Yaşam Büfesinde “Yola Devam”

“…Pazar Keyfi”, pazar aynı pazar da; keyif mi kaldı ?…; Çeşme’de bu pazar ve aylar sonrasının ilk yağmurunda “Beyaz Balina” nın tetikledikleri (05.03.2023);…Buca Cezaevi savcısına komser Şerafettin neden yalvarıyordu ?“Eti senin kemiği benim”di bir zamanlar (MC/1952) ve bugünlerde karkas et 150TL ;…Yağmuru sevdiğini söylüyorsun; yağmur yağınca şemsiye açıyorsun. Güneşi sevdiğini söylüyorsun; güneş çıkınca gölgeye kaçıyorsun. Beni sevdiğini söylemenden korkuyorum…; when it rains, it pours;… Ateşe uçan serçenin gagasında ne vardı ?;… Zındık ve Zebani’yi tanımakla kahrolurken bir de Zangoç çıktı sahneye;… Kaynatsan da şeker olmayan katran ve uslanmaz hatun (kişi niyetine);“Bitch”in “Slut” tan farkını bulmaya çalışıyorum;Konuşmanın şehvetini kontrol edemeyen edepsiz, mızıkçı Truva Atı;… Körlerin fil tanımıyla ikinci tura kalan iki kişi arasındaki seçimde hangisi sıtma hangisi ölüm ayırdına varmada RG ile CK netliği farkı;…”

Kader mi ? Elli yıl önceden (~1973) bir kutlama karesindeki beşlinin solcu gazeteci Bülo’sunun 12 Eylül ardıllarında dokuz yıl sonra hapse düşeceğini kim bilebilirdi ! Uzunca bir süre pazar filmlerinden mahrum olup Buca yollarına düşeceğimi de düşünmezdim ve 2023 de konuşmanın şehvetini kontrol edemediğini görünce “Bitch” ile “Slut” arasında fark var mı diye kendimi sorguluyorum…

Merhaba

Yazımın girişindeki renk cümbüşünden aklımdaki karmaşayı anlamak kolay (05.03.2023 Pazar)… Bir yanda günlerdir, aylardır yağmayan yağmura şükür ve şükranla bakarken diğer taraftan “Pazar Keyfi“ni düşünüyorum. Keyif mi kaldı ortada ? Keyif çatacak yürek mi kaldı bedende ? Biz taşralı çocukken “keyfim kaçtı” dediğimizde gün görmüş yaşlılar (!) “keyif eşekte olur” derlerdi. Ne demek istiyorlardı acep ? Keyiften ne anlıyorlardı ? Eksikliğini hissettiğimiz şeyin ne olduğunu ne onlar ne de biz biliyorduk. Bilmiyorduk. Keyif arıyorduk; ama aradığımızın ne olduğunu bilmiyorduk.

Pazar Keyfi ve TRT2

Pandemi nedeniyle Çeşme’de yerleşik yaşama başlayınca özellikle pazar günlerimizi gençliğimizde özlediğimiz pazarlar gibi yaşamaya çalışıyorduk. Sabah kahvaltımızı azıcık da olsa zenginleştiriyorduk (örneğin haftanın altı günü şekerli ürünleri soframızdan uzak tutarken pazar günleri sofraya bal koyuyorduk). Saat on olunca TRT2 de klasikleşmiş kovboy filmi izliyorduk. Vakti zamanında tek kanallı televizyon yıllarında bile pazar sabahları aynı saatlerde kovboy filmi vardı. Devlet memuru olduğum yıllarda (1970/85) tatilin evde oturmak demek olduğu koşullarda pazar sabahları kovboy filmiyle kahvaltı etmek bir lükstü bizim için. Özellikle 12 Eylülün ardılları sürerken iki yılı aşkın pazar sabahları, tam da film saatinde evden ayrılmak zorunda kalıyordum. Neden mi ? Nedenini “when it rains, it pours / felaket tekil gelmez” paragrafında açıklayacağım.

Beyaz Balina

Bugün Çeşme’de özlediğimiz yağmur vardı; yağmur yağdı. Hafiften, sicim gibi yağdı. Ben yazarken yağmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu nedenle şemsiye açmadan bahçeye çıkıp çocuk gibi ıslanmak istiyorum. Ancak seksenin arifesinde ıslanıp da hasta olmaktan korkuyorum. Hasta sözcüğü zihnimden klavyeye düşünce Key West (ABD)te yaşayan EZM68 Şükrü (Sam) Kaya arkadaşıma bir kez daha acil şifalar diliyorum. Bu sabah TRT2 deki filmi izlemek nasip oldu. Düne kadar deprem için gerçek acı ile gözyaşı dökerken bugün “Beyaz Balina“yı izlerken sanal alemin kurgusuna göz yaşı döker olduk. Biz de mi Kemal gibi gereğinden fazla naif olduk (Mızıkçı Meral‘in konuşmasındaki şi**etliğe rağmen, nasıl olup da yüzündeki gülümsemeyi yitirmeden, sözcüklerindeki letafeti sürdürebiliyor ?) ? Evet, depremden sonra yayınlanmayan TRT2 film kuşağından iki pazardır kovboy filmi yerine Türk filmi koymuşlar. Bu haftaki film “Beyaz Balina” idi (https://www.beyazperde.com/ filmler/film-239201/). Filmde “babası ve anasından sonra” Ali’ye çizilen/biçilen kader ile yeğenim Bülo’yu düşündüm. Bu düşünce ile yazıma eklediğim üç dakikalık kolaja “Kader ve Yola Devam” derken yazıma da “Yola Devam” başlığı attım. Ali ile Bülo ne alâka diye düşünebilirsiniz !

Komser Şerafettin Buca Cezaevi Savcısına neden yalvarıyordu ?

Yazımın ekindeki kolajda iki bölüm var. İkinci bölüm “Beyaz Balina“ya ait. İlk bölüm ise bir slayt karesindeki bir fotoğraf ve eklenmiş birkaç cümle ile yetmişlerin başlarından “bize ait“. Fotoğrafta ayakta duran beş yetişkin ve önde masanın başında kolaya odaklanmış üç çocuk. Hoş çocuklardan biri kolaya değil fotoğrafı çekene bakıyor şaşkın gözlerle. O çocuk şimdi 54 yaşında bir hekim profesör: Prof.Dr.Eray Copcu. Eray’ın bu fotoğrafı yorumlayışı da apayrı bir öykü özellikle “bakan ve gören gözlerin yürekle bağı açısından”. İşte o fotoğrafta teyzesi Nezuş’un omzuna kolunu atıp sarılmış olan ve Eray’a göre “Alman Fırlaması” olan yeğenim Bülo’nun öyküsünün bir bölümüdür Şerafettin’in savcıya yalvarması.

Şerafettin kimdir ve Bülo neden cezaevindedir ?

