıta ile kaplamak, gençliğimizdeki gibi odaları değiştirmek gibi yaşadığımız fiziksel ortamı iyileştirmeye dönük başladı sohbetin konusu. Ardından günlük rutinlerimizdeki “Programsız Yaşama”nın verdiği keyfe döndü. Biz yaşamdan gün almış yetmiş beşe dayanmış emekli ebeveynleriz. Büyük oğlumuz da Malçik’le mutlu mesut, keyfinden ödün vermeden yaşayan 54 yaşında genç bir emekli. Çok uluslu bir şirketin yurt dışındaki şirketlerinde stresli üst düzey yöneticilikten sonra İzmir’de kışın Karşıyaka, yazın Çeşme ve baharlarda da Kemalpaşa keyfi içinde ve içindeki çocuğu yaşatarak sürdürüyor günleri. Binlerce şükür; çünkü oğlu (torunum) Barış’ın Hollanda’daki başarılı üniversite yaşamı da onun keyfine gurur katıyor (bize de). Daha ne ister insan !
Programsız yaşam günlük rutinlerimizde bir karmaşa yaratıyor mu ? Hani “Kaosun içinde de bir düzen vardır” diyorlar ya işte öyle bir şey bizim programsız günlük yaşam dediğimiz de. Aslında uykuya gidiş ve yataktan kalkışın serbest saat olmasına rağmen gece yarısına doğru ile sabah gün ağarırken (Nezuş/ Namaz) ve bir saat sonrası (Musto / Keyif) bizim günümüzün sonu ve başı. Her neyse. Cam balkonda sohbette Ümit’in programında “Kitap Okuma” nın ağırlıklı olduğunu görüyorum. Dün bana da bir kitap almış. Adı “Gizli Öğreti / The Secret Doctrine / Bilim, Din ve Felsefenin Sentezi (H.P.Blavatsky)”. İlk bakışta tam bana göre dedim. Daha sonra dün iki saat boyunca kitaptan beni çekecek bir anahtar sözcük aradım başlayabilmek için. Bulamadım. Meraklandım. Konu başlıklarına göre sayfaları taradım. Bulamadım. Anlamadan da olsa birkaç sayfayı birkaç kez yinelemeli olarak okudum. Anlayamadım. İnat ettim. Mutlaka bana ilginç gelecek bir sözcük, bir deyim, bir konu başlığı, bir paragraf bulmak için devam ettim.

Bir yerindeki şu Latince deyişi sevdim: Vox Populi Vox Dei / Halkın Sözü Hakkın Sözü…Kısacası bu kitap bana ağır geldi tıpkı ellili yılların sonunda satın aldığım “Hissi Seyahat” kitabı gibi. Küçüktüm; çocuktum ve neden o kitabı satın almıştım ? neden yıllarca kitaplığımda özenle sakladım ? neden birkaç kez okumaya çalışıp da okuyamadım ya da okudum da bir şey anlamadım veya aklımda hiçbir şey kalmadı ? Son günlerde ellili yıllara gidip de anlamsızca bir kitabın anısına neden dalıyorum ? Daldıkça yoğunlaşıp sahaflarda bu kitabı arıyorum ? Bulunca neden almak için eyleme geçmiyorum ? İşte ellili yıllardaki “Hissi Seyahat” gibi Ümit’in hediye ettiği bu son kitap da ömrüm olursa anılarımda “nedenlerle” yer alacak gibi…
Ve ruhum yine günümüz “Dirty Dozen”larının etkisi altında “Vox Populi Vox Dei” sözlerine şu sözlerle isyan etti : “Hadi canım sen de…” Haksız da sayılmaz. Hak hukuk mu kaldı ülkede; bir mahkeme ömür boyu hapis veriyor, bir üst mahkeme ise beraat ve bunu gören kurul hakimleri dağıtıyor, hepsinin üstündeki ise “yapmayın ayıp oluyor” diyor. Bu zikzaklara üzüntüsünü ifade ediyor hem o hem de baş otorite. Ah bir de samimiyetlerine inanabilsem. Serdar’ın şarkısını anımsıyorum ve yine “dirty dozen“ı düşününce “binlercesi var” diyor iç sesim. Olan kime oluyor ? Binlerce insan sıraya girdi. Kanala ait çevre raporuna itiraz etti. İlgili bakan hiç birini görmedi ve rapor yangından mal kaçırır gibi kabul edilip süreç başlatıldı. Kim takar halkı ki; takmayanlar zaten haktan da korkmuyorlar bence. İşte bu nedenle “Kanadalı Kader” kolajıma hiç ilgisiz gibi görünen Hitler’le baş etmek için seçilmiş haydutlar, katiller, sabotajcılardan oluşan “Dirty Dozen” giriverdi. Neden “girdi” değil de “giriverdi” ?

Geçen yazımda “siga siga” demiştim ve bunu “yavaş yavaş” diye vermek istemiştim. Meğer “siga” sözcüğü aslında fiillerdeki kiplere, eklere verilen isimmiş. Şimdi buraya “siga” neden girdi derseniz, yukarıdaki paragrafın sonunda “Dirty Dozen” dan sonraki fiili nasıl kullandığıma bakınız. Orada “girdi” yerine “giriverdi” yazdım. Böylece girişi hızlandırmak, ya da kendiliğindenmiş gibi göstermek ya da girişi kolaylaştırmak gibi bir ek özelliği belirsizlikle araya sıkıştırmış oldum. Buna kimileri eyleme zarafet katmak olarak da yorumlayabilirler. Güneşin ısıttığı camlı balkonda paylaşılan sade kahvenin tadı damakta dururken bir tiyatro sahnesindeymiş gibi Ümit yazımın girişindeki öyküyü ayakta anlattı, Jose Saramago’nun kitabından alıntıyla. Ölümsüzlükle inanç yıkılmasın diye bugün hala kimi cehennemde yakmayan kefen satarak inancı sürdürüyorsa ülkemdeki nice modern “dirty dozen”lara bakıp da kahrolmamak elde değil. Öte yandan “cehennemde ateş yoktur; herkes kendi ateşini bu dünyadan kendisi götürür” sözüne dalıp gidince yine günüme dönüyorum ve neler görüyorum ?
Dün (17.01.2020) ben, yetmiş beşi doldurup da şükür ve şükranla güne başlarken Kanadalı iki genç konuğumuzun bizi ziyaret geleceğini öğrendim. Hemen arşivimden Kanadalı kayıtlarımı taradım. Önce görsel kaydı olmayan sevgili Eray abiyi düşündüm altmışlı yıllarda Kanada’ya giden kişi olarak. Ardından yedi yıl önce Antalya’da topladığım sınıf arkadaşlarımı düşündüm. Fakülteye girişimizin (1963) ve ilk beraberliğimizin üzerinden tam 5o yıl geçmişti 2013 yılında. Mezuniyet sonrası hiç görüşmediğim sınıf arkadaşım Şükrü tee Florida (Key West) dan gelmişti hem de damdan düşmenin kalıcı hasarlarıyla engelli olarak. Onun 25 yıl süren Kanada serüvenini düşündüm. Bir süredir internetten tanıdığım ve mesaj dolu kısa filmlerini beğenerek izlediğim Kanadalı Murat beyden kareler bulmaya çalıştım. Ve dördüncü Kanadalı olarak dün bize gelecek olan yeğenimin oğlu İlke ve Kanadalı eşi Meg’in 2016 yılındaki düğün karelerinden bir pasaj çekip aldım kayıtlarımdan. Bunların arasına Demet Akalın’ın “İki kere iki dört eder” müziğinden bir kesit ve bir de ruhumu isyan ettiren arsızların, hırsızların etkisiyle yıllar öncesinin “Dirty Dozen”dan bir kesit ekledim. Yetmedi. “Gizli Güzellik”ten “Sevgiyi aramak, Zaman kazanmak ve Ölümden uzaklaşmak”mesajlarına dikkat çeken görseliyle Will Smith’in hüzün dolu yüzü…Eskilerin deyimiyle ve aynı anlamı yineleyen söyleniş şekliyle “enva ı çeşit ( türlü çeşitli)” oldu bu 18 dakikalık montaj. İlk anda 6 dakikaydı. Daha sonra dünden kesitler eklenince üç kat uzadı. Bunu uzatmaktan amacım son görüntüleri ve tüm ana mesajı bugün Kanada’ya dönüş yoluna giren genç Kanadalılara blogumda erişilebilir kılmaktı. Bakalım aşağıdaki kısa tanıtımla, altmışlardan 2020 e uzanan süreçteki dört Kanadalıyı bir potada tek bir tatla buluşturabilecek miyim; yoksa salata kasesindeki gibi her biri kendi tadını koruyarak kalsa da damakta ya da anılar sepetinde yine de ortak bir tat bırakacak mı ?
Kanadalı Kader 1: Ottavalı Eray abi ( 60 lar )

Altmışlı yılların ortalarında ben henüz fakültede okurken ve ikinci sınıfta Nezuş’la evlenmişken kayın biraderim Nazım abinin (1942) iki kankası vardı: Kazım ve Eray abiler. Biri gerçek anlamda “kan kardeşi” idi. Üçü de İstanbul Üniversitesini bitirmişlerdi (İktisat ve Hukuk). Bunlardan Nazım abi önce Anadol fabrikası “Otosan”da finans analisti olarak göreve başlamış ve daha sonra Amerikan Bankası’ na transfer olmuştu. Sonrasında Nazım abi adı Dışbank’ta genel müdür yardımcısı olmuş ve emeklilik sonrası yeniden İzmir’e dönüp Tariş Bank’ta genel müdür olarak bankacılığa devam etmişti. Nazım abinin kankası Kâzım abi ise İzmir’in ünlü bir avukat ailesinin oğlu olarak kendi hukuk bürolarında vefat ettiği güne (02.12.2019) kadar eşi ile birlikte mesleğini hep İzmir’de sürdürmüştü. Eray abi mezun olduktan sonra Kanada’ya gitti. Yirmi yıldan daha uzun bir zaman önce Çeşme’ye geldiğinde Ottava’da yüksek mahkeme yargıcı olduğunu öğrenmiştik. Şimdilerde emeklilik sonrası sanırım hala Kanada’da. Ona ait hiçbir görsel kaydım yok. Eray abi için vermek istediğim mesaj: “Kanadalı Kader” çerçevemde bir “Başarı Öyküsü”dür. Ancak onu başarıya ulaştıran ustalık yolundaki başarısızlık deneyimlerinin neler olduğunu ve başarısının bileşenlerini bilmiyorum.
Kanadalı Kader 2: Montrealli Şükrü ( 70 ler)

Beş yıllık fakülte yaşamımızda (1963/68) hep Şükrü’ye imrenirdik: “Helal olsun Şükrü’ye her yaz Fransa’ya tatile gidiyor” diye. Meğer yokluktan, çaresizlikten Fransa’ya gidiyormuş. Bu nasıl iştir ? diye soracak olursanız Şükrü’nün çok iyi Fransızcası vardı ve meğer Fransız Kültür Merkezi’nin müdürü yaz tatilini Türkiye’de geçirme sıkıntısı çeken (Muğla’daki sıkıntılı aile yaşamından yatılı lise sürecinden sonra tamamen ve zorunlu olan koptuğu için) Şükrü’ye özellikle yardımcı oluyormuş. Onu Fransa’ya gönderiyormuş. Yazın Fransa’da hem çalışıp hem de okulun açılmasına kadar günlerini bir çatı altında geçiriyormuş. Beraberliğimizin ellinci yılında Antalya’da buluştuğumuzda düzenlediğim “Konuşma Halkası”nda çerçeve, “Let us your story /Bize öykünü anlat” idi. Herkese “Elli yıl size ne öğretti ?” diye sormuştum “Konuşma Halkası”nın ortasında fır dönerken. O güne ait video kayıtlarımı bulamadım. Beş yıl sonra 2018 de Kuşadası buluşmamıza gelen Şükrü’nün sözlerinden bir pasajı yazımın ekindeki kolaja ekledim. Yıllar sonra “Sam’leşen Şükrü’nün Öyküsü”nden bir pasajla öğrendim Kanada (Montreal) da geçen 25 yıla ait serüvenin can yakan mesajlarını. Mezuniyet sonrası Türkiye’de askerlik dahil dört yıl mesleğini yapan Şükrü Kanada’ya gitmeye karar verir. Cebindeki para ancak Fransa’nın Lyon şehrine kadar götürür Şükrü’yü. Orada bağlarda ırgatlık yaparak 250 $ kazanır ve bu kadar parayla Kanada’ya kapağı atar 1972 yılının soğuk bir Şubat gününde. Bakkallık dahil pek çok iş yapar 25 yılda. Ömrü çoklukla karavanda geçer; asgari geçim koşullarında. Yirmi beş yıl sonra Kanada vatandaşlığını kazanır ve yeni milenyumun ilk yıllarında daha sıcak sulara gitmeye karar verip Florida’ya gelir. Bir iş kazası geçirir. Artık bizim Şükrü, Sam olarak bastonla yaşama devam eden bir engellidir ve Amerikalı Vanessa hanım yeşil kart almada şansı olur. Bugün Key West’te yaşayan Şükrü, iki yıl önce de buluşmamıza katılmak üzere Kuşadası’na gelmişti. O buluşmanın “Sohbet Gecesi”nde söylediklerini yazımın ekindeki kolaja koydum özellikle. Yaşlılıkla ilgili dört değer kaybına esprili yaklaşımı da belleğimizde yer etmişti (simaları unutmak/gözlerin zayıflaması; isimleri unutmak / belleğin zayıflaması; fermuarı kapatmayı unutmak / gereksinim sonrası kapatmayı unutmak; fermuarı açmayı unutmak / azalan fiziksel zevkler). Sözün özü; Şükrü’nün Kanada serüveni bence bir “Başarısızlık Öyküsü”dür ve yine de mutludur Şükrü…
Kanadalı Kader 3: Vancouverli İlke (2010 lar)

Musto Dede’nin “Çok güzel bir günde geldiniz. Çünkü bugün benim doğum günüm ve siz de bana doğum günü hediyesi oldunuz” sözlerinden sonra Kanadalılar filmi yapmaya çalıştığını anlatırken “Dirty Dozen” neden araya giriyor ? diye merak etmeyecek misiniz ? İlk yanıtım “Hiç aklımdan çıkmıyor ki !” (yıllar önce bu sözler Çokomilk reklamında geçiyordu). Bu soruma merakla yanıt vermeye çalışırsanız lütfen dikkatli olunuz. Bizim haylaz gençliğimizin laf çakma örneği olan “havuzun etrafında dolaşan at havuza düşerse onu havuzdan nasıl çıkarırsınız ?” fıkrasının sonundaki can sıkan yanıtı bilir misiniz ? Bu fıkrayı ne zaman anlatsam “Küsmece yok ama !” diye uyarırım. Bugün ülkemde kravatlarla ekranlarda boy gösteren sayısı belirsiz nice “dirty people / community” yok mu ? Öğrenme ve ustalık yolculuklarımda kendi söylediğim “Ignore negatives / Olumsuzu görmezden gel...” sözlerine inanıyorsam silkinip kendime gelmeliyim ve “Kanadalı Kader”e dönmeliyim. Kanadalı Meg’in Vancouver’da “Şehir Çiftliği” varken ülkemde “Ali Babanın Çiftliğinde kırk haramiler (Dirty Dozen)” yaşıyorsa varlık içinde yokluğu yok saymak kolay mı ? Dr.Ayşe Sucu’nun bir yazısında tanımladığı “Gerçek Türü (….. Truth)”nü anımsıyorum; “Ucu bir yerde gerçeğe bağlanan yalanlar kümesi”ne İngilizce ne dendiğini şimdi anımsamıyorum…
Yalanlar; yalancılar ve utanmazlarla esir alındığımız sosyal medyanın etkisinden kurtulmak için çabaladım. Olmadı. Kurtaramadım kendimi “dirty dozen” lardan ve yeter artık diyerek tekrar dört örneğime döneyim. Toparlarsam; altmışlı yıllardaki Eray abinin (Ottava’da yargıç)ın başarı; yetmişli yıllarda Şükrü (Montreal’de serbest meslek) başarısızlık; doksanlı yıllarda (!) Murat beyin (Toronto’da global danışmanlık) ın başarı / başarısızlık > (benim için net değil, belirsizlik) ve iki bin onlu yıllarda İlke&Meg’in öyküsünün başarısının bileşenleriyle dörtlünün potasına geleyim.
İki binli yılların ilk on yılını geride bırakırken İlke Spor Yüksek okulunun bahar gezisinden dönerken bir trafik kazası yaşar. Bu kazada otobüsün altında yaralı yatarken yanı başında arkadaşı ölür. İlke de ciddi şekilde yaralanır. Kalıcı hasarlara ek olarak psikolojik olarak da etkilenir. O sırada “Kanadalı kader” karşısına Kanada’dan Türkiye’ye eğitim için gelen Meg çıkar. Birbirlerini severler. Aileler de bu sevgiye katılır. Türkiye’de nişan yapılır. Kanadalı aile “maaile” olarak Türkiye’ye gelir. Birbirlerini severler. Meg, İlke’yi Kanada’ya götürür. Dört yıl önce ailecek tekrar Türkiye’ye gelirler ve keyifli bir düğün yapılır (2016). Kolajıma bu düğünden ailemden bir bölümü de gösteren bir kare ekledim. Kanada’da ilk günler nasıl geçti; ne tür zorluklar yaşandı ? bilmiyorum. Ancak bildiğim İlke’nin Kanada’ya gidişinde onu barındıran Meg gibi bir eşi ve Meg’in ailesi vardı ve bence bu en büyük şanstı “Kanadalı Kader”in yazgısında. Önce bir adada başladı yaşamları ve tarımsal üretimle geçimlerini sağlarken. Ardından İlke deniz uçaklarının pilotu olmak için uzun soluklu bir öğrenme yolculuğuna çıktı. Başardı. İlke şimdi pilot ve hava yolu şirketinin sağladığı olanaklarla yılda birkaç kez Kanada-Türkiye seferi yapabiliyor tatil amaçlı. Güzel olan bir diğer konu da dünyayı dolaşmalarıydı evlilik öncesinde. Sırtlarındaki seyahat çantası ile Avrupa’dan Hindistan’a hemen her yeri gezdiler ve sonra evlenip yerleşik yaşama geçtiler. Üstelik bunu yaparken ceplerinde öyle çok paraları da yoktu. Mart ayında bebek beklerken dün bize geldiler veda ziyareti yapmak için. Yolları açık ve aydınlık olsun. Bakarsın bir gün biz de Kanada’ya gideriz onların “Kanadalı Kader”lerini yerinde görmek için.
Kanadalı Kader 4: Torontolu Murat Bey ( 90lar )

Geçen yılın ortalarında sosyal medyadaki arayışlarımın odağında MAME Dörtlüsü vardı: Murat (Muratoğlu) Atilla (Yeşilada) Memduh (Bayraktaroğlu) ve Erol (Mütercimler). Bunlarla ekonomik ve siyasi gelişmelerin güncel algılarını Youtube videolarıyla duyup görmeye çalışıyordum. Nasıl olduysa bu dörtlünün arasına ikinci bir Murat daha girdi: Murat Cem Mekik (MCM). Neden ilgi alanımdan odak noktama düştü Bay Mekik ?
Öncelikle kısa videolarındaki ana mesajların işleniş tarzından ve görsele yansıyan sözlerinden ve söylenişinden. Sonra seçtiği mesajların felsefik olarak çerçevelendirilmesinden etkilendim. Kendisini tanıtan web sayfasının başında yer alan “Comfort Zone” için “Rahatlık alanı güzel ama orada hiçbir şey yetişmez” cümlesini sevdim. Hani “Başarı Formülümün 2P” si için hep yinelediğim “İnat ve Israr; Sabır ve Sebat” için tek bir sözcüğe ulaşıp da “Tutku (Passion)” diyorum ya; hani küçük oğlum Kerem’in “Fark Yaratan Şirketler” panelinin kapanış değerlendirmesindeki sözlerini “hiçbir emek boşa gitmez ve emeksiz yemek olmaz” sözlerini tutku ile birleştirip de “Tutkunun eza cefa içerdiğini” hep hep vurguluyorum ya işte bu nedenle yakın buldum Murat beyi kendime. Yaşına baktım; büyük oğlum Ümit’ten dört yaş büyük olduğunu gördüm. Kariyer yolculuklarına baktım; Viyana’da doğması, ebeveynlerinin seçkin (diplomat ve finansçı) olması, yurt dışı okullarda okuması ve buna karşın üniversite yaşamının ODTÜ olması hep beni etkileyen konular oldu. Toronto’dan yaptığı video kayıtlarının mesajlarını daha çok sevdim. Birkaç örnek vereyim: Mahrem, Medeniyet, Akıbet, Epistemoloji, Komşu tavuk, Kara Değer, Liyakat, Ninni vb ve ne olduysa…
Ekim-Aralık 2019 arasında Kanada yaşamında ne olduysa Ocak 2020 de Ankara’ya döndü. Kanımca bu bir kesin dönüş. Bugün herkesin ülkemdeki “Dirty Dozen” lardan tiksinerek yurt dışına kaçmaya çalıştığı koşullarda ne oldu da Murat bey Türkiye’ye döndü. Görsellerinin bir yerinde, hüzünlü ve biraz da kırgın bir ifadeyle “ailesel nedenle” dese de umuyorum ki ciddi bir sağlık sorunu yoktur. Bu umuduma “inşallah” derken sanki ülkemde sağlık sorunlarını çözen daha iyi olanaklar varmış gibi görünüyor ve bunu yeniden okuyunca yüzümde bir “istihza” oluştuğunu hissediyorum. Bu arada “İstenmeyen” ve “son beş dakika” görsellerinin başlıklarına bakınca Murat bey için “Kanadalı Kader” için olumlu / olumsuz ne düşündüğümü netleştiremiyorum. Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunun açık ve aydınlık olmasını, huzurlu günlerde henüz daha çok genç olduğu Yaşam Gölünde keyifli kulaçları olsun.
Sözün özü; yetmiş beşi tamamladığım yıllar için “Kanadalı Kader”in anılarımda yer alan Ottavalı Eray abili, Montrealli Şükrü’lü, Vancouverli İlke ve Meg’li ve Torontolu Murat beyli anılarımın ışığında C13 için BE AID’leşen ABİDE’m için selam ve sevgilerimle daha bir fazla şükür ve şükran doluyum. Allah sizlere de benzerlerini nasip etsin.
Öykücü