“…Elindeki tavada dumanı tüten menemenle koridorda korkuyla bağırıyordu “Bunların hepsi pxsht…” diyerek elindeki bir parça ekmekle arkasından koşan mühendislerden kaçmaya çalışıyordu…”
Herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini / Herkes biliyor, dövüşün hileli olduğunu / Fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir / Hep böyle gider / Herkes biliyor…/ Herkes biliyor, geminin su aldığını / Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini (L.Cohen)
Merhaba
Nerden nereye ? Hiç ilgisiz iki olay birbirini tetikledi. İlki yerel seçimlerin arifesinde davul zurnayla tur atanların WhatsApp mesajıydı ve “Biz bir aileyiz” ana mesajdı. Özel sektörde de çok duydum ben bu “Biz bir aileyiz” sözünü ve ne zaman duysam ürperirim. Çünkü bunu söyleyen otorite her zaman “Baba” oluyordu ve anamızı bellerken bizi çocukları gibi görüp teselli etmeye çalışıyordu.
İki gün önce yazımın girişindeki mavili mesajı alınca ben de ekran görüntüsü alıp iki yıldır sürdürüp de çözüm göremediğin bir konuyu yeniden gündeme getirdim. İki yılda pek çok kez fotoğraflı ve hatta resmen kayda girmiş dilekçeyle ilettiğim konuda elektronik yanıt sisteminin “sizi kayda aldık” mesajından öteye bir adım gitmedi iletişimimiz. Ben yine de şansımı denemek istedim:
“…Merhaba Başkan. Sözler ve niyetler iyi güzel de defalarca yazdık fotoğraflar gönderdik ve hatta resmen dilekçeyle başvurduk ama HEYHAT! Bizim evin önündeki bina enkazını kaldırmadınız iki yıldır. Aslında kaldırılmayacak; molozlar atılmayacak. Burası çukur bir yer. Çözüm çok basit. Bir iş makinası gelip düzeltecek; üstüne iki kamyon toprak atılacak ve hem çevre kirliliği kalkacak hem de mükemmel bir park olacak. Çok yazık. Biz yazlıkçı değiliz. Marta kadar biter inşallah. Hiç bir zaman geç değildir. Selamlar. Doç.Dr.Mustafa Copcu ( TC 232XX382XXX) Yalı Mahallesi 6304 Sokak No 3 ; 0530 373 2761 ; mustafa@copcu.com; www.copcu.com…”
Ve gelen şu kısa yanıtla umutlandım: “mustafa bey efendim fotoğraf rica edebilir miyiz ?” Hemen gönderdim. Daha önce de göndermiştim; hem de bir kaç kez…
Ve şu mesajı da ekledim: Verdiğim dilekçenin bilgileri Mustafa Copcu (TC2321XX82XXX) 6304 Sokak No 3 Yalı mahallesi. Bana göre iki yıldır ilettiğim bu mesajlardan biri Başkana ulaşsaydı şu ana kadar bu sorun çoktan çözülürdü. Sağlık olsun. Nasip olursa Mart ayını da görürüz. Anlayana sivrisinek saz anlamayana… ( Perşembe günü davul zurnayla tur atıyordu Başkan…)
Beni “Umutsuz Vak’a” ya yönelten ilk olgu iki yıldır süren sonuçsuz mesajlardı. Yaşadığım şehirde böyle de ülkenin genelinde farklı mı ? “Vicdan” arayan vicdansızlar (Hatay’daki depremzedelerin de oturduğu bakanlık evlerinin kirasını “Dokuz Kat” artıran otorite), neden biz bir zamanlar Vicdan‘ı Kemer’de tren yolunun kenarındaki keçi pazarında arıyorduk ki…! Yok aslında birbirlerinden farkı ve bu iş parti meselesi değil. Tıpkı iri yarı boksörün cılız, çelimsiz adamı elinden tutup da karakola getirmesi ve “Bu adam beni dövdü” diye şikayet etmesi gibi. Anlamlı bir ana mesajı vardır daha önce yazdığım bu kısa fıkranın. Bir kez daha yazayım:
“İri yarı adam karakoldan içeri girer ve yanındaki adamı gösterip “Ben bu adamdan şikayetçiyim; beni dövdü” der. Polis bir şikayetçi adama bakar bir de yanındaki adama. Şikayet eden adam diğerinin iki katıdır. Yanındaki adamın onu dövmesi olanaklı görünmez gözüne ve gayr-i ihtiyarî (iç güdüsel olarak) sorar: “Bu çelimsiz adam seni nasıl döver, sen niye ona vurmadın ya da en azından kendini korumadın ?”. Adam gayet sakin cevap verir: “Ben boksörüm; parasız dövüşmem !”
