Yaşam Büfesinde “Anı Madenciliği”

“…Gecenin bir vaktinde uyandığımda ilk aklıma düşen soru: “Şimdi ne düşünmezsem uykum kaçmaz ?” oluyor ve bu sorunun yanıtını bulmaya çalışırken, uykumu kaçırmayacak şeyleri ararken uykum kaçıyor.  Çok şükür ki; kaçan uykum beni rahatsız etmiyor. Böylece uyanık kaldığım sürece, en dingin zaman diliminde bir yarım saat daha eklemenin keyfini duyumsayarak yaşama hazzım artıyor (hadi canım sen de demiyorsunuz değil mi ?) . Öyle bir zaman oluyor ki rüyalar gerçeklerden daha fazla anı madenciliği yapmama neden oluyor. Belki de bu algıyı oluşturan yetmişi üç geçe yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken yorgun kulaçların verdiği şükür ve şükran dolu hazdır tıpkı çok bilinen şarkıdaki uyanışın öğretileri gibi: “Geceleyin bir ses böler uykumu; için ürpermeyle dolar...” Dün gece neler oldu da bugün beni yine yazmak için motive etti ?…”

Nasıl başlarsa öyle gider; Soma’dan Tepecik yoluyla Karşıyaka ve Kırkoluk (fotoğraflar “Dağa Kaçtım” dan)

Merhaba

Rutinlerin güzelliğini bilir misiniz ? Fazla dikkat etmeniz gerekmez. Hem gücünüz olur hem de zafiyetiniz rutinleriniz; alışkanlıklarınızla sürüp giden eylemleriniz içinde. Kolaylığın keyfinde dikkatli olmak gerek.  Sabah uyanıp da “seni kırda görmüşler; saçına tel örmüşler; yedi yıl düşünmüşler, bana layık görmüşler…” dizelerini tekrarlamak bana her sabah Duru ile berabermişim hazzı veriyor çayı demlerken, ekmekleri kızartıp da domatesleri keserken. Çünkü Duru ne zaman bize gelse, biz ikimiz ne zaman mutfağa girsek ikimiz de aynı dizeleri söylüyoruz. Ablası İrem, Duru’nun yaşındayken “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” söylerdi; Duru ise; “Seni nerde görmüşler ? Kaç yıl düşünmüşler ? Kime layık görmüşler ?” sorularını melodi ile yanıtlarken soru sorma becerilerini rutinine alıyor ve güncelin dinamiklerinde yarınlarını şekillendiriyor aslında. Her ikisinin mesajları da apayrı güzellikleri yansıtıyor. Böylece sabahtan başlayan rutinler, gece yarısının çevresinde uykuya gidişe kadar gün boyu işimi kolaylaştırıyor. Böyle olunca da “Ne yapsam acaba ?” diye düşünüp de sıkılan emeklileri anlamakta zorluk çekiyorum. Rutinlerinizi keyifli kılmak elinizde.  Hem de meccanen (bedava). Hele bir de sağa dönüşlerin keyfini hâla yaşıyorsanız kimse değmesin keyfinize; tam bir kaymaklı ekmek kadayıfı. Gecenin bir vaktinde uyandığınızda siz ne yaparsınız ?

Dün gece uyandığımda iki şey oldu. Önce iki şeyin sarmalından kurtulmak için çaba sarf ettim. Yine aynı soru canlandı beynimde uykulu gözlerim yarı açıkken: “Şimdi ne düşünürsem uykum kaçmaz ?” sorusuyla. Hemen her gece uyandığımda kendime sorduğum bu soruya bilinçaltının ilk yanıtı “Enstitü arazi arabalarını ve her arabanın şoförünün isimlerini düşünmezsen uykun kaçmaz oldu”. Ve akla düşen “pembe fil” yine yapacağını yaptı, “geri tepme etkisi” başlamıştı bile ( https://www.youtube.com/watch?v=OCbWCKvaZO8). Sıralamaya başladım. 35 ED 078 çift sıralı Dodge’u Konyalı Mehmet (Çiftçi) kullanırdı. Konyalı Mehmet’in Türkçe ve Coğrafya sınavını düşündüm yarı uykulu gözlerimdeki kısık bir gülümsemeyle. Benzeri olan 35 .. 110 plakalı “Desoto” markalı diğer aracı da Recep Toktaş kullanırdı. Recep’in omurga sorunu vardı. Beli bükülmüştü. Buna rağmen devlet memurluğu maaşı az geldiği için ileri yaşında istifa edip kamyon şoförü olmuştu. Kimbilir ne sıkıntılar çekti sağlık sorunu ile ağır yüklerin altında o yaştan sonra… 35.. 393 en çok sevdiğim kaptıkaçtı türü, tank gibi ve zamanının en konforlu arazi aracı idi ve  Chevrolet idi ve sürücüsü de EÜ Ziraat Fakültesinden Enstitüye transfer olan Hasan Toka’ydı. Bay Toka hepsinden farklıydı; daha bir üst sınıf sürücü idi her haliyle. Servis otobüsünü de kullanırdı Murat Çetin’le değişimli olarak. Hasan’ı kendimize daha yakın bulduğumuzdan olsa gerek yetmişli yıllarda Gönen Tahirova (Alman Çiftliği)’ya yaptığımız yolculukta misafirhanenin aynı odasında (salon demek daha doğru; sıralı altı yedi karyola vardı) hep birlikte yatınca ertesi sabah çiftlik müdürünün bizi bir kovmadığı kaldı. Sebep, işçi/memur/mühendis aynı yerde yattığımız için disiplini bozmuşuz. Murat’ın kullandığı arazi arabası ise en eskilerden biri olan ve her yeri dökülen LandRover idi. Öne rahmetli Coşkun otururdu. Biz (ben, Öğüt ve Erol Birgüncan) arkaya oturduğumuzda ayaklarımızın tabanı yanardı alttan geçen eksoz borusunun kızgınlığından. Çünkü tabanında hiç bir izolasyon olmayan dümdüz saçtandı. Murat da Hasan gibi EÜZF den transferdi. Hatta Murat’la 1966 yılında Fakülte’de Köy Komisyonunda iken Tire’nin Küçükkale Köyüne gitmiştik servis otobüsüyle ve otobüs bozulunca otostopla dönmüştük (evliydim; ben ve Nezuş). Bir de adına “bombarder” dediğimiz 35 FK 260 vardı, Inter markaydı ve onunla dağlar tepeler aştık bazen şoförümüz Mustafa Atatoprak’tı; bazen de geçici olarak çalışan Mustafa Demirezer’le . Bir keresinde Fethiye-Seki Yaylasına çıkmıştık üç Mustafa olarak ve Berberis bitkilerinde Pas Hastalığının makrosiklik yaşam çemberinin ara konukçudaki evrelerini gösteren örneklerle dönmüştük. Bu bulguyu da yayın yapmıştık. Bu seyahatimiz sırasında ben ve sevgili Öğüt, iki mühendis olarak üzerimizde eski püskü, dökük arazi kıyafetleri varken köy kahvesine oturduğumuzda tüm köylüler Şoför Mustafa’nın etrafını sarmıştı. Çünkü şoför Mustafa siyah takım elbiseli ve kravatlıydı. En cefakar olanı da çok bir çocuklu Hüseyin Özkaracan idi ve en eski yeşil Jeep marka aracı kullanırdı. Gönen yollarında çeltik çalışmalarında çoğu geceler aracın içinde uyurdu; misafirhanede yer bulamayıp da Tayyare Otelinde konaklama parası ödeyerek kaldığımızda. İşte bu araç/şoför sıralamasına anılarını da ekledi aklım beynin kıvrımlarında, gecenin bir vaktinde Sistem1 ve Sistem2 etkinliğinde anı madenciliği yaparken. Bu kez “madencilik” sözcüğünden Soma’ya ve Soma’daki çocukluk anılarıma uzandı gözlerimdeki uyku mahmurluğu azalırken. Bu yetmedi. Soma’ya uzanmışken önceki yazılarımdan birinde yarım kalan “Kırklar”dan bildiklerini yeniden sıralamaya başladı. Bu anı madenciliğinde neler buldu ? Kırkoluk’a takıldı kaldı aklım ve…

Kırkoluk nerededir ?

