Yaşam Büfesinde “Kamp Ateşi”

“…Bir kız yurdunda şöyle bir sorun yaşanmaktadır: Kızlar sabah dudaklarına ruj sürdükten sonra aynayı öperek dudak izi bırakmakta, bunların temizlenmesi sorun olmaktadır. Yurdun müdürü bir gün kızları ve tuvaletleri temizleyen hademeyi tuvalete toplar. Kızlara yönelik şöyle bir konuşma yapar: “Bazılarınız dudaklarına ruj sürdükten sonra aynaları öperek dudak izi bırakıyor. Hadememiz bunları temizlerken çok zorlanıyor. Şimdi ne kadar zorlandığını hep beraber izleyelim…” Sonra bir işareti ile hademe fırçasını klozetlerden birine daldırıp aynayı temizlemeye başlar. O günden sonra aynalarda bir daha dudak izine rastlanmaz…”

Merhaba

Apartmanımızdan bir hayırsever/kitapsever komşumuz merdivenlerin girişine bir kitaplık koymuş ve elliye yakın kitap bağışlayarak da bir çağrı sergilemiş. Helal olsun. Bir de ne göreyim ? Kitaplardan biri Melih Arat‘ın “Sıra Dışı Yaşam Becerileri (2006)” değil mi ? Göklere uçtum. Hemen sahiplendim. Aldım. Yerine Çeşme çatıdan başta “Limon Ağacı” olmak üzere İskender Pala’nın kitabı ve diğer bir kitapla bir yerine üç kitap koydum. Tek bir konu seçmem gerekirken neden yine iç içe konularla bir labirent yaratıyorum ? 

Dün arabamın içinde Nezuş’u alıp da Duru’nun okuluna gitmek için bir saati aşkın süre beklerken “Sıra Dışı” nın sayfalarını seçmeli taramaya başladım. Bu kez özellikle seçmeli; çünkü “beyin ne ararsa onu buluyor”. Ben de ustalık yolculuğunda çıkan (çıkarılan) engellere kızıp hemen kırılganlığa düşen genç beyinlere “mücadele gücü” aşılamaya çalışırken hep yaptığım gibi “kırmızı ince çizgiye / breaking line” yaklaştırıyorum. Ardından da yine uykusuz geceler başlıyor; tıpkı Faruk’la Eylülden Ocak’a uzanan kuyunun seramikleri gibi. Ben bunu yapıyorum da gerçekten değiyor mu ?

Yazımın girişindeki öykü sözünü ettiğim kitaptan. İlk sayfalarında “alamazsın, yazamazsın” benzeri bir uyarı olmadığını görünce Bay Arat’a teşekkürlerimle alıntı yaparak yaşadığım süreci destekleyen mesajları bulmaya çalışıyorum. “Kamp Ateşi”ni neden çok sevdim ?

“…Kamp ateşi öncelikle herkesi yanı başına davet ediyor. Hiç bir ayrım yapmaksızın (Geçen yıl bila bedel AgroButik için gösterdiğim SSTC odaklı gayretlerimi anımsadım. Ne yaptılar acep ? Birkaç telefonuma “ben sana daha sonra dönerim Mustafa Abi” demişse de dönmedi. Açığa mı yakalandı, battı mı acep ? “ABİ Üçlüsü”nün üç kağıtlarına mı yetişemedi ? Cin olmadan şeytan çarpmaya mı kalktı ? >> Çin Atasözünü anımsadım: Soru soran bir anlığına aptal durumuna düşebilir; soramayansa ömür boyu aptal kalır” << Acaba sorması gereken soruları sormadı mı ? Üzüldüm sevgili MG)…Bu öyle bir çağrı ki herkes yanındakini sevsin sevmesin oraya gidiyor. Kamp ateşi yanına gelenlerin içini ısıtıyor; onlara ışık veriyor. Yanına gelenleri dinliyor. Anlatılanlar doğru da olsa, yalan da olsa, anlatan kişi abartsa da sadece onları dinliyor ve tüm sıcaklığını ve ışığını vermeyi sürdürüyor…Kamp ateşi sürekli yanmaz. İzciler ateşle vedalaşır giderler. İhtiyaç olunca yeniden yakarlar. Ben de onlar bana ihtiyaç duyduğunda hazır olmaya çalışırım; ama her zaman yanlarında değilim. Öyle her çağırdıklarında da sanılanın akisne hemen gitmem. Kamp ateşi her zaman kolay yanmaz. Hem bazen benim de keyfim olmaz. Bazen ben de kolayca tutuşmam. ÇABA HARCANDIĞINA İNANIRSAM EĞER HEMEN GELİRİM AMA… İnsanlar bir ateşi beslemek için odun toplar getirirler. Gerçekten benimle ilişikiye giren insanların bir çoğu bazen kendi öykülerini getiriyorlar; bazen başkalarının öykülerini. Kamp ateşinde öykülerle öğrenirsiniz…Her öykü bir hediyedir…” Bilmem size sunulan öykülerin ve hediyelerin farkında mısınız ?

“İnsanlar hediye almayı pek sevmiyor”

Bu söz size ters gelebilir. Bir genellemedir. Tersi de bir genellemedir. İkisine de pek çok sayıda örnek bulabiliriz. Görebildiğim kadarıyla insanlara yaşamlarının her anında binlerce hediye sunulurken onlar sadece onlarcasıyla yetiniyorsa “insanlar hediye almayı pek sevmiyorlar” sözüne ben daha çok inanıyorum. Son birkaç güne bakıyorum. Gayretlerime bakıyorum. Üstelik hiç de mecbur değilken yaptıklarıma bakıyorum. Verdiğim ip uçlarına dokunmadıklarını görüyorum. Israrla örneklemeyi sürdürsem de hediyeyi benimsemediklerini anlıyorum. Yine de uslanmıyorum. Kamp ateşinin etrafında toplananları dağıtacak fırtınalar çıkaran Kelebek Etkileri yaratırken kendime dur diyemiyorum. Hata yapıyorum. Zorluyorum. Yol üstüne dikenler koyuyorum. Çıtayı yükseltiyorum. Geriyorum. Kaçırıyorum. Kötü bir alışkanlık olsa da her hediye beklendiği gibi olmuyor ki paketini açtığınızda. Bay Arat’ın hediye örneklerinde neler var ve dün gece Duru sorularına nasıl yanıt veriyordu ?

“…Bazen yaşlı bir insan, bazen küçük bir çocuk bize bir hediye sunar da elimizin tersiyle iteriz, ne olduğunu bile anlamadan. Bir şeyler söylerler; sıradan bir ihtiyar ya da çocuk konuşması gibi gelir bize, anlamlandıramayız ve pas geçeriz…”

Dün gece Duru (ABİDE’mizin en küçüğü, >3 yaş) ile legoları dağıtıyorduk. Ben durmadan soruyorum o da ilk aklına gelen sözcükle yüzüme bakmadan, dikkatini legolardan ayırmadan, hiç düşünmeden yanıt veriyordu (hani anketlerdeki “top of mind” gibi). Sorularım şöyle bir sıra ile adım adım çok yönlülere doğru aynı çerçeve içinde ilerliyordu:

* Göz ne işe yarar ? > Bakmaya,

* Kulak ne işe yarar ? > Duymaya,

* Dil ne işe yarar ? > Yalamaya,

* Saç ne işe yarar ? > Toka takmaya ve

* Popo ne işe yarar ? > Osurmaya… Woooow! Bu kadar net, bu kadar doğal, sıradan, gülmeden… Aynı soru bana sorulsaydı seçenekler arasında bocalar ve düşünürdüm. Hemen yanıt çıkmazdı ağzımdan ve de tavrım, elim, yüzüm değişirdi. Utanırdım ya da “bu nasıl soru ?” benzeri bir duyguyu aşamadan yanıt vermezdim. Çocuk olmanın safiyetini yitirmeden (veya yeniden kazanarak) yetmişden sonrasında keyifli diyaloglar olanaklı mıdır ?

Alıntımı sürdürüyordum “…Kişisel Gelişme açısından baktığınızda her şey aslında birer hediyedir. Her şey bir öğrenme ve keşfetme fırsatıdır. Tabii almasını bilene… Her gün yüzlerce hediye sunulduğu için bu hediyeleri alabilmek de beceri ve özen ister…

İşte tam bu sırada telefonum çaldı ve bir hediye kucağıma düştü. Daha ne ister insan ! Eray telefon etti. Eren ve Özgen Antalya’daymış. Eray akşam bize yemeğe gelecekmiş. Çok sevindik. Onu memnun edecek şey rahmetli ablamın (halasının) çorbası. Yazımı burada sonlandırıyorum ve o çorbanın iki ana maddesinin tazesini almak için yola çıkıyorum. Biz (MN başta olmak üzere C13 olarak hepimiz) çok şanslıyız hem varlık ve beraberlik olarak hem de hediyelerimizle. Üstelik bunun farkındayız, iliklerimize kadar hissediyoruz ve her an şükür ve şükran doluyuz. Biraz önce yazımı yazarken Keremgillerin sundukları hediyelerle, yazımdan önce hazırladığım film ve doldurduğum formlarla Ümitgillerin “Mesleki Gölge Projesi” zenginliklerinin akıl yapıma kattığı ekstra hediyeleriyle, biraz önce Eraygillerin beraber olma şansını vererek mutlu ettikleri hediyeleriyle, MACUNKÖY Dörtlüsünün her ilerleme adımında dürttüğüm zorlama hediyeleriyle, Yunt Dağından esen rüzgarının savuracağı endişelerin yerine geçecek olan enerji dolu hediyelerle dört bir yandan hediye yağmuru altındayız. Binlerce şükür. Yeter ki “hak edilmiş olsun ve hayırlara vesile olacak olsun”.

Dört yıl önce Antalya’da farklı iki kurumun (PLNAS) aortunda yer alan iki otorite (ÖY&ÜG)nin 1992 de ilk adımda (Düzce-SSTC) aynı kare içinde yer almaları ve 2016 da süren yolculuğun kare asında MACUNKÖY leşirken yeni katılan ve KÖY ü AK layan arkadaşımızın da aynı yıl (Mart 1992-Antalya) SSTC de yer almış olması bir tesadüf değil bence Kelebek Etkisi ni yansıtan mükemmel bir hediye paketinin işareti. Yolları hep açık ve aydınlık olsun.

Öykücü