Yaşam Büfesinde “Kaftan”

“…Hocaya bir dostu kumaş hediye eder. Hoca da bunu terzisine götürüp kendine kaftan dikmesini ister. Terziye sorar “Bundan bir kaftan çıkar mı ?”. Terzi “Çıkar” der. Hoca evine doğru giderken “Çok çabuk olur dedi; acaba iki kaftan çıkar mıydı ?” diye düşünür. Geri döner. Terziye girer ve “O kumaştan iki kaftan çıkar mı ?”. Terzi yine sakin bir şekilde “Çıkar” der. Hoca mutlu mesut evine doğru giderken yolun yarısında içine yine bir kurt düşer: “Acaba üç kaftan çıkar  mıydı ?“. Yine geri döner ve terzinin kapısına varınca seslenir “Terzi üç kaftan çıkar mı ?”. Terzi gülümseyerek “Çıkar” der. Hoca bir hafta sonra kaftanları almaya gider. Gerçekten de üç kaftan çıkmıştır; ancak her biri küçük bir çocuğun giyeceği büyüklüktedir…”

Yirmi altı yıl önceydi. Değişim zamanı gelmişti. Sürpriz sayılırdı. Yaprak dökümü başlamıştı. İç transferler sorunu çözmeye yetmedi. Eski dostlar düşman olmuştu. Üstüne üstlük bir de ülkesel kriz patlayınca uyumsuzluklarım zonaya kadar uzanacaktı (1993 ün son ayları)

Merhaba

Neden yine ve yeniden ?

Otuz dört yıl önce Bahar Bayramında kamudan ayrılıp özel sektöre geçmiştim. Kapının kenarına sığdırabildikleri bir masanın arkasında şaşkınlıkla bakakalmıştım. Dosta güvenip bir günde karar almıştım. Kırk yaşındaydım. Doktoram bitmiş ve TÜBİTAK Ödülü ile Bakanlık beni görmeye başlamıştı. Tohum Patolojisi Laboratuvarı kurulmuş ve “asistan masistan parçacı” derken şef olmuştum. Enstitü Araştırma Komitesi başkanlığı ve ek işlerle günler hızla akarken annem bir günde hakkın rahmetine kavuşuvermişti. Yarı felçli babamla devlet memurluğunun kıt olanakları içinde yaşayıp gidiyorduk. Cumartesi akşamları dışarıda yemek yeme alışkanlığımız babamın yalnızlığında haftada bir gün olsun sosyalleşme ısrarı ile artmıştı. Çoklukla İnciraltı taraflarında “mahkumlar restoranına” giderdik. Kerem’in eline 5 (ya da 50) lira verirdik. O da gider org çalan (!) amcaya verir ve “parmağında yüzükler, kolunda bilezikler” çaldırırdı. Yorgun haftanın babamın isteği ile gelişen bu sefasında yine bir akşam aynı sahnede sevgili Alev’le buluştuk yıllar sonra. Üç gün sonra da Alev elinde bir bond çanta ve bir araba anahtarı ile gelip beni CG e davet etti. Kabul ettim. İlk günler çok sıkıldım. An geldi “al atını gör tımarını” deme noktasına gidip geldim sıkıntıdan. Böylece sekiz yıl geçti Teknik’teki başarılar ve tartışmalarla. Güzel olanı yine sevgili Alev’in teşvik etmesiyle özel sektöre geçtikten dört yıl sonra Üniversite dışından doçent oldum. Sektörümüzde benim konumumda olan ilk durumdu böylesi akademik yükseliş… Ve iniş çıkışlarla krizleri atlatan hızlı yükseliş sürecine giren CG rakiplerini doğurmaya başladı. Kimisi (SE) mükemmel bir veda mektubuyla nereye gittiğini söyleyerek ayrıldı; kimileri küçük hesaplarla “kornişon yetiştiricem (EK)” yalanıyla ayrıldı. Kimileri altın sektörüne geçip karısını boşayıp baş altıncının kızını aldı. Baş altıncı kalp kriziyle ölümün kıyısından döndü. İşte bu gelgitlerle CG nin Ege Bölgesine Adana’dan iç yönetici transferi yaptık. Ege Bölgesi mutsuz oldu. Gelenin gönlü Adana’da kaldığı için gelen mutsuz oldu. Yılını tamamlamadan Adana’ya döndü. Adana’da yöneticilik bekleyen mutsuz oldu. Kimi mutsuzlar ayrıldı; kimileri sabırla yoluna devam etti. İşte bu kritik süreçte bana da teknikten satışa geçip bölgesel satış yöneticiliği düştü (1993 Eylül). Her ne kadar atanırken “sen de fazla duygusalsın” diyerek aklındaki soru işaretlerini söylemekten geri kalmasa da rahmetli satış müdürüm…

Akdeniz İş Hanının bir dairesindeki Edo Lin’nin kapısı önündeki bir masada teknik danışman olarak başlayan (1985) serüven; bir süre sonra CG Agro, Farma ve Tohum üçlüsünün Halk Sigorta İş Hanının bir katını kiralamasıyla refah, ferah günlerini yaşamaya başladı (90 lı yılları).  Bu zevk u sefa fazla uzun sürmedi. Ancak 1994 krizinin öncülleri yaşanırken (1993 sonları) tasarruf kaçınılmaz olmuş ve CGAgro, Farma’nın katındaki toplantı salonunu camlı bölmelerle ayırıp daha samimi bir ortamda yaşamaya başlamıştı. Gerçekten yaşanan sıkıntılar yeniden “Başarı Öyküleri” yazma sürecini kısaltmıştı. Müşteri deneyimleri daha etkili paylaşılır olmuştu. Sorun çözmede “Bütünleşik Güç” gönüllü olarak devreye giriyordu. Her tür zorluğun içinde “Küçük Hüsamettin” tiplemesi ile gülebiliyorduk. Tüm bunlar olurken 1993 ün son üç ayında her sabah ofise yarım saat erken geliyordum. Bu yarım saat içinde kendime “Sabah Notları “yazıyordum. Notlarıma birer görsel, fotoğraf ekliyordum. Çoklukla fotoğrafla yazdıklarım arasında hiç bir ilinti, anlam bağı olmuyordu. Böylece okurken ve bakarken tümüyle farklı iki perspektif oluşuyordu. Bunu bilinçli olarak mı yapıyordum ? Bir yanda yoğunlaşırken bir yandan da dağıtmayı mı amaçlıyordum ? Kimi zaman 1969 lar Erzurum’undan bir fotoğraf ya da 1968 ler Polatlı’dan bir dostluk karesi yer alıyordu o güne ait sıkıntılarımı kendime itiraf etmeye çalışırken. Şimdi blogumda bu yazıyı yazarken 26 yıl öncesine ait o duygu ve düşüncelerimin ya da görsellerimin kime faydası olur ki olası zararları yanında…

Ocak 2019 Çeşme’den uzak geçen bir ay oldu. Mavişehir’de bir süre Duru’lu geçen ardışık dokuz günlük neş’e dışında çoklukla soğuğun artırdığı bir tekdüzelik vardı. Mevsim rahatsızlıkları ne zirve yaptı ne de sıfırlandı. Hâla öksürük sürüyor. Bazen NOC’la bazen ballı, zencefilli karabiberle, bazen ateş yükseliyor gibi gelince “kamyoncu ilacı“yla günleri geçirdik. Bugün bahar gibi Mavişehir. Artık Çeşme günleri başlayabilir gibi görünse de 74 ü tamamlayıp da 75 den gün almaya başlayınca en küçük hatayı affetmiyor doğa… Bu nedenle biraz daha sabır gerek.

Elli yıl önceymiş; 27 Kasım 1969 da Erzurum’da grip olmuşum. Üç gün istirahat alıp evden çıkmıyorum. Aynı zamanda Ramazan’mış. Tabur Komutanım (sanırım rahmetli olmuştur. Mekanı cennet olsun. Ondan disiplini öğrendim ve onun hem S1/Personel subayıydım; hem Taburun mutemediydim; Ayrıca Karargah Bölüğünde “Ateş idare Subayı” ve atışlarda “İleri Gözetleyici” idim. Ben Erzurum’da son 24 aylık yedek subay olarak bu iş yoğunluğunu çok sevmiştim. Doğunun İzmirliyi bunaltan tüm olumsuzluklarına rağmen en mutlu günlerimizdendi Erzurum) bana bir mektup yazmış. Ben de onu saklamışım (hâla saklıyorum). Dolma kalemle yazmış ve ıslak imzasıyla imzalamıştı. Yazıma eklediğim görselde var o  mektup ve aynen şöyle yazmış komutanım:

…Mustafa, geçmiş olsun. Kendine iyi bak ve dışarı hiç çıkma. Kendini iyi hissedersen pazartesi sabahı gel. İlaçlarını muntazam olarak al. Allah affeder. Postaya emir verdim. Her gün sabah uğrayacak ve dışarıdan ihtiyaçlarınızı temin edecek. Süt için merak etme. Her sabah saat 07.20 de şöförüm eve uğrayıp boş kabı alacak ve akşam ben eve giderken size bırakacağız. Bir arzun olursa beklerim. Gözlerinden öperim. 27 Kasım 1969 Tb.K. (İmza)…

Kaftan Öyküsüne gelince…4800/6250/7000/6400>2800 formülüyle 2019 un ilk ayı geçiverdi ve bir televizyon kanalındaki “yaparsın aşkım” isimli bir yarışma programında olduğu gibi “yapabilirsiniz ve yapmalısınız” ana mesajıyla 31 Mart öncesi ve sonrasının etkileri altında bakalım, görelim, Mevlam neyler neylerse güzel eyler…Görebildiğim o ki; 2019 un zor koşulları tıpkı 1998 Malatya’sında olduğu gibi “gerçek potansiyeli, gerçek performansı, gerçek yaratıcı enerjiyi ortaya çıkarma; farkı gösterme” yılı olacaktır; özellikle Netgillerin etki alanında.

Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü