“…İnsanlar böyle şeyleri önemsemezler, yöneticiler de. Biz niye önemseyelim ki ? Onlar işçi sınıfından (muhtarlar) bahseder, ben de enayi ve avanaklardan. Bu da öyle bir şey. Onların 5 yıllık planları var, benim de. Tanrı’ya inanırdım, Tanrı’ya hâla inanırım dostum. Sen neye inanırsın ? … ve o kadar da kötümser olma. Durum o kadar da korkunç sayılmaz. Ne demişler ?… İtalya’da 30 yıldan beri cinayetler, terör, kavgalar ve kan dökmeler var. Fakat Rönesans, Michelangelo ve Leonardo da Vinci de onların eseri (bizim köprüler de gökdelenler de) . İsviçre’de kardeşlik ve sevgi hakim. Demokrasi ve barış 500 yıldır hüküm sürüyor ama yaptıkları ne ?...” < Yanıtı yazımın sonunda
Merhaba
Doğru söze ne denir ? Yukarıdaki sözler “Üçüncü Adam (Third Man)” filminden (İkinci kısım; 27 dk; Dönme dolaptan inerken yasal olmayan işlere bulaşmış olan Orson Welles, yazar ve dostu Joseph Cotton’a söylüyor hem de 1949 yılında yapılan bir filmde. Aradan 67 yıl geçmiş, ne değişmiş ? (http://unutulmazfilmler.co/the-third-man-ucuncu-adam.html ; http://unutulmazfilmler.co/the-third-man-ucuncu-adam.html?player=pub&part=2). İnanalım mı; inanıp da avunalım mı; ya da yarınlara güvenelim mi ? Bu sözlerde ne tür bir ruh hali gizlidir ? Bugün aklımın kıvrımlarına “Ruh” takıldı. Sabah ada yürüyüşümüz tam bir yaz sabahı gibiydi. Önce puslu gibiydi hava. Şimdi ise tam bir yaz. Dün Germiyan Köyünün Üçüncü Yılıydı Festival yolculuğunda. Pekçok güzellik “ham (raw)” halinde bırakılmıştı. Gayret vardı; gayretler artıyordu. Ancak her yerinden “Köylülük Ruhu” fışkırıyordu. Biraz daha gayretle ve birisinin liderliğinde neler yapılmaz ki ? Örneğin Alsace’da olduğu gibi “Yaşayan Müze” yapılır; bunu yaratacak düşünce ve ruh varsa. Eski bir köy evinin kapısına “Eski Değirmen” yazmışlar. Kapısı kapalı ve bu levhadan başka ne bir fayda var; ne sunulan bir güzellik. Neden ? Ruh eksik. Adamlar, ruhu olanlar, 1980 lerden başlamışlar Avrupanın her yerinden orijinal çiftlik binalarını çivisini düşürmeden sökmeye ve olduğu gibi aynen getirip Ungersheim’de otuz hektarlık alana monte etmişler. İçine ruh katmışlar. Hepsi fonksiyonel; işlevsel. Kimisinin içi toplantı salonu en moderninden; kimisinin içi otel enkonforlusundan. Öyle ki “Black Jack” bile kendine ait orijinal köy evinde demir döğmeye devam ediyor. Ne diyordu türkü ? “Demirciler demir döğer tunç olur…” Olur mu gerçekten ? Ruh varsa tunç olur ruh yoksa “nah” olur ? Peki buradaki nah nasıl şeydir ? Meraklısına Duru en canlı örneği ile en akılda kalıcı şekilde öğretir. Şimdi gelelim Germiyan’daki eve; duvarına “Eski Değirmen” yazmışlar ya… İ;şte onun içine küçük bir değirmen koysalar; kapısına da birkaç çuval çeşit çeşit buğday koysalar…Ziyaretçileri içeri çekip un öğütüp satsalar; işte o zaman anlarım ki bu Festivale ruh gelmiş. Katılımcıların ustalık ruhu gelişmiş. Bizimkiler napıyorlar ? Bakkaldan aldıkları yumurtaları “Köy Yumurtası” deyip onunu birbuçuk milyona satıyorlar. Katma değer nerede ? Herkesin aklı kısa yoldan kazanma, kazıklama ruhu ile sarmalanmış. İnsaf be yahu ! Ruh yoksa gelecek yok. İşte bunu anlamıyorlar. Anlayamazlar; çünkü anlamak için de ruh gerek. Germiyan’da kapı önüne oturmuş olanlarla İstanbul’da yeni bir kapının ardına sığınmış olanlar arasında ruh benzerliği var mıdır ? Olsa ne yazar; olmasa ne fark eder ?
Yirmi yıl önceydi. CINOS’un ikinci evresi (NO Dönemi) ilan edilmiş (Mart 1996) ve fakat yapı taşları henüz yerine tam oturmamıştı. Global bakışla tüm hedef ülkelerden (İspanya gibi AB pazarına ürün hazırlayan; Kolombiya gibi üçüncü ligden çıkmaya çalışan) ilersinde hızlı bir atılım gösteren ülkemi temsilen İsviçre-Fransa-Almanya üçlüsünün buluşma yerinde (16-20 Ekim 1996; Basel > Ungersheim (Eco De Museum) > Mulhouse) bir toplantıya katıldım. Neden diğer ülkelerden ilerdeydik ? Tıpkı sevgili AİB’nin bir başka örnek için bilinç dışı sarfettiği sözlerde olduğu gibi: “İşin suyunu çıkarmış(mıy)dık”. Üç ayak (sütun) üzerine oturan FST Projeleri doksanlı yılların başlarında Dr.Vorley tarafından oluşturulmuş ve ticari (pazara, pratiğe, pazarlamaya uygun) formatı da Bay Xavier tarafından geliştirilip Dr.T.Hoppe tarafından da desteklenmişti. Tüm tarımsal savaşım yöntemlerinin bütünleştirilmesi (IPM/Integrated Pest Management); Uygulama tekniklerinin iyileştirilmesi (Application Techniques) ve Sağlık koruma önlemlerinin geliştirilmesi (Safety) ayakları üzerine kurulu projeler İsviçre tarafından finanse ediliyordu. Parayı veren de sadece sorumluluk (responsibilite) değil aynı zamanda ve daha fazlası olarak da “Hesap verilebilirlik (Accountability)” istiyordu; bekliyordu; denetliyordu. Hem de yeri geldiğinde dış (tarafsız) uzmanlarca (bize de Dr.Rüegg düşecek ve çok büyük yararlar edinecektik) yerinde detaylarıyla sorgulanıyordu. Hem para vardı hem de “ruh”. Dağılıyorum; toparlayayım. CINOS’un global birleşmeyle ikinci evresine geçince hem bana (bize) hem de Bay Xaiver ve Dr.Hoppe’ye FST Projelerini sürdürmek için “etkin ikna gücü” gerekiyordu. İlk projemiz olan “Sultana Project”in başında sevgili M.Ç. vardı. Mehmet bir yandan Alaşehir (Manisa) odağında çiftçilere ve paydaşlara yetişiyor bir yandan da daha ilk yılında Kolombiya gibi uzak diyarlara gidip çalışmalarımızı tanıtıyordu. Mehmet’de bu işe inancı yansıtan “ruh” vardı. Bu ruh onu her yeni dalganın üstünde tuttu ve kariyerinde başarılarını sürdürdü. Şimdi nerelerdedir bilmiyorum. Ben de Avrupa Ülkelerinin temsilcileriyle Alsace’da Eco De Museum denilen yerde bir haftalık toplantıda hem anlatıyor ve hem de güzellikler içinde “Mest” oluyordum. Eco De Museum’da olunca toplantı herkeste var olan “ruh” daha bir keyifli öğreniyordu (http://www.ecomusee-alsace.fr/fr/) > https://www.youtube.com/watch?v=IhqUB09QfGA > https://www.youtube.com/watch?v=xEw8RGJa5uk).
Eco De Museum’daki ruh aradan 20 yıl geçince İstanbul’da bir kapının önünde (gibi görünse de kapalı kapının ardında) okeye dörtlü bulmuştu. Katılımcıların ruh ağırlıkları toplamına baktığımda +78 g çıktı ve birşeyler eksik gibi geldi bana. Kuşkuya düştüm; kendimi sorguladım ve haksızlık etmekten korktum. Haksız mıydım ? Yirmi yıl sonra sanki okey dörtlüsü gibi buluşan ve toplam +78 g lık ek ağırlıkla yerlerini alanlar hangi kapının önünde ellerini tutuşturmuşlardı ? Yirmi yıl öncesinden dün Germiyan Festivali ile bugün “Ruh” sözcüğü nasıl oldu da biraraya geldi ?
Yirmi yıl öncesinin ajandasının 15 Mart 1996 Cuma günü sayfasına bugün tutuklu olan iki kardeşten birinin “Bir Hind Masalı” başlıklı köşe yazısının ilk cümleleri aynen şöyleymiş: “İnsanın içinde birçok yavru kimlikler olduğu biliniyor; siz kendinizi tam bir hanımefendi sanırken içinizde bir yerlerde minik bir orospu saklanabiliyor…” Wooow ! Şimdi bir internet fıkrası geliyor aklıma. “…Adam arkadaşına diyor ki “Senin için iki yüzlü diyorlar. Ama sen iki yüzlü olamazsın. İki yüzlü olsaydın bu yüzünü kullanmazdın”. Şimdi herşey aleni; sözü edilen fahişe içte değil dışta; minik değil kocaman ve kendini saklama gereği de duymuyor. Çünkü “Ruh” yok. Ruh olmayınca utanma yok; sıkılma yok; kızaran yüz yok. Belki de bugün ikisi de tutuklu olan ünlü şanlı kardeşlerin büyüyüğe ait olan bu köşe yazısındaki gizli fahişedir onları demir parmaklıkların ardına sokan. Kimbilir ? Basel’dan İstanbul’a dönerken THY uçağında Türkçe bir gazete görmekten çok mutlu oluyorum ve YY / 19.10.1996 tarihli baskısında Y.Atsız’ın “Danışıklı Kördöğüşü” başlıklı köşe yazısı da şu sözlerle başlıyor: “İlk anda bu söz bir çelişki ifade ediyor. Çünkü danışıklı döğüş birtakım üçüncü şahısları aldatmak üzere düzenlenen sahte bir döğüştür“. Sanki Bay Atsız yeni bir kapının önüne oturup da “Sözde Ortak Ruh” oluşturmaya çalışan dörtlüyü 20 yıl önce görmüş de yazmış o satırları ki şu sözlere bakın: “…Mesele sadece Bayan Tansu ile Necmi Mollanın çalıp çırpması mı ? İt iti ısırmaz. Evet bütün partilerde bir avuç lekesiz insan var ama 550 kişilik “Canlı Cenazeler Toplu Mezarı” TBMM de bunların esamesi bile okunmaz…Çankaya sakini Süleyman bey için rejim sadece kendi koltuğu sallandığında tehlikeye girer. Yoksa dünyayı gazlayıp tutuştursanız iplemez…” Ne değişmiş ki 20 yılda Ruhumuzda ya da ruhsuzluğumuzda ? Kapının eski ya da yeni olması önemli mi ruh çağırma danışıklı kördöğüşünde ? Yurda dönüşte anında özlenen olumsuzluklar yazmışım gazete küpurünün yanına kırmızı kalemle (Sabah / 19.10.1996/ S.Duman) ve “Ben sizin babanımızım” isimli şarkısını yapan Barbaros Hayrettin’i takmış diline ve başlık da “Süleymanımız vardı; Barbarosumuz eksikti”. Yazının sonlarına doğru bir fıkra ile zenginleştirmiş sözlerini: “Dönem Abdülhamid devri (tıpkı şimdiki ortam). Şair Eşref’in yanına bir dostu gelmiş. Sohbet olsun diye “Duydun mu filanca şehzadenin bir oğlu olmuş ?”demiş. Şair de “Adını ne koymuşlar ?” diye sormuş. “Osmanlıların atası Ertuğrul Gazinin adını vermişler” deyince şair “Eyvah” demiş “Biz sonuna geldik derken yeniden başlıyoruz”. Aradan yıllar geçti; ben Alsace’dan geleli tam 20 yıl oldu ve bugün 20 yıl öncesinden daha geriye bakıp daha fazla geçmişe yoğunlaştırılıyoruz ki ruhumuzu yitirelim. Fareli Köyün kavalcısının peşindeki ruhsuz farelere döndük. Bu alametin gidişi iyi olur inşallah… Olur mu dersiniz ?
Nedense “İstanbul Kapıları” nı düşünsem ilk aklıma gelen “Ahırkapı” oluyor. Neden acaba ? Sanırım “Dirty Mind” dan olsa gerek. Neden “Kumkapı” değil; halbuki ne keyifli günlerimiz geçti oranın bol müzikli ortamında. Nedense Kumkapı’da oturup da hem sorunları çözelim hem de felekten bir gece çalalım diye düşünmek yerine eski, yeni demeyip bir başka kapının öünde oturan dörtlü “Ruh Çağırma”ya çalışırken naneruhu, tuzruhu ve bebe ruhi gibi nice ruh türevleri etrafımızı sarmalıyordu. Doğumuzda canlar gidiyor; ruhlar uçuyor ve yürekler kabarıyordu. Günler günleri cenazelerle kovalarken ruhumuz da bizi bizden soğutuyordu. Kendime bakıyorum da ne yaparsam yapayım anılar bile beni benden alıp da ruhlar aleminde dinginliğe kavuşturmuyordu. Medyaya bakmak istemiyordum; ruhum kararıyordu. Enseyi yeterince kararttık; bari ruhumuzu böylesi ahmaklıklardan ırak tutalım dedikçe ruhum bana isyan ediyordu. Sanırım yazmayı bırakmalıyım. Yoksa…Yoksa ne olur ? diye bana beni soran yine ruhum oluyor…Ekrandan başımı kaldırıp etrafa bakınınca geçen yıl Atlas’ın eki olan “Bir Usta Bin Usta“ya takıldı gözüm. Kapı önünde toplanan ve “ruh” birliği yaratmaya çalışan ustaları düşündüm. Kuşe kağıda mükemmel baskılı (görseller ve sözcükler) cep kitapçığının ilk giriş cümlesi aynen şöyle: “Ustalara her zamankinden fazla ihtiyaç var. Onların doğanın kaynaklarına gösterdikleri nezakete, yaptıkları işe duydukları saygıya ve yaşama kattıkları estetiğe…Herşeyin bu kadar hızlandığı, geçici hale geldiği ve aynılaştığı dünyamızda hâla eli ve gönlüyle iş yapan insanlar tesellimiz oluyor.” Ne güzel bir ifade. Nezaket, saygı, estetik, el ve gönül birliği gibi muazzam sözcükleri bir araya toplayan bu cümleler ne kadar kaçmaya çalışsam kapı önünde oturmuş dörtlüye götürdü ve tüm bu beş kavramın tek bir sözcükte yaşam bulduğu “Ruh” a bağladı. Ruh var mı ruh ? Yoksa ötesi hikaye. Ruh yoksa dörtlüden ne köy olur ne kasaba. İtdi, attı derken tepişmeler durmaz ve olan hem alttaki çimenlere hem de aradaki eşeklere olur. Tekrar sormalı “Ruh” var mı “Ruh”?
“…İnsanın gösteriş için değil, sadece ihtiyaçları için tükettiği, her işi ustasının yaptığı, çalışmaya yaratıcılık ve sanatın egemen olduğu zamanlar vardı.Ustalar sadece o günlere olan özlemi değil daha iyi bir gelecek umudunu da temsil ediyor…” diye devam eden hemen sonraki cümlelere bakınca önce “dılı geçmiş zaman” ya da “hikaye” yapılı anlatımdaki umutsuzluğu görüyorum. Dünkü yazımda biri ayağa kalkıp da “Hey Usta” diye bir soru sorsa demiştim. Hangi ustaya ? Hangi usta soracak ? Hangi ustaca soruyu soracak ? “Nerde bende o yürek…” diyen şarkının sözlerindeki gibi “Öğrenilmiş Çaresizlik“ten arınmış hangi “Cesur Yürek” özlemle umudu buluşturacak hazırlıklara sahip ki sorduğu ustaca soru işe yarar yanıtlar doğursun. Ne demiş usta ? “Yanıt doğru soru sorulduğunda önemlidir; anlamlıdır”. Kapı önüne oturmuş dörtlünün hangisi usta ? Neden “+ağırlık” +104″ değilde “+78” ? “Ruh” beraberliği yaratmaya çalışanların göstermelik gayretlerinin ne kadarında kendini aldatmak; ne kadarında karşısındaki aldatmak ve ne kadarın da hep birlikte, elele bizi aldatmak var ? Rahmetli hocam olsaydı bu sorgulamayı alır ve “Allah’la Aldatmak” kapsamlı eserinin içinde “Ruh” yoksa diye bize yenikapılar açardı ? Ruhu şad olsun; mekanı Cennet olsun.
Yazım uzadı ama 20 yıl öncesinin ajanda notları o kadar fazla ki; ve o kadar bugüne mesajlar yolluyor ki tam bitti derken yeniden bir paragraf açıyorum. Bu son olsun ve lütfen hoşgörüle…Babalarını köşe yazılarını çok severdim ve birkaç sözünü de atasözü gibi belleğime kazıdım. Bunlardan birisi “Varlık içinde yokluğu yok saymanın en kolay yolu...” diye başlıyordu. İşte bu ünlü babanın biri profesör iki oğlu da bugün tutuklu (veya gözaltında) ruhlarını bir ruhsuza sattıkları (iddiası ile) için. İşte bunlardan büyük olanın 13 Kasım 1996 Çarşamba günü YY daki “Amaaan…” başlıklı yazısı aynen şöyle başlıyor ve itiraf etmeliyim ki benim de hoşuma gidiyor:
“…Benim büyük büyük babaannem zamanında , kadınlar sevişirken havaya kaldırdıkları ayaklarının tabanlarına yumurta koyarlarmış; bütün sevişme boyunca da o yumurtaları düşürmemek için uğraşırlarmış ki böylece zevk almadıklarını kanıtlarlarmış kocalarına. Esas olan zevk almamakmış çünkü, zevk almak orospulara mahsusmuş…” Zevk ve Ruh ! Fırsat ve Keyif ! Kapı ve Dörtlü ! Kim mutlu ?
Çan Kulesine çıkmış olan papaz zangoça bağırıyormuş “Şaraplara ne oldu ?” Hop dur bakalım ! Hani sondu ? Bak ikindi ezanı başladı. Kes artık; zangoçun Öyküsünü (Komser Osman’dan) bir başka yazıya bırak.
“… ama yaptıkları ne: Guguklu Saat” diye bitiyordu O.Welles’in sözleri. Rönesans’la cinayetler ve İtalya; Guguklu saatle uzun soluklu mutluluk ve İsviçre (Alsace Ruhu). Bugün kapı önündeki dörtlünün aradıkları “Ruh” bu pencerenin neresinde ya da Guguklu Saatin guguklamak için her saat başı kendini göstermesi olmayan ruhlarının yokluğunu hissettirebilir mi ?
Aydınlık yollarda ruhunuzun safiyetini yitirmeden, keyfinizi kaçırmadan nice ustalık yolculuklarınız hep aydınlık olsun.
Öykücü
NOT: Redakte edemedim. Umarım fazla hata yoktur. Hoşgörüle.