“…Avustralya kırsalında yaşayan Voohoona yerlilerinden birisi batılı bir antropoloğa 2+2=5 der. Antropolog merakla bu sonuca nasıl ulaştığını sorar. “Sayarak elbette” der yerli. “Önce bir ipe iki düğüm attım. Sonra bir başka ipe de iki düğüm attım. İki ipi birbirine bağladım, düğümleri saydım ve beş düğüm ettiğini gördüm“…”
EKÜ Üçlüsünün yaz havuzları (Kerem>Ümit>Eray) ve Amcasının Kuzusu
Merhaba
Voohoona’lı yerli pek de haksız sayılmaz.
Bu yazımı Seferihisar’da İklim’in evinin salonundan yazıyorum. Dışarıda Ada’nın yaş günü kutlaması var ve Ada ara sıra huysuzlanıyor. Salona geldi, camı açtı ve “Çok gürültü var. Uyuyacağım. Uyuyamıyorum” diyor. Duru da onu yumuşatmaya çalışıyor. Duru’ya sarı elbisesi çok yakışmış. Bu yazıma ekleyeceğim kolaj geçtiğimiz pazar günü Eraygillerin havuzunda “Eray ve Duru” nun görüntüleri ki ben buna “Amcasının Kuzusu / Havuz Sefası” dedim. Şimdi gelelim yazımın başlığına. Neden “düğüm” ve “MAHO” ne demek ?
Ne zaman “düğüm” sözcüğü aklıma düşse hep CINOS‘un son evresindeki “Havuz Problemi“ni anımsarım. Performansı motivasyonun yan ürünü olarak gören günler yirmi yıl önce bir kenara atılmıştı. Ceza sistemi ise hiç bir zaman gündeme gelmedi. Öğrenme yolculuklarımızın temel taşı olan “SSTC” nin iki ana mesajından biri olan “pick up positive, ignore negative” konusu “üzüntüyü bırak yaşamaya bak” gibi algılanıyordu. Bu bakış açısı ise bizim gibi oriyental toplumlarda doğru yerini bulamıyordu. Hemen başlangıcında “Yaklaşım teknikleri” hoşumuza gitse de selam sabah faslı uzayıp gidiyor ve verimlilik düşüyordu; tıpkı Ahmet Çalışkan’ın Eğirdir elmacılarıyla sohbetine benziyordu. Şimdi pek çok sözcük zaman ve mekanda iç içe girdi. Birinden başlamak gerek. Önce Ahmet’ten söz edeyim. Eğirdir’in elmacılarının push’u destekleyen pull’culara ne kadar önem verdiğini MDM olduğumda (doksanlı yılların ikinci yarısında ilk global birleşme olunca) anladım. Daha sonra CDM olarak da CHR‘u destekleyen FST sorumlusu olarak da ve hatta CINOS‘tan sonra AZM olarak KRT’u destekleyen ekibe önderlik ederken de bu beraberliklerden çok şey öğrendim. Meslektaşım Ahmet teşkilattan emekli olmuş ve sezonluk olarak firmalara bilgi, beceri, deneyim ve ilişkileriyle satış destek çalışmaları yapan, yapmaktan keyif alan, gece gündüz demeyen soyadı gibi gerçekten de çok çalışkan biriydi. Bu çalışmalarına zaman zaman izleyici ve destekleyici olarak katıldım (SSFW/İzleme Çalıştayları). Gördüm ki elmacılar Ahmet’i ağzı açık bir saat ilgiyle dinliyordu. Ancak Ahmet bir tarım ilacı firmasına destek veriyor olmasına rağmen bu bir saatlik sürenin 55 dakikasını budama, sulama ve gübrelemeye ayırıyor ve ilacımıza destek olarak sadece 5 dakikası kalıyordu. Bunun değişmesi gerekiyordu. Öğretici ve uyarıcı geribildirimle Ahmet doğru yolu buldu. Ahmet’in bu tutumu bana hep SSTC de “Yaklaşım Tekniklerine” verdiğimiz önemi vurgularken hep aklıma düşer ve beni “Batının öğretilerini doğunun kültürü içinde pratiğe aktarıyor olmam” konusunda takıntı yaratır. Ahmet’in burada yer alması özellikle 2008″ de Hırvat kültürüyle “Havuz Problemi” çözmeye çalışan otoritenin verdiği kararın yarattığı mutsuzluğu anımsatmasından dolayıdır. Ne olmuştur ve “düğüm” sözcüğü nasıl heybeme girmiştir ?
Bundan önce Eğirdir elma bahçelerinde Ahmet’in yaptığı ile yine doksanlı yılların ortalarında Alaşehir bağlarında Mehmet’in yaptığı birbirine çok benzerdir. Bazen (ve hatta çoğu zaman) üretici (çiftçi, son kullanıcı) ile bayi (satan ve tavsiye veren) arasında bir köprü kurarsın ve öğretilerinle, pull (talep yaratan satış destek) çalışmalarınla “4E” çerçeveli yardım edersin ve bir süre sonra görürsün ki aynı köprüden geçen üretici doğruya giden yolda senin değil bir başka firmanın ilacını kullanmaktadır. Sadakat bozulmuştur, özellikle senin çözümün daha pahalı olduğu için ya da bayinin diğer üründen kazancı daha yüksek olduğu için. Sözün özü, köprü kurunca üzerine bir kapı yapıp anahtarını cebinde taşımazsan üretici ve bayi arasındaki ilişki senin çözümün için uzun soluklu bir sadakat yaratmaz. Ne zaman sadakat sözünü de duysam Elginkan Vakfı‘nın panosunda gördüğüm bir deyişi anımsarım: Sadakat bekleyen kendine bir köpek alsın. Biraz ağır bir söz ve ne kadar gerçek ve gerçekçi olduğunu görmek için sekiz gün önceki bir düğümlenmeye bakmak yeter. O güne bakınca “Selway Sendromu“nu düşünürüm. O güne bakınca rahmetli Nezih Abinin “4K” etkisiyle aniden parlayan sesini düşünüp (sanırım Emel’in) bir özlü sözü içimde yaşarım. Ki bunu ben son günlerde çok sık yapar oldum. Demek ki yaş yetmişi ortalayınca, sinirler gevşeyince ve yolda düz yürümek zorlaşınca kendine dur diyemiyor insan ve kaçınmak isterken daha sık düşüyor bu tuzağa. Tıpkı bisiklet binerken “aman şu yolun üstündeki taştan geçmeyeyim” deyip de sanki inadına o taşın üstünden geçmek gibi. O sözün dört temel öğesi var: Kararmak, Kızarmak, Yüz ve Göz. Konusu ise “öfke“. Acaba Utku geçtiğimiz günlerde Belediye çalışanlarına “Öfke Kontrolu” eğitimi verirken nasıl bir çerçeve kullandı ki blogumdan bir kolajı her gruba gösterip “Strateji Tuvalleri“ni hazırlattı…Sözün derlenmiş şekli de şöyle: Öfke gelir göz kararır; öfke geçer yüz kızarır”. Çok doğru ki ben hiç de öfkeli olmadığım halde iki durumda de özür dilemiştim. “Gerçek Özür” için neler yapılması gerektiği için genç yaşta vefat eden R.Pausch (1960/2008)’un “Son Ders“ini bir daha izlemek gerek (https://www.youtube.com/watch?v=iC_EPy8Ac3g). Şimdi bunu da bir kenara bırakıp Ispartalı Ahmet’in yaptığı ile Alaşehirli Mehmet’in yaptığını benzer yanı nedir ? buna bakalım.
Doksanlı yılların ortalarına doğru (1993 de İspanya/Alicante ve 1994 Macaristan/Budapeşte toplantılarından sonra teklif ettiğimiz “Çiftçi Destek Projesi / FST” İsviçre tarafından kabul edildi ve “Sultana Project” olarak çalışmalara başladık. Amacımız yoğunlaşan ve yıkıcı, yakıcı olmaya başlayan rekabetten sıyrılıp E.D.Bono‘un öğretilerinde olduğu gibi “Rekabet Üstü” olabilmekti. Satışı destekleyen “4E” çalışmalarıyla kurduğumuz köprünün anahtarını Alaşehir’deki ofisimizde Mehmet’in ellerinde güvenceye almaktı. Aldık da. Çok da iyi oldu. Bunun beklentileri aşan sonuçlarını Netgillerin 2019 yılı toplantısında “Kriz Yılları Öğretir, Kriz Yılları Ustalaştırır, Kriz Yılları Bütünleştirir” ana mesajlarıya “Sultana’nın Sultanları” olarak öyküleştirmiştim. O yıllar ve o yollar dikenliydi. Kolay geçmedi. Mehmet Adana’dan gelmişti. Ege’yi, üzümü ve bağcıları yeni tanıyordu. Beklentilerimiz alışılmışın ötesindeydi. Portföyümüz yetersizdi. Satışla uyum yetersizdi. Satışın “hızlı kazanımları”, Mehmet’in projesinin “uzun vadeli yatırımları” ile açıkça çatışıyordu. Bir sabah erkenden, kuşluk vakti Alaşehir’deki Benan Otel’den çıktım ve bağlara doğru gittim. Kavaklıdere yakınlarında bağcıların bağlarına gidişlerini izledim. Kimileriyle konuştum. İşte içlerinden biriyle olan diyalog:
MC: Bizim Alaşehir’de bir ofisimiz var. Bağcılara destek veriyoruz. Biliyor musun ?
Bağcı: Duydum.
MC: Ofisimizde Mehmet isimli bir ziraat mühendisimiz var. Tanıştın mı ?
Bağcı: Ha şu kara kuru oğlan mı ? Ben ondan çok memnunum. Bana teknik bilgi verdi, ilaçlama zamanlarını öğretti. Çok faydasını gördüm.
MC: Peki hangi ilaçları kullandın ?
Bağcı: Külleme için TH, BS, Salkım Güvesi için KLX, Mildiyö için TRM, RPS
Reçeteye baktım. Hepsi çok güzel ilaçlar ve zamanlamasını çok iyi. Ne var ki hepsi rakibin ilaçlar, hiç biri bizim ilacımız değil. Yandı gülüm keten helva…O sabah ben de bir öfke seline kapılmış olabilirim. Bu öfke çok kötü bir şey. Ve…”Düğüm”…
Hırvat otorite içecek sektöründen gelmişti. Totem dikmekle, bayi vitrinlerini giydirmekle bu iş gider sanıyordu. İki yıl birlikte çalıştık. Ben çoktan ayrılmaya hazırdım. O günlerde “Performans Yönetimi” için J.Welch yöntemi günceldi. CINOS‘un baş otoritesi de Welch Yöntemi ile “Medyan Değerini” yükseltmeye çalışıyordu. Böylece bir “Havuz” yarattı. Karar verici, ara yöneticilere “Çalışanlarınızın %15 ni Üstün/Aşan, %75 ni Başarılı/Karşılayan ve %10 nu Düşük/Erişemeyen olarak üç gruba ayırın ve havuza yerleştirin. Buna göre performans primlerini, ödül/takdir sistemini, kariyer yolculuklarını belirleyeceğim” dedi. Kendisi de MAHO ikilisi için “Üstün/Düşük” ayrımını yapıp ödülleri dağıttı. Bence haksızlık yaptı ve MAHO’nun daha becerikli olanının şu sözü belleğimden hiç silinmedi: “Kopan her şey bağlanır; arada bir düğüm kalır“. Bunu unutmamak, koparmamak gerek. Yine de öfke gelip de göz kararsa gittiğinde rahmetli Pausch’un öğretilerine kulak vermek gerek.
“La havle…” nin uzun versiyonunu sabırla söylemek gerek. Unutmamalı ki üç şey geri gelmiyor:
1.Yaydan çıkan ok,
2.Boşa geçen zaman ve
3.Ağızdan çıkan söz ki tam bu noktada şu sözü de hep akılda tutmak gerek “Her istediğini söyleyen, hiç istemediğini işitir” ya da buradan yola çıkıp “Her isteneni veren sonunda babayla baş başa kalır”. Terbiyem bu kadarına yetti; daha fazla edepsiz olmaktan korktum.
Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü