Yaşam Büfesinde “Sepet ve Kafa”

“…Klozetteki kılları görünce Sezarın Sezerini anımsadım tiksinerek. Zaten sevmezdim; o sözlerinden sonra yüzünü görmeye dayanma gücüm kalmadı. Ne günlere kaldık Allah’ım !…Muhabirin “Kafanız kaşındığında şapkanızı çıkarıyor musunuz ?” sorusuna “binaenaleyh…” diyerek söze başlayan sevimli ve tombul mühendis yüzündeki gülümsemeyi artırarak “kıçınız kaşındığında siz pantalonunuzu çıkarıyor musunuz ?” diyerek soruya soruyla yanıt vermişti…Bir süre sonra ikisi de rahmetli olan ve biri “klasik” digeri “romantik” iki lider de aynı mekanda gözetimli dinlenmeye alınmışlardı. Onları bir süre izole edenler kahraman gibi yaşayıp hain olarak öldüler. Aydın-Koçarlı’nın “Kasaplı Köyü” çevresindeki kır kahvelerinde akşam üzeri sohbetleri yapan kırmızı tulumlu adamın sözlerini davul ve zurnayla, tozu dumana katarak şose yoldan geçen konvoydaki “kurtar bizi baba !“sesleri bastırıyordu…Ve bugünlere baktım da enseyi karartmamak için tutunacak yılan aradım yaşam gölünde kulaç atarken…”

Babalar ve oğullarla güncellenen bakışlara eriştiren öğrenme yolculuğundaki sorular

Merhaba

Uzunca bir süre ara verdim. Sezonun getirdiği ekstra sağlık sorunları içinde düze çıkmak için azıcık katkılarım yanında kafa sağlığımı korumakta güçlük çektim. “Emeklilikte en zor şey (ya da hüner) para harcamadan vakit geçirebilmektir” sözüme kendim de inanarak bazen arayışlarım oldu elimde fenerle gündüz vakitleri. Kasım-Aralık ayında aldığım beş kitabı (3 Özdil; Tonguç ve Enstitüleri; Can Öyküleri) da tam okuyamadım. Odaklanamadım. Aklımın ilgisini toparlayamadım. Düzenli okuyabildiğim ve fakat sonlandıramadığım Tonguç ve Enstitüleri uzunca süre (üç hafta her gün saat 10.30/12.00 arasında) elimden düşmedi. Çünkü Nezuş’un fizik tedavi uygulamaları sırasında koridorda beklerken bu kitapla zamanın geçişini ve geçtiğini hissetmemeyi öğrendim. Bu kitabı okurken Köy Enstitüleri ile çocukluğumun anılarını (rahmetli Mustabey amca; Saatçı Mustafa), günümüz Hindistan’ında Bunker Roy’un “Yalınayaklar Koleji” ni ve rahmetli Atatürk’ün askeri okullar için önerdiği “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitaplarını harman etti aklım. Yaşarken ve özellikle de yaşam gölünün karşı kıyısının  göründüğü yetmişi aşan, elenecek un kalmadığı için duvara asılan eleğe bakan gözlerdeki eğitimin yürek acısı durumuna duyulan hüznün gölgesinde yitip giden fırsatlara üzüldüm. Bu üzüntüler beni nasıl oldu da “Sepetli Kafa” ya da “Sepet ve Kafa” beraberliğine götürdü ?

Yumuşak lider zafer kazanmış komutan edasıyla elindeki kağıtları kürsüde sallarken “tamam şimdi bir şeyler olacak” umudumu güçlendirdim. Ne var ki uzun adamın becerisi ve otorite olmanın baskısı somut görünen durumu bile bir adım öteye taşımadı. Üstüne üstlük hakaret düzeyine varan yakıştırmaları da beni alıp seksenli yıllardaki “Bizimkiler” dizisindeki “Dumkof” a götürdü. “Kelle ” sözcüğüne gidince aklımın bir köşesi rahmetli sınıf arkadaşım Prof.Dr.Ali Kelle geldi aklıma. Sazını sözünü ve deneyimli biri olarak 1963 de başlayan beş yıllık beraberliğimizdeki çatışmaya varan özel ilişkilerimdeki gelgitlerle onu ne denli özlediğimi anladım. Man adasından yola çıkan kafa yapısının çağrıştırdığı Kelle, Baş, Kafa gibi sözcükler ard arda sıralanıp gereksiz yere uykusuz geceler yarattı. Sepet bunların arasında neden girdi ?

Dün Netgillerle yaptığım keyifli sohbetin öğle arasında “Müdavim”e eriştikleri kanal olan “Yemek Sepeti“ni düşündüm. Bugünün ticari markası olmasının öncesinde yaşamımda yer alan bir başka yemek sepetiydi aklımın odağına oturan. Lise yıllarımın (1960-1963) bekar, romantik aşık ve sonrasının nişanlı (1964) ve hatta evli (1965/66) dönemlerinde “Bakkal Fahrettin”in oğlu olan ben (Tepecik 1148 sokak, Sakız Bakkaliyesi) Mustafa’nın Ramazan aylarını düşündüm yemek sepetinin çağrıştırdıklarında. Bu altı yıllık bakkal oğlu olmanın son dönem sürecinde her an (yemek, içmek, ders çalışmak, sinemaya gitmek, sevgililerimizle buluşmak) birlikte olduğum dostum, arkadaşım, rahmetli, sevgili Prof.Dr.Latif Çağlayan’dı benimle kardeş gibi birlikte olan. Lâtif, Şaban (Prof.Dr.Eren), Mahmut, Nail ve ben ancak okuyarak Tepecik’ten kurtulma şansı olan ve Kahveci Yılmaz, Polis Abidin gibi koruma kalkanları içinde kenar mahalle yaşamını sorunsuz ve keyifli yaşayabilen şanslı sokak çocukları gibiydik. İşte bu bakkal oğlu yapılı altı yılın Ramazan aylarında babam eve iftar yemeğine gider ve biz (ben ve Latif) bakkal dükkanında kalırdık. Kışa gelen aylarda sabahtan yakılan azıcık kömürlü bir mangalın dayansın diye küllendirilmiş sıcaklığı çevresinde ders çalışırdık. Ara sıra da mahallenin delisi (hoş adamı) yaz kış paltolu Hasan’ı çağırır iki şarkı söyletirdik. İşte bu günlerin iftar saati yaklaştığında rahmetli annem elinde bir sepetle gelirdi evden bakkal dükkanına. Sepetin içinde her zaman Tarhana çorbası; özel bir pişirme tekniği ile çok farklı şekilde tatlandırılmış kıymalı yumurta ve salata ile tatlı olurdu. Lâtif mutlaka oruçlu olurdu. Ben ara sıra tutsam da annem bana kıyamaz “sen talebesin ders çalışman gerek; aç kalırsan aklına girmez. Günahları benim olsun” der ve oruç tutmamda ısrarcı olmaz, hatta tutmamam için teşvik edici olurdu. Benim annem tarikattandı. Hoşgörüsü çok yüksekti. Annem tüm sıkıntılı süreçlerde bile bir kez olsun güller arasındaki dikenlerden şikayet etmedi ve her zaman “Allah dikenler arasında gül yaratmış” diye şükrederdi. Annem hiç üşenmezdi. İftar saatinden öne bize sepetle yemek getirir; daha sonra da eve dönüp babama hizmet ederdi. Bu kadar mı ?

Hayır. “Yemek Sepeti” ne elbise giydirdi annem daha sonra ve onu daha uzak yerlere taşıdı hem de 1966 dan babam YSE den emekli oluncaya kadar yaklaşık on beş yıl boyunca gocunmadan; bir hizmet yapmanın gönül huzuruyla. Ondan bu öğretileri tam olarak almış, içselleştirilmiş ve özveri ile güçlendirmiş olan eşim Nezuş da aynısını ve daha fazlası yapageldi. Hatta fizik tedavi sonrası iyi olmak yerine ayağını sürüdüğü en ağrılı günlerinde bile. Buna dayanarak geçen gün Kerem’e sitem ederken gerçekten de elli yılı aşkın süredir her koşulda bu özveriyi özgünlükle sürdüren Nezuş içindi beklediklerim. Yoksa ben yetmişli yılların sonlarında her pazar akşamı babamgillere yemeğe gitmeyi bir yük görürdüm. Babam ise yaptırımcı disipliniyle bunu metazori de olsa kurmuştu. Elli yılı geriye döneyim. Altmışlı yılların ortalarına doğu bakkal dükkanında işler ters gitmeye başladı. Kendimizi yenileyemedik. Rekabet arttı. Aşçı Hüseyin’in oğlu Fahrettin de karşımıza bakkal dükkanı açtı. Yeni bir dükkandı. Çeşidi boldu. Kendi mülküydü. Kirası yoktu. Yıllarca müşterimiz olan, her akşam üzeri kahverengi deri doktor çantasıyla SSK dan muayenehanesine gelen ve geçerken bizden Yenice sigarası alan ve beni, öğrenmemi, gelişmemi kitaplığındaki kitaplarıyla her zaman destekleyen, mahalle doktorumuz rahmetli Dr.Orhan Akdeniz bile o yeni dükkana gitti. Böylece iki üç sene kârlılığı düşük ekmek, sigara satışlarıyla direnmeye çalıştık. Sonunda kapattık. Kısa bir süre bocaladı babam ve çok geçmeden büyük oğlum Ümit’in doğduğu yıl (1966) rahmetli baldızım İkbal ablanın referansıyla YSE (Yol Su Elektrik ya da Yaşasın Süleyman Efendi) kurumunda gece bekçisi oldu. Babam memur benzeri böyle bir işe girdiğinde (1330 doğumlu) 52 yaşındaydı. İlk defa sigortalı oluyordu. Gerektiği süre kadar (5000 iş günü) çalıştı ve YSE den emekli oldu. İşte bu on beş yıllık süre içindeki on beşi aşkın Ramazan ayında annemin elinde yine “yemek sepeti” vardı. Hem de bu kez yemek sepetine elbise giydirmişti annem. Neden ?

Rahmetli babam çocukluk ve gençlik dönemlerinde çok sıkıntı çekmişti. Benim doğduğum ve rahmetli ablamın ilkokula gittiği kırklı yılların ortalarındaki İkinci Dünya Savaşı koşullarına hazırlıklı olma önlemlerinin bir parçası olan karneyle ekmek almanın damgalarını babamın “Kafa Kağıdı”nda hep gördüm. O cüzdanı sakladım. Bulursam bir gün blogama eklerim. İki defa askerlik yaparak ek sıkıntı çekmişti geride tütüncü eş ve çocukları bırakırken. Yol vergisini (!) ödeyemediği için Soma-İstasyon Yolunun yapımında çalıştırıldığını anlatırdı. Çocukluğumda hayal meyal anımsadığım gibi tütüncülükle geçen ilk evlilik yılları da sıkıntılı geçmişti. Sonrasında kahvecilik, köftecilik ve İzmir-Tepecik/Zeytinlik’te bakkallık derken çiftçi ve esnaf olmanın sıkıntılarında rahmetli babam aşırı disiplinliydi, zorunlu olarak yaşam gölünde kulaç atarken. Yapısı gereği azıcık huysuz da denebilirdi. İşte bu huysuzluk, disiplin ve “ataerkil” olmanın baskısıyla YSE de gece bekçisi olduğunda da Ramazanın her gününde evdeymiş gibi hizmet isterdi. Rahmetli annem iftar saatinden bir saat kadar önce yemek sepetini hazırlardı. Yine tarhana çorbası, yine kıymalı yumurta, bir ana yemek, salata ve tatlı. Elbise giydirdiği sepetle yola çıkardı. Tepecik’te troleybüse biner ve Konak’ta inip Coşkunoğlu İşhanındaki YSE e götürürdü iftar menüsünü ve babamla birlikte iftar ederdi. Sepete elbise giydirmek şarttı. Çünkü belediye (ESHOT) otobüs ve troleybüslerine sepet sokmak yasaktı. Evden götürülen yiyecekler konusundaki anılarımda daha neler neler var. Fakülte yıllarımdaki ekmek arası peynir domates gibi ya da büyük oğlum Ümit’in YSE nin altındaki diş laboratuvarında (Dişçi Hasan) yaz tatilinde çalışırken götürdüğü “sefertası”ndaki yemekler gibi. Tepecik’ten Karşıyaka’ya uzanan ve bugün Mavişehir’de toplanan C13 ün büyüme ve gelişme, değişme ve dönüşme serüvenindeki çok bedeller ödendi şu GAT Dünyada…

Peynirsiz HongKong (Ocak 1993) taki deniz ürünleri dolu döner tabla; Milano’da antre olarak getirilmeyen peynir tabağı ve “Desert” sözcüğünün söyleniş biçimiyle “Çöl” ya da “Tatlı” olmasının ortak paydası, Almanya’dan Kaymak siparişi yanında, 10195 kadrosunda çalışan rahmetli Dr.Coşkun Saydam’a “tatlılar senden abicim” deyişimiz; Komser Osman’la (67 li EÜZF Osman Yalçın) birlikte Salihli’ye doğru yola çıkarken Bornova Merkeze uğrayıp fırından iki sıcak ekmek ve bir paket Sana yağını içine koyup eriterek yememiz, yarım saat sonra Turgutlu’da çorbacıya uğrayıp kelle-paça, beyin çorbası içişimiz ve öğle olmadan Salihli’de Odun Köfte yiyişimiz biraz fazlaca pisboğazlık olsa da bu serüvenin keyifli, düşündürücü anıları (demek ki 2000 yılında by pass olmanın alt yapısı böyle hazırlanmış). Babamın emekli ve rahatsız olduğu seksenli yılların ortalarında Parmak Yalatan’ta (rahmetli Melih) kızarmış piliç gelinceye kadar masadaki bir şişe ketçabı bitirmemiz de aynı yolun öğretici olamamış olan hataları değil mi ? Akılsız başın cezasını ayaklar çekse de (by pass için gerekli damarlar bacaktan çekilirken) her Kurban Bayramı sonrasında geniş katılımlı, babam için çok önemli bir ritüel (tören) olan Sura Yemeğinin aksilikleri de hiç unutamadıklarımdandır.

Sözün özü; dün oğullarım bana hem yeni yıl hem de yaş günü hediyesi olarak yeni ve özellikli bir laptop aldılar. Çok sevindim. Daha geçen yıl teklif etmişlerdi. Eskisiyle idare ediyordum. İki eski (Dell ve Asus) laptop da çökünce sağolsunlar anında yetiştiler. Şimdi Netdirekt’teyim. Orada yazıyorum. Yenisine gerekli programlar kuruluyor ve ben eskisinden bu satırları yazarken Ümit’in Tac.lı günleri salimen iki gün sonra bitecek diye bir bakıma seviniyorum. Sevincimin temelini “tırtılın dünyanın sonu dediğine usta kelebek der” sözüne inanarak pekiştiriyor ve yeni yılın hepimiz için açık ve aydınlık yollarda hayırlar getirmesini diliyorum. Kalın sağlıcakla.

Öykücü