Ellili yıllarda henüz evlere belediye suyu yeni yeni verilirken mahalle çeşmelerinden sular hâlâ kesintisiz akardı Soma’da. İzmir’de bile vardı ve adı “Osmanağa Suyu” idi. Bu “Osmanağa Suyu” nun bedelsiz oluşu ve hemen her çeşmeden bila bedel (bedelsiz) akıyor oluşu kimi özdeyişler yaratmıştı halk arasında. En eskisi sağa dönüşlerin keyfine kendini kaptırıp da gözü etrafı görmeyen keyif düşkünleri için söylenir olmuştu; içine birazcık da sağlık uyarısı ekleyerek. Diğeri de en son versiyon olarak 2009/2010 gelişme sürecinde “dublenin triplesi” ni yaşarken öylenmişti plansız, programsız talepler için (örneğin 15 t planlayıp da 45 t satış bağlantısı yapanlara “bu kadar aktifi nerden bulayım; Osmanağa Suyu mu bu ?” demekten kendini alamamıştı otorite). İzmir’in Osmanağa Suyu varken Soma’da çocukluğumun benzer suları nelerdi ?

Soma’ya döneyim. Hemen bizim sokağın üst tarafında sol köşede bir mahalle çeşmesi vardı. Bizim sokak yokuştu. Yokuşun başındaki köşede etrafı yüksek taş duvarlarla çevrili Ahmet Amcanın bahçeli eski, köhne bir evi vardı. Bahçesindeki bademler baharda biz yaramaz çocukların, hepimizin hedefi olurdu. Yaşlı Ahmet amca huysuzdu. Hoş benim çocukluğumun beş ila on üç yaşı arasında (1950-58) bana göre, benim tanıdığım Soma’nın tüm erkekleri huysuzdu; babam dahil. Belki de bana huysuzluk olarak gelen esas konu uyguladıkları sıkı “disiplin”di. Ben ne kadar yaramazsam disiplin de o denli katmerleşiyordu. Çocuklar akşamları sokağa çıkamazdı. Bu kural ne kadar sert olursa bizim akşamları sokağa çıkma hevesimiz o kadar artardı. Ne kadar yasak o kadar yasağı delme gayreti; insanın doğası bu. Ahmet amcanın bahçesinden köşedeki çeşmeye uzanan incir ağacının dalları vardı. Ben dalların ucundan gövdesine doğru ağaca tersten tırmanmayı severdim. Çeşmenin yalağına düşüp de yaralandığımı hatırlarım. Çocukluğumda diz kapaklarım ve çevresi hiçbir zaman yarasız beresiz değildi. Hele bir de yara kabuk bağlamaya başladığında ve kabuk tam olgunlaşmadığında kopartıp yeniden yara oluşturmasını severdim. Bu özellikle mazoşist olmak demek değildi. Bence engellenemez bir alışkanlıktı. Çocukken kallus dokusu oluşumunun faydasını bilmiyordum. Ne zaman öğrendim ? Sünnetten sonra sünnetçinin bağırtarak bir hafta boyunca her gün yaptığı pansuman tıpkı yara dokusunun üzerindeki kabuğu koparmak gibiydi. Benim çocukluğumda “bugün sünnet yarın deniz” uygulaması henüz yoktu. İşte o çeşmenin yalağına su içmeye gelen Eşek arılarını ıslak gazete ile yakalardık. İğnelerini çıkartıp bacaklarına iple kibrit çöpü bağlayıp yerden bir metre kadar yukarıda uçurturduk. Böylece mahallenin çocukları eşek arısının arkasından koşturur dururduk. Eşek arısı olmazsa Şeytan Uçurtması uçururduk. Biz taşranın sokak çocuklarıydık ve gerçekten de ele avuca sığmaz yaramazlardık. Belki de bu nedenle Tom Sawyer’i, Huckleberry Fin’i çok sevdim çocukluğumda (http://www.imdb.com/title/tt1977087/ ). En çok da Tom’un, halasının ceza olarak verdiği bahçe çitlerini boyama işini nasıl da eğlenceli kılıp, gelir getiren bir ürün gibi mahallenin çocuklarına bir bedel karşılığı pazarladığı aklımda kaldı. Bir benzerini de ben yaptım ilerleyen yaşımda. Nasıl mı ?

CINOS’un son evresinde ŞŞ.den gelen elek altı ürünü (tohum, ilaç karışımı) para verip de imha etmek yerine başta doktorumuzun kiraz bahçesinde olmak üzere yararlı bir tüketim ürünü haline getirmiştim. Fakülteden FKB’den sınıf arkadaşım olan ve ikinci sınıfta Tıp Fakültesine geçip de hekim olan Dr.ÖU fabrika doktorumuzdu ve Kemalpaşa’da kiraz bahçesi vardı. Kiraz ağaçlarında kök çürüklüğünden şikayetçiydi. Tohum ilaçlamasından elek altı olarak ıskartaya çıkan ve imha etmek için geri alınması taahhüt edilmiş olan tohum/ilaç karşımı bir tondan fazlaydı. İmhası için beş, altı bin € ödemek gerekiyordu. Aslında tohum/ilaç karışımının kimyasal yapısı fevkalade iyiydi. Uygun yerde kullanılırsa mükemmel bir etki gösterebilirdi. Bana göre bir milli servetti. Toprak orijinli en güçlü zararlı kompleksine karşı en iyi (etkili ve emin) kombinasyona, en geniş etki sprekturumuna sahipti. Gübre gibi de kullanılabilirdi. Tek sıkıntı kiraz ağaçlarının sağlığına katkı sağlarken bahçenin yemyeşil pancarla kaplanacak olmasıydı. Bunu da yeşil gübre olarak kabul ederse kullanıcı sorun olmazdı; olmayacaktı. Sorun olmadı da. Üstelik memnun da oldu doktorumuz. Demem o ki; size (ve diğerlerine) külfet gibi gelen kimi durumları, ürünleri, hizmetleri biraz gayretle, azıcık farklı bir pencereden bakışla ve özellikten, avantajla faydaya yönelerek nimete çevirebilirsiniz. İşte bu amaç için sizi öğrenme yolculuğuna çıkaran ve bu yolculukta rehberlik eden, sizi ustalaştıran SSTC prensipleridir. Bu düşünce tarzını alışkanlık kılmaya katkı sağlama gayretini anımsıyorum. Yetmişli yılların başlarında Üniversite/Enstitü ortak programı sonunda uzun süreli (üç ay) Fitopatoloji Kursunu bitirip de Enstitü kütüphanesinde sertifikalarımızı veren rahmetli hocamız Prof.Dr.İbrahim KaracaNasrettin hoca eşeğe neden ters binmiştir ? ” diye sormuştu bize. Bu soru ile verilen mesaj yukarıdaki anının ana fikrine benzerdir. Sorunları bildiğiniz yollarla çözmekte zorluk çekiyorsanız farklı bir açıdan bakmayı deneyin demek istemişti hocamız. Ben de MASlaşma dediğimde “yapmakta zorlandığınız şeyleri farklı yapmanın yollarını bulun diyorum MAS’ın “Smarter” olan “S” ile; ve bunun için de “İZF sorgulaması yapın; kendinize üç soru sorun; farkındalığınızı geliştirin ve …” diyorum. Her neyse mahalledeki çeşmeden Kırkoluk’a uzanmaya çalışayım.

Kırkoluk, Soma’nın küçük bir dağ köyünde caminin hemen yanı başında akan suların aktığı olukların sayısıdır. Kayalardan süzülüp gelen mis gibi, tertemiz sudur Kırkoluk’un suyu; hem de madenciliğin odak yerinde. Üstelik öyle bir kaynaktır ki Soma susuzluk sıkıntısı çekerken gözünüzün önünde akıp gitmektedir gürül gürül. Soma içinde de bir benzeri vardır. Ancak onun oluk sayısı azdır. Onun adı “Dokuzoluk”tur. Kadınlar ellerinde tokaçlarla çamaşır yıkarlardı Dokuzoluk’ta. Kırkoluk’un olduğu dağ köyünün adı benim çocukluğumda “Tarhala” idi. Şimdilerde “Darkale” olmuş ki konumuna göre daha anlamlı isme kavuşmuş (http://dagakactim.blogspot.com/2012/03/somadan-oteye-gizli-dunya-darkale.html ). Sokakları daracıktır. Eşek ve koyunları anımsarım sokaklarında ve bu nedenle Heidi’ye kanım kaynamıştır (https://www.youtube.com/watch?v=dyV97Up6mEI). Şimdi yazımda bir yol ayrımına geldim. Ne yapmalı ? Nasıl yapmalı ? Hangi yoldan gitmeli ?

Amacım net değilse tıpkı kedinin Alice’e söylediği gibi “Amacın net değilse, hangi yoldan gittiğinin önemi yok; her yol seni bir yere çıkarır; hedefine ulaştırır…” Peki nereye ? İşte bu sorunun, daha doğrusu “kendini sorgulama“nın önemi nedeniyle iş dünyasındaki öğrenme ve ustalık yolculuklarında “Alice Harikalar Diyarında” kitabı bir çocuk kitabı olmasının ötesinde önem ve anlam taşımaktadır (http://www.eokul-meb.com/alice-harikalar-diyarinda-kitabinin-ana-fikri-91505/). Neden ola ki ? Hep söylediğim gibi: “kendinizi sorgulayın; farkındalığınızı geliştirin; özgüveninizi yükseltin ve sizi motive eden nedenlerinizi bulun” adımlarıdır Alice’in serüvenine “harikalar diyarı” kılan. İşte bunu paylaşan görüşlerden biri:

“… Alice genç yaşta bir kız çocuğudur ve bir gün bir tavşanın peşine takılarak masalsı bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta yeni şeyler keşfeder, değişik arkadaşlıklar edinir, başına ilginç bir çok şey gelir. Alice bazen eğlenir bazen ise oldukça korkar. Normalde ne yaparız? Çoğu kişi korkularından kaçar ve onlarla yüzleşmez ve yıllar geçtikçe korkular git gide büyür ve bizim için yüzleşmesi inanılmaz zor olan bir hâl alır. Alice’e baktığımızda bir süre sonra korkuları ile yüzleştiğini, onlar ile başa çıkması gerektiğini ve korktuğu şeylerin aslında hiç o kadar büyük olmadığını fark ediyor. Bu kitaptan da anlıyoruz ki bizler korkuların esiri olmamalı onu gözümüzde büyütmemeli ve yüzleşmeliyiz. Onlarla yüzleşerek ve başa çıkarak kendi içimizdeki gücü farkederiz ; kendimize olan güvenimizde artar. Kendine güveni olan insan hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir şey onu korkutamaz ve başarıya ulaşmak için ilerlerken karşısına çıkan bütün engelleri geri adım atmadan, o engellerden kaçmadan çözmeye çalışır ve sonunda başarıya ulaşır. Bizlerde mutlu ve başarılı bir hayat için bizim gözümüzde büyüyen şeylerden kaçmamalı onlarla yüzleşmeliyiz bu şekilde tüm sorunları halledebilir ve istediklerimizi elde edebiliriz...”

Sonuç; güç sizde. Siz yeter ki isteyin. Size hiç bir dilek verilmemiştir ki gerçekleştirmek için gerekli olan güç de beraberinde verilmemiş olsun. “Kırklar“dan sadece “Kırkoluk” bugün yazımın çerçevesi içinde girdi. Soma’daki çocukluğumda yokuş olan sokağımızdaki mahalle çeşmesinde Darkale’nin Kırkoluk’una uzanırken yolun başlarında Dokuzoluk vardı. Yolun ortasında her Hıdırellez’de toplantığımız, bizim Yassıtepe’deki zeytinliğimizin hemen karşısında Cennet Çeşmesi vardı. Oraya gitmeyip de özellikle Nevruz zamanında ilk kırlara açılıp da küçük tepeciklerden laleler topladığımız Pomakköy (daha sonra adı Turgutalp oldu)e uzanırsa yolumuz un değirmenlerini döndüren etrafı yüksek taş duvarlar çevrili su kaynaklarına uğrardık. Bu suların bir ismi var mıydı ? anımsamıyorum. Çocukluğumda “Avare Kasnak”ların çıkardığı yüksek sesleri dinlerdim bu suları izlerken keyifle. Zeytin toplama mevsimi geldiğinde ise doğuya, Kırkağaç’a doğru yola koyulurduk. O yolda birkaç tarlamız vardı. Bunlar hemen şehrin çıkışında “Bakla Tarlası (ki daha sonra Soma futbol sahası oldu), Akpınar (ki daha sonra Soma mezbahası oldu), Vargel altı, Uzun Tarla ve Uzak Tarla idi”. Yassıtepe’dekiyle birlikte toplam altı tarlamız vardı Soma’da. İşte Uzak Tarlaya gidiyorsak Vargel altından geçerdik ve birkaç doğal çeşme çıkardı önümüze. Bunlardan ilki “Çamlı Faslak” idi. Soma’nın etrafı su kaynaklarıyla çevriliydi. Ancak henüz belediye bunları evlere ulaştırmak için yeterince aktif değildi. Kaldı ki ulaştırdığında bile sular kesintili akardı. Yine de Soma ile Kırkağaç arasında sınırda kalan ve aslında Kırkağaç’a daha yakın olan “Boğaz“daki akar su için kavga ederdi iki komşu şehir (kasaba). Bu su üzerindeki un değirmeni de (sanırım adı Güllüce idi) çocukluğumdaki anılarımda yer tutar, buğday götürüp un getirmek ve değirmen taşının dönüşü ile yeni öğütülen unun enfes kokusunu dün gibi hissediyorum. Ne günlerdi ama ? İşte “uykumu kaçırmayacakları” ararken dün gece uyandığımda anı madenciliği ile bunlar yel gibi geçti aklımdan ve uykusuzluk da keyifli geldi bana. Ya daha sonrası ?

Darkale ve Kırkoluk ile Soma’daki çocukluğum ve ergenliğe geçişin ilk adımları (1945/1958) aslında Tepecik (Zeytinlik)teki esas öğrenme yolculuğumun (1958/1987) öncülleriydi. Hemen her şey “Yaşam Mimarlığı” ve “Copculaşma” adımları bu aradaki 29 yılda şekillendi. Bakkal Fahrettin’in oğlu; Tilkilik Erkek Ortaokullu, Atatürk Liseli ve EÜZiraat Fakülteli okul yıllarından sonra Bornova ZMAEnstitüsünde geçen 16 yıllık araştırıcı-mühendisliğin yapı taşları hep bu 1148/1171 ve 1159 sokaklardaki yaşam büfesi önünde sıraya girme, yaşam gölünde kulaç atma ve yaşam treni vagonlarında ilerlemeyle oluştu. İşte bu günlerin ardıllarında da bugün, otuz birinci yılını (1987/2018) yaşadığım Karşıyaka’lı olmanın şükür ve şükran dolu keyifli günleri var. Her şeyin bir bedeli var. Keyifliyiz gecenin bir vaktinde “ne düşünürsem uykum kaçmaz” sorusuyla pembe fili aklıma düşüreciğimi biliyor olsam da ; çünkü C13 olarak hepimiz Mavişehir odağında beraberiz bir tıklık uzaklıktayız.  Daha ne ister insan ! Binlerce şükür.

Şimdi “bu yazıma nasıl bir görsel bulurum ?” sorusuna yanıt ararken de bu gece uykum kaçacak. Varsın kaçsın; anı madenciliğine değer bence…Kalın sağlıcakla.

Öykücü