Aynı bunun gibi; çevreme bakıyorum ve yollara döşenen taşları gördükçe yüreğim kabarıyor. Olmadık yerlere, yürünmeyen yollara tıpkı geçilmeyen köprülerde ödenen paralar gibi para harcanıyor önceliklendirilerek. Üç gün sonra su borusu patlıyor; taşlar sökülüyor. Bir yıl geçse kimse gelip onarmıyor. Ardından yol tümden sökülüyor; su boruları yenileniyor ve tekrar taş döşeniyor. Sözde ölçüp biçiliyor ve örneğin bin taş gerekiyorsa bir yol için ne kadar getiriyorlarsa yüzlerce taş atılıp katılıyor. Bir taş kim bilir kaça mal oluyor ve belediyeye kaça satılıyor ? Bence ihaleyi alanın da; işi kabul edip onaylayanın da özellikle “maliyet” açısından duyarlılığı ve hatta yeterliliği kuşkulu… İşin bu tarafı önemli değil; önemli olan “Yolu Taşlamak” ve “Karşılıklı Çıkar” ilişkisi içinde bu kaynak tüketimi yıllarca sürerken hiç bir otorite de “Müjde size kanalizasyon sistemini getiriyorum” diyemiyor. Bırak “getiriyorum”un şimdiki zaman müjdesini “getireceğim“in “cek cak”ını bile diyemiyor. Çünkü kanalizasyon sisteminde “Sürdürülebilir Karşılıklı Çıkar Dengesi” yok. Böyle bir durumda bir araya gelen karar verici topluluğunun “Bugün bana, yarın sana” yaklaşımıyla “parmaktaki balı yalamaktan vaz geçmeleri pek olanaklı değil“. Şöyle bir bakıyorum da 1986 dan 2023 e otuz yedi yıldır oturduğumuz ve ellerimizle inşa ettiğimiz önce yazlık şimdi “yerleşim” yerimiz olan evimizde vidanjörcülere mihnetle, kamyonların gürültüsünü çekmekle ve gittikçe artan sivrisineklerin vızıltısı içinde ısırılmakla (ya da sokulmakla) sürüyor yaşamımız. Nisan 2024 e ulaştığımızda ne değişecek ? Hiç bir şey. Eski tas, eski hamam; belki h(n)atır değişir… Gördüğüm odur ki “Umutsuz Vak’a“…
Peki ya koridordaki adam neden korkuyordu ? Neden kaçıyordu ? Neden “Bunların hepsi pxsht !” diye feryat ediyordu kaçarken ?
Bu yazacağım gerçektir; ayniyle vakidir. Diyarbakır’da geçmektedir. Yetmişli yıllarda bizzat benim de rüyalarıma giren korkulu bir bekleyiştir Diyarbakır’a geçici görevle gitmek ? Diyarbakır’da “Başkanlık” vardır; tıpkı İzmir’de, Ankara ve Adana’da olduğu gibi. Burada sözünü ettiğim “Başkanlık” sizin genelde anladığınız gibi bir “Başkanlık” düzeni değildir. İşte tam bu cümleyi yazarken, sözcüklerin arka planında kalıp da dile düşmeyene dalıp “Ormandaki Yangını” anımsıyorum. Daldan dala geçse de yazım sabrınıza güveniyorum.
“…Ormanda yangın çıkmıştır. Hayvanlar panik halinde çıkış kapısına koşarlar. Kapı dardır. Sıkışırlar. Kavga gürültü başlar. Ormanlar kralı aslan bağırır: “Herkes alfabetik sırayla çıksın !“. Sözü bittiği anda bit en öne geçip çıkışa yönelir. Aslan “Hooop !” der “Sen bit değil misin ?“. Bu uyarısıyla bitten önce arı, aslan, at ve ayı çıkacaktır alfabetik sıraya göre. Bit gayet sakin bir şekilde yanıtlar “Evet, bitim; ama senin bildiğin bitlerden değil”...!
İşte bunun gibi Zirai Mücadele ve Zirai Karantina Genel Müdürlüğü’nün her Enstitü (Bölge Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü) bölgesinde birer Zirai Mücadele ve Zirai Karantina Bölge Başkanlığı vardır. Bunlardan birisi de Diyarbakır’dadır. Seksenli yılların başlarında Diyarbakır Başkanı rahmetli Ziraat Yüksek Mühendisi İsmet Uğur (EZM67İU)’dur. Aslen Denizlili olan meslektaşım İsmet bey daha sonra benim gibi kamudan ayrılır ve Ciba-Geigy‘nin önce Adana Bölge Müdürü; daha sonra da Satış Müdürü olur. İsmet beyle uzun yıllar birlikte çalıştık. Sözünü ettiğimiz olay dediğim gibi aynıyla vakidir ve İsmet bey tarafından anlatılmıştır. Anlatayım…
Yaz gelince Zirai Mücadele Enstitülerinde, Başkanlık ve İl Müdürlüklerinde “Hububat” ile ilgili (ve hatta ilgisiz) meslektaşlarımı bir “Seferberlik Korkusu” sarar. Sadece meslektaşlarımı değil yardımcı personel de (örneğin şoförler ve resmi araçları) bu korku içine girer. Çünkü genel müdürlüğün çıkardığı bir emirle her bölgeden “Buğdayda Süne Mücadelesi Acil Yardım Ekipleri” Diyarbakır’a gider; bir ayı aşkın geçici görevle. Bu gidiş hani sahil kenarlarında olur ya “Havacılar Kampı” ya da “4K Tesisi”nde tatil gibi değildir. Hem yeme ve barınmada az-çok mahrumiyet vardır ve hem de sahada çalışma koşulları zorludur. Şimdi gelelim öykümüze…
Yeni bir ekip Diyarbakır’da misafirhaneye gelmiştir. İsmet bey, misafirhaneden sorumlu hizmetliyi çağırır ve onu uyarır: “İzmir ekibine dikkat et. Seni yakalarlarsa becerirler !”. Aslında bu bir şakadır. Hizmetli de biraz saftır. Bu uyarıyla şartlanmış olan hizmetli, akşam üzeri kendisi için yaptığı menemeni dumanı tüten tavada odasına götürmek için koridordan geçmektedir. Bunu gören İzmir ekibinden birisi elinde bir parça ekmekle koridora çıkar ve hizmetlinin arkasından “Dur, bi kere bandırayım !” diye seslenir. Hizmetli yanlış anlar; korkar ve koşmaya başlar. Bu sırada İzmir ekibinden biri daha koridora çıkıp “Ben de bandırayım” deyince hizmetli feryat ederek topukları yağlar ve aynen şöyle bağırmaktadır: “Bunların hepsi pxsht !“…
Şimdi düşünüyorum, bakıyorum, görüyorum ve anlıyorum ki “Bunların hepsi pxsht (mu) !“. Kimi güzellik satışları maskesinde şımarıkça pxshtlaşmış; kimisi turnayı gözünden vurucam derken zokayı yutup hava alanında “Kurtar bizi baba !” yalvarışına girmiş… Ülkemin yedibinbeşyüzlükleri açlık sınırı altında inlerken ar damarı çatlamış bu utanmazlara hâlâ prim veriliyor görünmesi ruhumu sıkarken içimdeki isyan aynı Diyarbakırlı hizmetlinin feryadı gibi: “Bunların hepsi pxsht (mu)“… Peki, nereye kadar ? Nisan sonuçları neyi değiştirecek ? Umutsuz vak’a mı ? Dün gece bir dizi seyrettim ve elime kağıdı kalemi aldım…
Mezbahadaki Özel İnek
Disney+’ da kasım ayında yayıma giren bir dizinin sekiz bölümlük ilk sezonunu birkaç günde bitirdim (Culprits / Suçlular). Sevdiğim bir tür değildi dizi ama her nedense son bölümüne kadar izledim. Yedinci bölümde “Mezbaha” öyküsünü sevdim; defterime yazdım. Zihnimin edepsin bölümü nasıl becerdiyse ülkemdeki güncel gidişatla özdeşleştirdi şu şekilde anlatılanı.:
“…Mezbahalarda işçilerin hep baktığı bir inek vardır. Asla kesmedikleri bir inek. Ve onu, diğer inekleri kesimhaneye giden yokuştan aşağıya indirmekte kullanırlar. Diğer ineklerin önünde keyifle inen ineği gören diğer inekler direnmeden mezbahaya inerler. Diğer inekler o ineğin kendilerinden biri olduğunu düşünerek bu hain ineği takip ederler. Özgürce, skince, memnuniyetle takip edip ölüme giderler…”
Bu anlatımda “İnek” yerine “Öküz” olsa daha iyi olurdu. Çünkü kesilen sığırlar daha çok erkektir, yani “Öküz”. Melül melül bakan ve süt veren inekler kesilmez genelinde. İneğe sormuşlar: “Neden melül melül bakıyorsun ?”. Yanıtını vermeyeyim. Bilen, bilir. Sorular “niyeti”, yanıtlar ise “zihniyeti” yansıtır. Yazımda bir fıkra varsa zihniyetim çoklukla edepsizdir. Bu nedenle bilinen yanıtı yazılmadan anlaşılır kalsın. Gözümü diziden uzaklaştırdım. Ülkemi düşünmeye başladım. Kuşadası’nda kervansarayı olan Öküz Mehmet Paşa’yı anımsadım.
Çayırda kurulmuş olan hümayun çadırında “Divan” için padişahı beklerken vezirler kendi aralarında sohbet etmektedirler. O sırada çayırda otlamakta olan öküzün birisi çadırın açık yerinden kafasını uzatır. Vezirler çadırdaki Öküz Mehmet Paşa’ya dönüp “Bak paşa arkadaşın seni arıyor !” derler. Mehmet Paşa istifini bozmadan yanıtlar : “Doğru” der “Bana soruyor o eşeklerin arasında ne aradığımı ?“.
Bak şimdi, benim bu edepsiz zihnim o gruba dönüp de “Bunların hepsi pxsht” demiyor. Nedenkine (böyle bir sözcük olmasa bile ben sevdim) ? Öte yandan zamanın behrinde “Yıldız” ya da “Burun” demek yasaklıymış ki bu fıkrada “Öküzle Eşek” bir araya gelince korkmalı mı ? Hayır. Asıl korku ıssız adada tek başlarına kalan “Aslanla Eşek” ten korkmalı ve esas olarak da aslan kendisine “Sen aslansın” diyenlerden korkmalı…
Lise yıllarımda, özellike lise ikinci sınıfta rahmetli babam da beni “Eşekle Tehdit” ederdi:
Sözün özü; Aralık ayında bahar gibi bir hava var Çeşme’de. Kâh yağmurlu, kâh güneşli ve tertemiz bir hava. Ruhuma gelince, sormayın gitsin ! Karamsar. Uçurumdan karamsar. Kaos eşiğinde yürümekten karamsar. Kemal ya da Özgür, Ekrem ya da Tunç, bir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğundan karamsar. Nisanda tünelin ucundaki ışığın tren mi yoksa güneş mi olduğunun bilinmezliğinden karamsar… Üç senaryo çizerdik yarına ait projeksiyonları sabitlerken özel sektörde: Optimistik (iyimser), Pesimistik (kötümser) ve Realistik (gerçekçi). Her biri için de “Pazarın Dinamikleri“ni netleştirmeye çalışırdık (ya da uydururduk). Peki ya bugün…! Hiçbir iyimser senaryo çizmiyor körelen aklım. Ülkemin “preapril”iyle “postapril”i arasında ne değişecek ? Bir özlü ve öküzlü sözle yazımı bitireyim:
“Kork aprilin beşinden, öküzü ayırır eşinden”
Kalın sağlıcakla…
Öykücü