Şerafettin benim çocukluk ve ilkokul sınıf arkadaşımdır. Biz İzmir’e gelince o da Gürçeşme’ye anneannesinin yanına taşınıp Namık Kemal Lisesinde eğitimini sürdürmüştür. Babası Soma’da madencidir ve Şerafettin’in eğitim hayatına devam etmesi güçlüklerle doludur. Liseden sonra askere gider. İrtibatımız kopar (altmışlı yılların ortaları). Yıllar sonra, bir gün, ben henüz CINOS (*)‘lu olmadan, Enstitü kapısının önünde toplum polisinin uzun, mavi otobüslerinden biri durur. İçi polis doludur. Ekip komutanı olan Şerafettin otobüsten iner ve gelir beni odamda ziyaret eder (yetmişli yılların sonları). Ve 12 Eylül ile “Evrensel Koşulların Baskısı” ile yaşam şekillenir (bu evren bir başkadır Evren’dir netekim ! Seksenlerin “netekimi” ile bugünün “pisküviti” bana göre aynı tornanın ürünleridir). Bu sırada solcu gazeteci yeğenim Bülo, Tariş’te basın sözcüsüdür. Tariş (Zeytinyağ Kombine) polis tarafından basılır. Çoğu kişi kaçar. Bülo kaçamaz (kaçamayış nedeni “when it rains, it pours” un daha önce yaşanmış olumsuz bileşenlerinden birisidir). Yakalanır ve o gece Eski İzmir‘deki kapalı spor salonuna konur. Biz (Ben, Nazım, Nezih ve Başol) de o gece bizim evde taş döşemekteyiz. Bülo’nun anası çırpınmaktadır. Bizim elimizden bir şey gelmemektedir (gerçekten mi ? diye sorsam kendime neyi itiraf edebilirim ki ? Şimdiki gücünü kullanma inisiyatifi için çevre koşulları uygun olsaydı Nezuş o gece dağları delerdi). Ertesi günü beklemekten başka bir şey yapmadık. Ertesi gün yollara düştük. Tutuklayan ve ertesi gün Buca Cezaevi’ne teslim eden komseri bulduk ve karşımıza “Şerafettin” çıktı. Biz ağlarız, Şerafettin ağlar (Şerafettin polis olamayacak kadar benden çok daha naif biriydi). Hemen Şerafettin ile Buca Cezaevi’ne koştuk. Şerafettin “Yanlışlık oldu; yanlışlık yapmışım, salıver savcım” dese de cezaevi savcısı “oğlum sen kendi elinle getirip teslim ettim, ben şimdi nasıl salayım, salamam” dedi ve kös kös geri döndük. Ve Bülo’nun iki buçuk yıl sürecek hapis süreci başladı. Bu sürecin olgunluk dönemi Selçuk‘ta geçti; ilk dönemi ise Buca Cezaevi‘nde ve her pazar sabahı ben Buca Belediye Otobüsü ile yollardaydım. Bu süreç içinde Şerafettin’in çok geçmeden vefat etmesi var. Bu vesileyle bir kez daha rahmet diliyorum değerli arkadaşıma. Sonrasındaki birkaç yıl içinde Bülo’nun başına gelenler her babayiğitin sağlıkla karşılayabileceği şeyler olmamıştır (hapisteyken annesinin üzüntüden kanser olup ölmesi; eşinin doğum yaparken ölmesi; oğlunun balkondan düşüp ölmesi). Mapusluk sonrası da tam bir felakettir ve Bülo’nun tüm bu ekstra acılara rağmen bugün ailesinin başında dimdik durması, kızlarına ve torunlarına baba ve dede olarak kol kanat germesi tam bir mucizedir. Bu dayanma gücünün yan ürünleri nelerdir ? Bunu da Allah bilir…

Eti senin kemiği benim…

Bu sözleri kimler hatırlıyor ? “Beyaz Balina“yı izlerken ilkokula başlama günlerimi anımsadım. Ellili yılların başları (1952) gerçekten de esnaf (köfteci) babam ilkokul öğretmenim İhsan beye beni teslim ederken “eti senin kemiği benim” demişti. Kasaptaki karkas et değilse mevz-u bahis etin kemikten ayrılmayacağını bilmiyor muydu babam ! Öğretmeni mi kandırmaya çalışıyordu ? O yıllardan bugüne 72 yıl geçmiş ve bu yıllara benim okul yıllarım, çocuklarımın okul yılları ve hatta torunlarımın okul yılları girdi ki her birinden onlarca öykü çıkar. Bu öyküler değil mi bugün sahip olduğumuz değerleri şekillendiren ? Bir örnek vereyim.

Ben de servisle gitmek istiyorum (Karşıyaka-1987)

Yirmi dokuz yıl sonra (1958den 1987e) Tepecik günlerimizi tamamlayıp Karşıyakalı olduk. Küçük oğlum Kerem de ilkokula başlayacak. Ve ben iki yıllık özel sektörlüyüm. Talebeyken evlenmenin minnetiyle ebeveynlerimle birlikte geçen on yıl ve devlet memuru olmanın kısıtlarında ilk iki oğlumun okullarındaki gelişmeler…Çok şükür ki ben, büyük (Ümit) ve ortanca oğlum (Eray) ile ortanca oğlumun oğlu torunum Eren dördümüz de İzmir Atatürk Liseli olmanın kazandırdığı birikimlerle Tepecik’te de olsak yola başarıyla devam ettik.

Özel sektörlü ve Karşıyakalı olunca daha sonra kolej çocuğu olacak olan Kerem ilkokula başladığı ilk günün akşamında “ben de okula servisle gitmek istiyorum” dedi. Okulla evimiz arası yaklaşık beş yüz metre. “Tamam” dedim Kerem’e “Yarın öğren gel bakalım servis ücreti ne kadarmış“. Ertesi gün Kerem “bin liraymış” dedi. “Tamam” dedim Kerem’e “servisle git; ben her gün sana yirmi lira veriyorum. Ayda altı yüz lira eder. Onu vermeyeyim. Üstüne ben dört yüz lira daha ekleyeyim ve sen servisle git“. Kerem odasına çekildi ve on dakika sonra geldi: “Ben yürüyerek giderim” dedi. Kararı Kerem verdi; ben vermedim. Kerem “GAT Dünyada” cost/benefit hesap yapmayı” ve özgür seçimi bedelleriyle öğrendi.

Babamın benim için ellili yılların başlarında, ikinci dünya savaşının yarattığı korkular ve kıt kanaat geçimleriyle et ve kemik hesabı yapmasından otuz beş yıl sonra yürümek mi yoksa dolmuşa binmek mi arasındaki hesabını eti kemikten ayırmadan yaptı. Tıpkı biraz önce (06.03.2023) Sam’leşerek Amerikalı olmuş olan sınıf arkadaşım EZM68Şükrü Kaya‘nın iletisine verdiğim yanıttaki gibi “Z Kuşağımız” bildiğiniz gibi değil. O mail mesajımdan bir bölümü buraya almak istiyorum:

Şükrü diyor ki

“…Degerli arkadasim, “USA firsatlar ulkesidir” tabiri dogrudur. Bizim gibi universite mezunlari amerikada 30-35 senelik maasli (ticaret degil !) calisma hayatindan sonra en az bir milyon dolarlik bir servetle ( ev + borsada yatirim ) emekli olmaktadirlar. Ticaret hayatina girenlerin ise emeklilik serveti en azindan bir kac milyon dolarin uzerindedir. Yani, lafin kisasi, dunyanin serveti bilhassa ikinci dunya savasindan sonra hala amerikan ekonomisine akmaktadir. Cocuk ve torunlarinizi USA’ya sadece doktora yapmak uzere degil  burada “ekmek kazanmasini ogrenmek” uzere de gonderin…”

Ve ben de ona cevaben “ok, yay ve okçu“yu anımsayıp Google’a “copcu halil cibran” yazınca ilk sırada karşıma çıkan 2010 yılında yazdığım “anlayış kanatları“yazımın linkini gönderdim ve sözünü ettiğim şiiri ekledim (https://www.copcu.com/2010/05/16/yasam-bufesinde-anlayis-kanatlari/ ). O yazımda yer alan Halil Cibran’ın bir diğer şiirini de burada tekrar paylaşayım :

Öğretici gerçekten akıllıysa, / Sizleri kendi aklının evine sokmaya değil, / Fakat kendi aklınızın eşiğine doğru yürütmeye çalışır.

Gökbilimci, sizlere uzaydan edindiği bilgiler hakkında konuşabilir, / Ama sizlere anlayışı veremez.

Müzisyen, evrenin her yanındaki ahengi sizlere duyurabilir / Ama o ahengi tutabilecek kulağı ve onu yansıtacak sesi veremez.

Ve, rakamların bilimiyle uğraşan kimse, / Sizlere ölçü ve tartının yapısallığından söz edebilir, / Ama sizleri onların alemine sokamaz.

Çünkü bir insan duyuş ve anlayış kanatları / Bir başkasına ödünç veremez.

Et ve kemikten, servisle okula gitmeye ve günümüzde Şükrü’nün sözlerine kulak vermeyi geçip “when it rains, it pours” la Bülo’nun öyküsünü tamamlayayım ve belki de heyecanını yitirmiş “Mızıkçı Meral“den “Suratsız Meral“e geçerim gün yeterse (08.03.2023).

When it rains, it pours (felaket tekil gelmez)

Sanırım 1992 yılıydı. CINOS‘un ilk evresinde (Ciba-Geigy) yedinci yılım dolmuş ve “hep aynı hikaye” nedeniyle bıkkınlık başlamıştı. Rahmetli Önder abinin çağrısı üzerine Söke’nin seçilmişlerine yöneldi yolum. Birbirinden becerikli üç genç -ki ben onlara daha sonra “Söke’in Üç Atlısı (HES Trio)” diyecektim- ile buluştum. Üçlünün, özellikle SZ’nun hısım ve akrabalarıyla toplam pamuk alanının benim için, bitki koruma pazarı açısından on bin dekarı bulması gerçekten de “Cost/Benefit” olarak çok önemliydi. Kaldı ki bir de bu beraberlikle gördüğüm açılımlar (inovasyon) benim ustalık yolculuğum açısından da ayrı bir öneme sahipti. Bu üçlüden biri meslektaşımdı (HÖ) ve mesleğinin alt dalı olan uzmanlık alanında tarım alet ve makinalarında “modifiye işler” yapıyordu; tarlanın, bitkinin ve yetiştirme tekniğinin yerel koşullarına uyumluluk için. Diğeri (EÖ) Galatasaray mezunuydu ve üçlü tam bir beraberlik sergiliyordu. Üçüncüsü ise ODTÜ mezunuydu (SZ) ve diyordu ki “madem ki tarlada on yıldır bu işin püf noktalarını yaşayarak ve yöneterek öğrendim, o halde diğerlerinden bir farkım olmalı...” Haklıydı. Ve İspanya’ya gidip yerinde gördü ve Söke Ovasında nylon altında pamuk yetiştirmeye başladı. Onu bu yolda destekleyen çok uluslu bir firma da vardı. Pamuğa özel bir ekoloji sağlayınca konukçu- etmen ilişkilerinde ciddi değişikler oluyordu ve ekstra arayışlar yaşanıyordu. Örneğin nylon altına ekilen pamuk fideleri çıkmadan ve çıktıktan sonra oluşan mikroklimada Çökerten (Kök boğaz çürüklüğü) hastalığı kontrolü için önerilen ilaçlar yeterli olmuyor ve özellikle Pytiacae Familyası etmenler için karışımlar yapmak gerekiyordu (Phenylamid Grubu etken maddelerle). Böyle başlayan dostluğumuz yıl içinde Yeşilkurt Mücadelesi ve Yabancı ot savaşımıyla gelişirken şöyle bir durum ortaya çıktı. Yeşilkurt’un biyolojisi ile pamuğun fenolojisi tam çakıştı ve Haziran başlarında diğer pamuk tarlalarından bir aya yakın ileride olan SZ’nun pamukları tarak (çiçeklerin, kozaların ilk oluşumu) dönemine girmişti ki SZ rahatsızlandı. Tarla yönetimi aksadı ve herkesin gıpta ile baktığı pamukları Yeşilkurt yedi. İşte o dönemde geçmiş olsuna gittiğimde “when it rains, it pours / felaket tekil gelmez” demişti SZ. Bu söz aslında tam da yeğenim Bülo içindi. Özetleyerek bu paragrafı da kapatayım.

Üç dört yaşlarında çocukken babası öldü Bülo’nun. Bu arada çocuk felci geçirdiği (!) için olsa gerek sol kolunda bir hasar oluştu. Buna rağmen ilk ve orta okul çağlarında Bornova’da tuğla ocaklarında çalıştığı anlatılırdı. Annesi YSE de çalışarak Bülo’ya ve kız kardeşine baktı. Daha önce yazdığım gibi solcu gazeteci ve Tariş’in basın sözcüsü olan Bülo, Tariş’in İplik ve Zeytinyağı tesislerinde başlayan grev ve direnişler sırasında 12 Eylül döneminde tutuklandı. Hapisteyken annesi öldü. Eşi doğum yaparken öldü. Bir ara tutuksuz yargılandı ve mapusluğu kesinleşince tekrar hapse girdi. O sırada dört yaşında olan oğlu 10 Kasım törenlerini izlerken evlerinin (yedinci kat) balkonundan düştü, öldü. Tüm bunlara bakınca Bülo için felaketin gerçekten de tekli gelmediğini görebiliriz. Bülo bizim dördüncü oğlumuz gibidir ve oğullarım (EKÜ Trio) tarafından da özel ilgi alanındadır.

Konuşmanın şehvetini kontrol edememek

Bu yazıya 5 Mart Pazar günü “Beyaz Balina“yı seyrettik sonra yazmaya başladım ve bugün 8 Mart Çarşamba; bugün biter mi bu yazı ? İnşallah. Pazar günü “Konuşmanın Şehvetini Kontrol Edemeyen” ve “Mızıkçı Meral” olarak algıladığım hatun kişi (!) etkisiyle yazmaya başlamıştım. Pazartesi oldu; mızıkçının belki de “aklı suya erdi” ya da kurmaylarınca “kulağı çekildi” ya da “el mahkum” düşüncesi ağır bastı ve gerçekten de en akla yatkın, en karşılıklı kazanma durumu görüntüsü veren ve “Müzakere Becerileri”ndeki sembol kavram olan “BATNA”(**) nın somut olgusu olan “Mansurlu Ekremli Kemal” yaklaşım (şimdilik) durumu kotardı; kurtardı (gibi görünüyor). “Kerhen kabul”ün yansıması olan “Suratsız Meral“le bu iş bakalım bir başka pazara kadar mı yoksa mezara (ülkenin gerçekten kurtuluşuna) kadar mı sürecek ? Zaman sivrilikleri törpüleyip güveni perçinleyecek mi ? Kemal tarafından söylenen “Analığı da bilir, masaya yumruk atan babalığı” da sözü ile “ben kendimi ve çocuklarımı Kemal’a emanet ettim” diyen sözlerin potasında mı eriyip egolarından arınacak taraflar yoksa salata kasesindeki benlerle mi kör topal yürünecek bu yollar… Ötekiler gibi yağmurda beraber ıslanmak yerine aynı şemsiyenin altında ıslanmadan, ıslatmadan, zatürre olmadan, sıtmaya yakalanmadan, ecel terleri döktürmeden, gitti gidiyor demeden Prof. Şirin’in kitabının başında yazdığı gibi “daha yaşanır bir Türkiye için...” reçetelerini başarıyla uygulayıp hainlerin, nursuzların, arsızların köküne kibrit suya dökecekler mi ? Bakalım “helalleşme” den öte “hesaplaşma” gerçekleşecek mi ?

Eğer bu yazıyı 6 Mart Pazartesiden önce yazıp bitirmiş olsaydım, yazımın girişindeki kopuk cümlelerde yer alan iki İngilizce sözcükten türettiklerimle belki ben de “Yazmanın Şehveti“ne kurban olacaktım. Yine suratsızlardan sıkıldım artık derken, hatun kişinin de suratsızlığı sürerse hem “Cemaziyel Evvel“iyle hem de “Katrandan Şeker Üretmek” aymazlığı ile içimde kalanları dökmekten vaz geçmeyeceğim gibi hissediyorum. Umarım yanılırım. Tökezlemezler, takoz olmazlar. Karlı tarafın bunca sessizliği de pek hayra alamet değil.

Hatun (!) kişinin konuşma şehvetindeki hamlığa bakınca bir ara o kadar umutsuzca kızgınlık içindeydim ki ikinci tura kalan ikinci için uçta bir senaryo çizip sormuştum hem Facebokk’ta hem de WhatsApp grubumda.

“…Bu hanımın geçmişteki faşist tutumunu düşündükçe ve masadaki beş kişinin uzlaştığı kişi karşısında (5 e 1) kendi önerisini dayatmakla bir bakıma yinelediği rijitliğini gördükçe şu sözü anımsıyorum: KATRANI KAYNATSAN OLUR MU ŞEKER, CİNSİNİ SEVDİĞİM (!) CİNSİNE ÇEKER. Bektaşinin önüne konan iki desti şarabı ve “tat bakalım erenler hangisi iyi ?” sorusuna verdiği yanıtı düşünüyorum ve kendime soruyorum:
İkinci tura Erdoğan ile HDP adayı kalsa hangisine oy verirdim ? Ben ve Ailem içindeki hemen herkes HDP dedi…Ya siz !”

ve işte ilk yanıtlar

“…Selamlar. Tabiki HDP (GI);…Mustafa bu bir çeşit tuzak soru mu 😄..? Tabii ki HDP.. Ülkede o kadar güçlü bir ‘T****p’ten kurtulma’ motivasyonu var ki, karşısına kimi koyarsan koy Kürdü de CHP’lisi de İYİ parti taraftarı pek çok seçmen de sandığa gidip muhalefet adayına oy verecek. Yeter ki sandığı kazasız belasız kuralım ve koruyalım (CK);…”

Facebook’taki paylaşımım da,

“…Merhaba. Oyun bozan ve katranı kaynatsan da şeker olmayacağının iflah etmez örneği olan hatunun sürpriz olmayan davranışına bakınca bir olasılık için kendimi sorguluyorum. Bu sorgulamadan önce Bektaşinin önüne konmuş olan iki desti şarap fıkrasını anımsıyorum. “Tat bakalım erenler hangisi daha iyi?”. Bektaşi ilk destiden bir yudum alır ve diğer destiyi gösterip “ O daha iyi” der. “O destiden tatmadın ki !” dediklerinde “bundan kötü olamaz” der Bektaşi ve ben de kendime soruyorum: Bunca parçalanmadan sonra CB seçiminde ikinci tura RTE ile HDP adayı kalacak olursa hangisine oy veririm ? Hangisi sıtma hangisi ölümdür zihnimin kıvrımlarındaki yargılar çatışmasında…”

İlginç yanıt, bir tanıdığım RG’den geldi “Bu soruyu siz mi soruyorsunuz; yanıtı belli değil mi ?” Onu ve eğilimin bildiğim için bu kapalı mesajın arka bahçesi benim için net ise de neden RG doğduran kendi kararını yazmadı ? Sorum gayet netti ve etkisi altında olduğum hissiyat “denize düşünce hangisi yılan ve sarılmaktan başka var mı başka bir çaresi ?”

…Ve İzzet Dönmez ismiyle Facebook’ta dolaşan tanıtım:

“…Siyasette girmediği kalıp kalmadı. Bir zamanlar TÇ’in manevi kızıydı. Önce ona kazık attı.
Sonra siyaseten MA’la kırıştırdı. Yetmedi, MY’a sardı. Orada da umduğunu bulamayınca, A. Parti kurucusu oldu. TE ile AG ile Anadolu’yu karış karış gezdi. Belli ki bu hareketin içine bir proje olarak girmişti.
Parti kurucusu olarak TE’a kocaman bir liste verdi. Yine belli ki, parti’yi TE’ın elinden almak için Truva atının içindeki askerler gibi onları kullanacaktı. E… ona “Tek gel” dedi. Oyun bozulmuştu.
Bütün bu dümen ve tezgahlar tutmayınca, birden bire aklına MHP geliverdi. “Liberal M…l”; “Milli Görüşçü M…l”. Birden bire “Bozkurt M…l” oluverdi. “Dişi Asena” oluverdi. MHP’nin bunalımlı yıllarıydı. MHP, % 8.5 oy’la baraj altı kalmıştı. Mutlaka derlenip toparlanmalıydı. MA’in ağabeyi NG, bir dönemler eski İzmit Ocak Başkanı ve MHP İl Başkanıydı. B’ye ulaşmak kolay olmuştu. Ağabey NG ülkücüydü ülkücü olmasına da,
M…l Hanım daha bekar iken kulvar değiştirmişti. Azılı Mao’cu komünist TA ile hemen evlenmişti.
Ailenin şiddetle karşı çıkmasına rağmen yapmıştı bu evliliği. MA, gidecek yer bulamayınca kapağı atmıştı MHP’ye. Bir paralel üst akıl projesi olan A…, MHP’de de rahat durmadı. Orada da velinimeti olan DB’yi devirmeye kalktı. B… onu hem Milletvekili, hem de Meclis Başkanvekili yapmıştı. Yıldızının yeniden parlaması, DB sayesinde olmuştu. Artık ekmek yediği tekneye pislemesi alışkanlık olmuştu. Şimdi aynı oyunu ve tezgahı KK’na karşı yapıyor. K…, M…l seçimlere girsin diye 15 tane vekilini M…l’e kiralık vermişti.
Belki dünya siyaset tarihinde görülmeyen şekilde. Şimdi KK’nun defterini dürmekle meşgul. Gözü dönmüş bir kerre. Bu hırs ve gözü karalık onda var oldukça, ondan korkulur. Akıl hocası sağlam. Allah ülkemizi şerrinden muhafaza eylesin…”

Sözün özü; dört güne yayılan bu yazıyı yazma sürecinde “ehven-i şer“i onlar da yaşadı ben de… Demokratik koşullarla kurulan altılı masada beşe karşı bir olmasına ve bunca deneyime rağmen neden bu denli öfke doldu ve pazartesiyi bekleyemeden ekranlara çıktı ? Yakıştı mı ? Oldu bir kerre; görmezden gelsem de Syngilli Müge‘nin (2008) “havuz problemi“ile ilgili özlü sözünü anımsıyorum : “Kopan her şey bağlanır; arada bir düğüm kalır”. Bakalım M…in yarattığı düğüm yakında boğazımızı tıkayacak mı ? İyi düşünelim iyi olsun (desem de bu teselli kendime yetmiyor).

Biraz daha sabır ve inşallah yılın ikinci yarısında tünelin ucunda görünen ışık üstümüze gelen şimendifer olmaz…

Öykücü


(*): CINOS (CibaNovartisSyngenta: 1985/2009): Özel sektör yıllarım

(**): BATNA (Best Altrenative To Negotiated Agreement)