Yaşam Büfesinde “Allah’ın Sopası”

“…Restoranın kapısından giren genç, yakışıklı ve zengin adamın omuzunda bir kuş vardı. Adamın siparişi olarak hazırlanmış olan ikiyüz kişilik mükellef sofrada kuş sütü eksik değildi. Adamın omzundaki kuş havalandı ve tüm yemekleri bir çırpıda sildi süpürdü. İki yüz kişiye hizmet etmek için bekleyen garsonların gözü açık kalmıştı; şaşkınlıktan dilleri tutulmuştu. Genç, yakışıklı ve zengin adam biraz kızgın, biraz üzgün bir sesle görüntüyü açıklamaya başladı. Bir süre önce çölde giderken susuzluktan ölmek üzere olan bir yaşlı adam görmüş. Hemen devesinden inip matarasındaki son su damlasını ihtiyara içirmiş. İhtiyar ak sakallı bir ermişe dönmüş ve ona “Dile benden ne dilersen; üç dileğini yerine getireyim” demiş. Adamın ilk dileği dünyanın en zengin adamı olmakmış. Ermiş onu dünyanın en zengin adamı yapmış. İkinci dileği dünyanın en yakışıklı adamı olmakmış. Ermiş bu dileği de gerçekleştirip onu dünyanın en yakışıklı adamı yapmış. Üçüncü dileğini söylemek için soluklanırken masadan dönen kuş yeniden adamın omuzuna kondu. Adam üçüncü dileğinin  de “Öyle bir kuşum olsun ki yesin yesin ama hiç doymasın” olduğunu söyleyip de kapıya doğru yönelirken “Ne bileyim ermişin bu kadar gerzek olduğunu” diye söylenmekten kendini alamadı…”

Merhaba

Gergin, yorgun, üzgün ve “glück und (für) unglück (şanssızlık içinde şans)” gelgitlerinde iki uykusuz geceden sonra birşeyler yazmak ihtiyacı hissettim. Biraz önce Sözcü’yü okurken hem Yılmaz, hem Bekir ve asıl önemlisi hem de Ege beylerin yazıları kızgınlıkla karmaşık duygularımı yansıtıyordu. Bugün her ne kadar internette bu köşe yazıları ölümsüz olarak ömür boyu (ve hatta mor ötesinde) korunuyorsa da ben yine de bu yazılardan bir kısmını 2016 yılı ajandamın ilgili sayfalarına kesip yapıştırıcam.

Onbeş Temmuz akşamı yatsı namazı saatlerinde Meclis, Saray ve Marmaris hedeflerini bombalayan bir acayip darbe girişimini YAŞ Öncesi son çırpınışlar gibi görme saflığında olsam da askere karşı halkı sokağa döken, gece yarılarında tüm camilerde sela verip halkı cihata çağıran oriyentalliğinde halkı kalkan gibi kullanıp Mısır, Libya ve Irak benzeri çatışmalara yol açan, sonraki adımlar için test eden zihniyetin esas hainler olabileceğine dair kuşkularımı gideremiyorum. Bu da beni korkutuyor. Gariban askerin boğazını kesen, kemeriyle döğen görüntülere bakınca bunların ne tipleri Türk’e benziyor; ne de bunlar Müslüman ; bunlar insan değiller ve bu görüntüler yıllar öncesi Menemen-Kubilay olayından farklı değil. Müslümanın İslama yaptığı bu zarardan ürperip onlarla aynı inanç sistemi içinde olmaktan hicap duyuyorum; utanıyorum.

Daha düne kadar görebildiğim hukuk tanımaz, hakları yok sayan, kendini tek adam kılan eylemlere, söylemlere bakınca “Allah’tan sopasını”istemiştim. İstediğim sopa bu değildi. Dualarım mı yanlış anlaşıldı; ben mi istemesini bilemedim ? Allah öyle bir deneyim yaşattı ki “ölümü gösterip sıtmaya razı etti”. Yirmiyedi Mayıs 1960 darbesinin ardılı olarak 1962 ve 1963 yıllarında Talat Aydemir olaylarını anımsıyorum. Bugün yaşanan caniliği anlamakta zorluk çekiyorum. Eli bıçaklı boğaz kesen görüntüler Menemen-Kubilay olayı gibi ki umarım darbeciler kadar bu caniler de bulup gerekli cezayı alırlar. Yoksa bundan sonraki benzer sokağa çıkışlarda bu provayı bedelsiz atlatan cani ruhlu, insan müsvettelerini kimse tutamaz.

Yetmişli yıllarda, Enstitü günlerimde yılda bir kez, yıl sonuna doğru, bir hafta süreyle genellikle Ankara’da “Çalışma Grubu Toplantısı” yapardık. Bir yıllık proje çalışmalarını Bornova’dan Diyarbakır’a, Erenköy’den Erzincan’a, Samsun’dan Adana’ya araştırma enstitüsü çalışmalarını ortak uzmanlıklara göre inceleyip sonraki yılın çalışma planlarını belirlerdik. Bu toplantılara Üniversite (Ziraat Fakültesi)den de hocalar katılırdı. Bizim gruba katılan Prof.Dr.Timur Döken ve Prof.Dr.Ahmet Çıtır çok sevdiğimiz can dostlarımızdı. O yıllarda her ikisi de yurt dışında doktora çalışmalarını tamamlayıp Erzurum Atatürk Üniversitesinde çalışmaya başlamışlardı. Daha sonraları, yakın geçmişte sevgili Timur’u Aydın’da ADÜ’de ve dostum Ahmet’i de Tekirdağ’da NKÜ de hoca olarak görmüş ve zaman zaman bir araya geldiğimizde anılarımızı tazelerken ortak mutluluklarımızı yeniden paylaşmıştık. Bu ikiliden sevgili Ahmet, 53 yıl önce Talat Aydemir baş kaldırısında Ankara’da Harp Okulu öğrencisiydi. Eline tüfek alıp da darbe teşebbüsü için yola çıktığında gariban genç deneyimsiz öğrencinin nereye gittiği, ne yapacağı belli değildi. Nitekim olaylar bastırıldıktan sonra Ahmet günahsız bulunmuş ve Ziraat Fakültesine girerek yeniden yüksek okul tahsili yapması sağlanmıştı. Çok da başarı bir meslektaşım olmuş dünyalar iyisi bir insandır Ahmet. Neden bunca anlatım ?

Aradan elli yıl geçmiş ve öylesi geriye gitmiş ki hem ülkemin hoşgörüsü ve dinsel inançlar taa Kubilay’a kadar. Allah hepimizi korusun. Allah öylelerini sokağa çıkarma çağrısı yapan gözü karalardan korusun. Allah cahil cesaretinin caniliğinden korusun. Allah hepimizi kendini ermiş sanan gerzeklerin omzumuza konduracağı kuştan korusun. Allah onların ağzına bakarak bizi kucağa oturtmak isteyenlerin, oramıza buramıza koymaya meraklı olanların arsızlıklarından korusun. Gecenin bir vaktinde, alışılmışın dışında esas amacı duyuru ve çağrı olan ancak bana hep “buyrun cenaze namazına” demek gibi gelen sela (sala)ların tekrarından korusun. Allah yeni oyunların kurallarını, ellerindeki kozlara bakarak yazıp oyun kuranlara akıl fikir versin. Allah kendini müslümandan sayanlara da hoşgörü ihsan etsin. Tıpkı cami duası gibi olsa da Allah hepimizi “Sapiens”in gelişmişliğinde önce insan kılsın ki darbe girişiminin yaraları sarılırken herkesi adilce yargılama ve benzerlerini önlemek için gerekli cezaları hızla, dürüstçe ve şeffaf olarak uygulama feraseti versin. Otoritenin arzularını değil, vicdanlarının sesini dinleyen hukuk çerçevesinde hakkaniyetli yargılarla kamu akıl ve yüreğini serinletecek sonuçlarla günlük yaşamın rutinlerine dönmeyi nasip etsin. Bakalım bu beklentiler Allah’ın sopasıyla mı yoksa “Sapiens”in havucuyla mı olacak ?

Yolunuz hep açık ve aydınlık olsun.

Öykücü