Yaşam Büfesinde “Yedi Onluk 5”

…Bir baba ile oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarmış. Birden oğlan takılıp düşmüş ve canı yanıp “Ahhhhhhhhh” diye bağırmış. İlerideki dağın tepesinden “Ahhhhhh” diye bir ses gelmiş. Çocuk şaşrımış. Merak edip “Sen kimsin ?” diye bağırmış. Aldığı cevap “Sen kimsin ?” olmuş. Aldığı cevaba kızan çocuk “Sen bir korkaksın” diye bağırmış. Dağdan gelen ses “Sen bir korkaksın” olmuş. Çocuk babasına dönüp “Baba ne oluyor böyle ?” diye sormuş. Baba “Oğlum” demiş “Dinle ve öğren” ve dağa dönüp “Sana hayranım” demiş. Gelen cevap “Sana hayranım” olmuş. Baba bu kez “Sen muhteşemsin” diye bağırmış. Dağın cevabı “Sen muhteşemsin” olmuş. Çok şaşıran oğlan hâla ne olduğunu anlayamamış. Babası açıklama yapmış “İnsanlar buna yankı derler ama aslında bu yaşamdır...”...Birgün bir tanıdığı Sokrat’a rastladı ve dedi ki “Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun ?”. “Bir dakika bekle” diye cevap verdi Sokrat. “Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna Üçlü Filtre Testi deniyor“. “Üçlü Filtre mi ? ”  demiş arkadaşı. “Doğru” diye devam etti Sokrat. “Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir. Bu ona Üçlü Filtre denmesinin sebebi…Birinci filtre “Gerçek Filtresi“. “Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin ?”…”Hayır” dedi adam “Aslında bunu sadece duydum ve...” “Tamam” dedi Sokrat. “Öyleyse sen bunun  gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim “İyilik Filtresini”. “Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi ?”. “Hayır, tam tersi…” Öyleyse” diye devam etti Sokrat…”

 

Merhaba

Personal Shield/Kişisel Kalkan” küçük becerisini kendi otobiyografimde sergilemek için başlattığım bir dizi yazımın sonuncusu için çatıya çıktım. Dün gece serinleyen havadan anlamadım. Hava durumu bilgilerini kulak arkası ettim. Sakız üzerinde çakan şimşeklerden ders almadım. Sabah sahurdan sonra apartopar bahçeye fırladım. Kuyunun üstünü, elektrik panosunu örttüm. İnşallah geç kalmadım. Salıncak ve masanın minderlerini yarı ıslanmış halde topladım. Haziran yağmuru bu kez uzunca sürdü. Tekrar yattım. Dün denize indirdiğimiz tekne geldi aklıma ve sabahın köründe Kerem’i aradım. “Sorun olmaz” dese de arabaya atlayıp gidip tekneye baktım. Kerem haklıymış. Hoş o da gidip bakmış. Etraf çamur ve bu sabah adada yürüyüş yok; Cuma namazı var. Ramazanın ikinci günü ve Nezuş oruçlu. Bu neden Cuma sonrası tarhana çorbası yok. İlaç içmek için hafif bir kahvaltı yaparken bir tanıdık geldi. “Sana komşun için birşey söylemek istiyorum” dedi. Aslında ne söyleyeceğini iki gün önce duymuştum ve hemen komşumu rahatlatmak için ve gerekli düzeltmeler resmen yapılsın için dilekçe vermiştim. Dilekçemin bir kopyasını da komşuma vermiştim. Ne var ki gelen dostumun amacı ya da kendini tatmin edecek olan şekli, yolu bu değildi. Bunu hissettim. Konuşma azıcık tartışmaya dönüştü. Gereksizdi. Hani altı onlukta yer alan bana ait değer: Sabır ve sebat ? O halde neden bu tepkim ? Sonuç da insan olarak zayıflıklarımız, kırılma noktalarımız var. Bu anı nedeniyle Sokrat’ın Üçlü Filtre Testi’ni yazımın girişine ikinci konu yaptım.

Birinciye gelince “Yaşam nedir ?” sorusuna bir yanıt olarak “yankı”yı ele almış kısa öykü. Demek istenen; “yaşam daima sana senin verdiklerini geri verir“. Bu nedenle kırk yıldan damıttığım temel sorunun başlangıcına yerleştirdiğim “GAT /Give And Take / Ver ki alasın” ın amacı bunu vurgulamaktır. Yankı’ya yaşam demekle, yaşamın yaptığımız davranışların aynası olmasıdır. Şimdi burada “ayna olmazsa yüzümü, dostlar olmazsa özümü göremem” sözünü bir kez daha yinelersek yazımın girişindeki maviyi ve kırmızıyı bütünleştirmiş oluruz.

Gelelim “yedinci Onluk” bölümüne ki dünle bugünün buluştuğu dilimdir.

7.Yedinci onluk (başa dönüş / 2006-2015): Altmışlı yaşlarımın tümü. CINOS’ta emeklilik öncesi ayrılış oriyentasyonunda son üç yıl. Beni mutlu etse de CDM (Yetkinlik Geliştirme Müdürü) çerçevesinde çatı altında serbest yaşam. İşe gitmesem daha memnun olacaklar. Bir başkası gelip rahatlarını kaçırmasın diye bir boşluğun doldurulması hem de taşeronlukla. Komik bir durum. Bunu dert etmezsem herşey güllük gülistanlık. Kimi işler sarpa sarsa da izleyici bir etkisiz eleman olmak rolü; daha ötesi değil. Kuşkusuz rahat durursam. Yaş altmışın ortalarına gelmiş daha ne işin var çek git Çeşme’ye dese de ruhum beklemedeyim. Mr. Baumann ile 1985 de başlayan CINOS dönemim yine bir yabancı (Mr.Juric) ile tamamlanmış oldu (2009). Hem de her iki taraf için de mutlu, mesut. Diğer pekçokları gibi yasal bir çatışma süreci yaratmadım. Bana yakışmazdı. “FE şöyleymiş, muvazaa varmış, vb” nedenlerle yasal bir arayış bence benim için nankörlük olurdu. Birkaç kişinin tahrikine rağmen aklımdan bile geçmedi.

Birkaç filme kareler eklediğim bu dönemin orta yerinde MAS (Mustafa Artık Serbest) kavramıyla yine de arayışlar içindeydim. CINOS’un Syngillerine komşu Temsil Plaza’da Hostcini’de kendime özel bir köşe yaptım. Bimer projektör aldım. Toplantı salonu düzenledim. Bir ay geçmemişti ki eski dostlar PLN grubuyla Afyonkarahisar’da mini bir SSTC uygulaması gerçekleştirdim. Çok mutlu oldum. İkinci ay ABG u aynı yolculuğa çıkarmak için eski dostum (hep dsotum) Dr.MD’i ziyaret ettiğimde otoriteye yakın olup 28 ayımın geçtiği bir beraberlik içinde yer aldım. Malatya, Isparta ile başlayan dönem Edirne’den Urfa’ya Adana ağırlıklı olarak yeni bir lasnman programı için Türkmenistan ve Azerbeycan’a uzandı. Böylece CINOS döneminde Singapur-Brezilya arasında ve çoklukla İsviçre ve çevresinde geçen iş yaşamımda yerli bir patron şirketinin Türki Cumhuriyetlere açılımındaki öğretilerin izleri de yerini aldı. Böylece insanların sabırlı olmalarını isterken ben de sabır ve sebatı bir kez daha perçinledim. Özellikle en potansiyel bölgede tıpkı uzunçalar gibi öfkeli ve kibirli bir aracıya mahkum kalmanın açmazlarında bu sabrın çok kez sınandığını gördüm. Değer miydi ? Parası bir yana özellikle gelişmekte olan yerli bir şirkete “imovasyon” becerisi (taklide değer) katma gayreti içinde sınırları sınamak ve deneyim kazanmak için değerdi. Kendime biçtiğim süre bir yıldı ve 28 ay sürerek beklentilerimi aştı. Ta ki 47 derece sıcaktaki Kırıkhan pamuk tarlasında yaptığım bir video çekimden sonra Adana’da otel odama çekilip de önce kendime “ne işim var burada; ben ne yapıyorum ?” sorusunu sorup sonra da patrona, genel müdüre ve finans müdürüne yazdığım bir iletinin ekindeki bir sayfalık “otorite kim ?” sorusunu açıklamamdan iki gün sonra ilişkimi kestim. Hem de diğer pekçoğunu ayrılış biçiminden çok daha iyi olarak; sorunsuz olarak.

Ardından PLN ve AGS ile “proje (görev” çerçeveli” kısa bir beraberlik ile mesleki arşivimi zenginleştirip SSTC ile başa döndüm. Sevgili Utku ile tanıştım. Farklı sektörlerden seçilmiş firmalarla birkaç SSTC bazlı öğrenme yolculuğu gerçekleştirdik. Bu arada mum gibi olmayıp çevreme ışık verme arayışına döndüm. Önce telefonda iletişim ve daha sonra satış olarak başlayan ortak arayışlarımız bugün program yapma ve buna uyma gayreti olmadan kendiliğinden gelişen konu ve ilişkiler için gerçek doyum noktasına ulaşmakta. Bugün Netdirekt, Netin ve diğer yan kuruluşlarında özellikle ilişki ve iletişim konusunda yeri geldiğinde “bir bilen benzeri” öykülerimle yol göstermeye çalışıyorum. Böylece hızla gelişmekte olan bilişim sektörü içinde gençlerle daha dinamik ve fakat beni yormayan ilişkiler içinde Çeşme odağında “C13” beraberliğinde şükür ve şükranlar dolu günler yaşıyorum. “Yaşam” olarak öykülendirilen “Yankı” nın ana mesajı olarak “daha fazla sevgi için daha fazla sevmeye”;daha fazla şefkat aradığımda daha fazla şefkat göstermeye“; “saygı istedğimde daha fazla saygılı davranmaya” özen gösteriyorum.

Yedinci onluk 2006 da dördüncü torunum İrem’in doğumu ve 2012 de Duru’nun doğıumuyla ABİDE‘nin “İD” si de tamamlanmış oldu ve bugün “sekizinci onluk” için gün sayarken bizi nelerin beklediğini bilmiyoruz. Sekizinci Onluk’un öncülleri Pakistan’da pişen yemek; Mest’leşerek gelişen serbest pazardaki akademisyen ve Yunt Dağında kilitlenmiş kanatlarla, Kafa Topu’yla gelişen Netgillerdir ki yarınlara olan umutlarımı artırıyor. Madem ki yaşam, verdiklerini almaktır; o halde biz de iyi şeyler, faydalı şeyler, doğru şeyler vermeye çalışıyoruz. Beklentilerimiz de umut dolu ve öyle de olacağına inanarak daha fazla dualarla yaşam gölünün karşı kıyısına kulaç atmayı sürdüyoruz.

Yazımın girişindeki kırmızılı öyküyü sonlandırayım:

“…”Öyleyse” dedi Sokrat “Arkadaşım hakkında bana kötü birşey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı “İşe Yararlılık Filtresi”. Bana arkadaşım hakkında söyleceğin şey benim işime yarar mı ?“. “Hayır gerçekten değil” dedi adam. “İyi” diye tamamladı Sokrat. “Eğer bana söyleceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar faydalı bir şey değilse bana niye söyleyesin ki“…”

Böyle davranabilince Sokrat olunuyor. Her ne kadar ben onları, Sokrat, Aristo ve Platon üçlüsünü “Batının SAP’ları” olarak tanımlayıp da “bozuk değilse onarma” şeklinde yaklaşımlarıyla “problem odaklı” gibi göstermeye çalışssam da… Platon’un “Hayat oyun gibi yaşanmalıdır” deyişine inancımla ve Dr.Deming’in öncülük ettiği “Kaizen” düşüncesinin dışında kalıyorlar gibi göstersem de gördüğünüz gibi Sokrat, iyi adammış. Sokrat’a kadare, o kadar eskiler gitmeye ne hacet. İki gün önce vefat eden ve bugün defnedilen rahmetli Demirel’e bakmak bile yeter bugünün saraylısının filtresinde yer almayan doğruluk, iyilik ve işe yararlılık erdemlerinin yoksunluğunda kimlerin nerede ne zaman nasıl tokatlamalarının tekmeletitirmenin küçük beceri sayıldığı ülkemiz siyasi atmosferin puslu havasında.

Allah sonumuzu hayreylesin. Yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü