Yaşam Büfesinde “Yapıların Gücü”

“… Yirmibirinci yüzyıl fırtınalı bir denize benziyor. Kurumlarsa fırtınada yol alan bir gemiye… Fırtınalı bir denizde de olsanız, bir rotanız varsa, bu geminize ve çalışanlarınıza bir istikrar sağlayacaktır. Uğruna mücadele edeceğiniz bir hedef verecektir. Fırtınalı denizde batma olasılığı ise sizi itekleyen bir tehdit olacaktır. Geminizdeki kültür ve değerler, tayfalarınızın, yolcularınızın ilişkilerine hakim olacak, bir işbirliği ve uyum sağlayacaktır. Bu kültüre uyum sağlayamayanlar ise gemiyi terkedeceklerdir…Denizde gidebilmek hem mevcut durumun hem geleceğin bilgisini üretebilmeye bağlıdır… İletişimin temelinde birbirini anlamak vardır. Kaptan tayfalar gibi, tayfalar da kaptan gibi düşünmeye çalışmalıdır…”

Merhaba,

Yukarıdaki giriş, çok beğendiğim sevgili (gıyaben sevgileri açıklamak zor olduğunda “sayın” demek mi daha doğru olur bilemesem de hata yapma pahasına sürdürüyorum) Melih Arat‘ın kitabının önsözünden. Melih Bey “21.Yüzyıl İçin Yönetim” isimli kitabının ilk baskını 1998 de yapmış ve 2007 de de ikinci baskıyı gerçekleştirmiş. Mükemmel bir kitap (http://www.kidap.com.tr/21-yuzyil-icin-yonetim-melih-arat-k109659.kitap).

Deniz ve fırtına bana 1994 yılında satışın bölge müdürü olduğum ilk yılı anımsattı. Satış zor bir zenaat ve kriz yılında bir başka zor; tam dostlar başına. Yılın başında Londra’dayız ve liramızın ani (ve fakat sürpriz olmayan) değer yitirişini gurbet ellerinde şaşkınla izliyoruz. O gün hepimizin alışveriş tutkusu bıçak gibi kesiliyor. Etkisi birgün sürüyor. Yurda dönüşte ihaleler var; satamayan pişman, satan iki kere pişman. Yükselen döviz kuruyla satışlar külliyen zarar. Üstüne üstlük repodaki parasını  bozmayıp, kurumsal alıcı olmanın gücüyle borçlarını ödemeyi geciktiren müşteriler de işin cabası. Merkez bastırıyor. Bölge çırpınıyor ve ben Mart ayında Budapeşte’den zona olup sedyeyle ülkeme dönüyorum. Alıcının kapısı önünde sabahlayan Medine dilencisine dönüşüyoruz. O sıkıntılı yıllardır satıştan yeterince keyf alamamış olmamın nedeni. Ayrıca bir de fırça mektupları geliyor merkezden. Masraflar aynen sürünce, masraf/ciro oranı hızla yükselinde merkezin mektubunda fırtınalı denizdeki gemi benzetmesi kullanılıyor ve  “teknenin güvertesinde kristal kadehlerle şampanya” içme tanımlamalarıyla isyanları oynuyorum. Aslında yazının muhatabı Agrochemical (Tarım İlaçları) bölümü değil; aynı gemi içinde Farmachetucal (Beşeri İlaçlar) var ve onlar gerçek anlamda firmacılar. İşte hiç unutmadığım bir enstantane; saat gecenin dokuzunu geçmiş; ben bölüm müdürüme faks çekme telaşı içindeyim. Yan odada grubun neşesi yerinde; viskiler açılmış sohbet iyi. Rahmetli Ertürk abi, İhsan abi ve kulakları çınlasın Serdar günü değerlendiriyorlar ve birden Serdar odama gelip “kusura bakma Mustafa abi ne senden, ne senin müdüründen firmacı olmaz; siz kurumlarınıza geri dönüp devlet memurluğunuzu sürdürün.” diyor. Serdar ne kadar haklı diye hep düşünmüşümdür. Yukarıdaki “rota” sözcüğü de bana ikinci krizin ertesi yılında Antalya’da yaptığımız yıllık toplantıyı anımsatıyor. Biryıl önce Çeşme’deki toplantıda “NON/Now Or Never:Ya Şimdi Ya Asla !” kavramıyla ayakta kalmak, hayatta kalmak adına, oyunu kurallarına göre oynarken “hız“a ve bunu vurgulamak için de “saat” sembollerine odaklanmıştım. O yıl Antalya’da ise rüştünü ispatlamış olmanın birazcık rahatlığıyla görselimde “pusula” vardı ve “rota” ile gerçek kuzey ilkelerine yönelirken beş yıl sonra karşımıza çıkacak olan “Set direction/Yönü Belirle” temel unsurunu işliyordum.

Şimdi gelelim Bay Arat’ın kitabındaki “Yapı” konusuna ve bu yazımı okumaları için iki gruba (AgroBest Grup ve Netdirekt) birkaç gün önce gönderdiğim iletimdeki basit sorunun yanıtını bulmaya. O iletimde Bay Arat’ın öğretileriyle “Evimizde nereden nereye gideceğimize kim karar verir ?” sorusuna bu yazımda açıklama getireceğimi yazmıştım. Şimdi sözümü tutmaya çalışıyorum. Birkaç ünlü sözle AIDA nın ilk “A” sını kullanayım:

Kanunlar doğru oldukları için değil, kanun oldukları için yürürlükte kalırlar” demiş bizim Montaigne ve

“Rasyonel adamlar kendilerini çevreye uydurmaya çalışır; kural tanımayanlar da çevreyi kendilerine uydurmaya çalışır. İşte bütün gelişme de bu kural tanımayan adamların sayesinde ortaya çıkar” diye eklemiş meşhur Bernard Shaw. Ne güzel söylemişler. Şimdi yine Bay Arat’tan alıntılarla yazımı sürdüreyim.

Şirket olarak değişim karşısında ne yapacağımıza kim karar verir ?

Şirket projelerindeki riskleri alıp almamaya kim karar verir ?

Distribütörünüzün bir ürününüzden belirli bir miktarın üstünde satıp satmamanıza kim karar verir ? ve

Evimizde nereden nereye gideceğimize kim karar verir ? sorusu ki böylesi basit bir soruya çoğu kişinin yanıtı kesin ve serttir: “Evin içinde nereye gideceğime kimse karışmaz, ben karar veririm.” Ama acaba evin içinde nereden nereye gideceğimize kendimiz mi karar veriyoruz; yoksa odada kapı kirişlerinin bulundukları yere yerleştiren mimar mi ? Bir apartman dairesi içinde, bütün yaptıklarımızı önceden planlayan ve bütün davranışlarımızı belirleyen, apartman dairesinin yapısıdır. Mutfağa nereden gideceğimize karar veren, kapı girişinin bulunduğu yerdir.

Hayatımızın her köşesi yapılarla doludur. Bina şeklinde olmasa da ilişki yapılarıyla, kültürel yapılarla veya hukuki yapılarla doludur. Bütün bu yapılar apartman yapısı örneğinden farklı değildir. Kendimizin karar verdiğini sandığımız pekçok durumda, içinde bulunabileceğimiz davranışlar çoktan belirlenmiştir. Elimizdeki bir iki seçeneği kullanmayı biz kendimizi veya olayları yönetmek olarak algılarız. İş yerinde bizi çevreleyen yapılar da bunlardan farklı değildir. Nasıl bir kişiliğe ve özgeçmişe sahip olursak olalım, içinde bulunduğumuz ortamın yapısı bizim davranışlarımızı belirler, aynı yapı içinde aynı konumdaki insanlarla aynı davranışlarda bulunmaya zorlar. İnsanları bu anlamda farklı sıvılara benzetebiliriz. Kimyasal kökleri ne olursa olsun, bütün sıvıların nasıl bir şekil alacağını içine konacağı kabın yapısı belirler. Bir insanın nasıl davranacağını da, insanın içine gireceği örgüt veya ilişki yapıları belirliyor.

İçinde bulunduğumuz açık ve gizli yapıları tanımlayamadığımız için, yapıların bizi yönettiğini fark edemeyiz. Bu durumda bulduğumuz çözümler de kalıcı olmaz. Bir süre sonra tekrar benzer sorunlarla, bazen de daha ağır olarak karşılaşırız. Harvard Üniversitesi öğretim üyelerinden Chris Argyris, bir şirkete danışmanlık vermeye başlar. Bir süre sonra şirket yöneticileri Toplam Kalite Yönetimi (TKY) sayesinde, dokuz ayrı alanda maliyet tasarrufu yapmayı başarırlar. Herkes, TKY ne şükran duyarken, Chris bey TKY nin başarısını kutlamak yerine başka bir şey yapar. Yöneticileri, neden normal iş düzeninin yüksek maliyetli bir yapı olduğunu ve bunca zaman düzeltilmeden bu düzenin kendisini koruduğunu sorgulamaya iter…

Vay benim Chris abim vay ! Tıpkı önceki yazımda Bay Cansen’in köşesinde “bildiği gibi yaşamanın ve durmadan şikayet etmenin bağımlısı olarak çözümleri yokuşa sürme“yi bulmuştur herhalde yapının temel taşında Bay Argyris. Ne zaman “yapı” yı görsem beraberinde “sistem” ve “insan” gelir saçayağını oluşturan. Bu üçlüyle sanırım onbeş yıl önce ölümünden birkaç yıl önce Türkiye’de bir toplantıya uydu kanalıyla katılan Drucker amcamın üçlüsünden anımsıyorum. O, bu üçlüyü kendi dilinde ve “ağların gücü“yle, “hardware/software/humanware” olarak tanımlamıştı. Ben daha sonra türevlendirerek üçlüleri hep çoğaltmıştım. Bunları “akıl/yürek/emek” gibi şekillendirdim Gestalt felsefesini işlerken; “bilgi/beceri/tutum” gibi gruplandırmıştım öğrenme yolculuklarına çıkarken . Sonra hızımı alamadım “GAT/MAS/RAW” dedim. Akılları karıştırıp durdum. Varsın olsun en azından “üçün gücü” nü 1997 de Sevgili Merih hanımın öğretisinden bu yana hep kullanacak fırsatlar yaratmaya çalıştım. Hatta finanscı hocamızın “stratejik üçgeni“nde “maliyet/kalite/hız” ya da Everest’e tırmanmaya çalışan yabancı rehberli yerli dağcılarımızın “EOS“undaki “mükemmellik/uygunluk/sadelik” kavramlarında hep “üçün gücü” nü dilinme doladım.

Nice güçlü üçlülerle kendi tarzınızda SSTC öğrenme yolculuklarıyla yaşam büfesindeki self servis başarılar erişem çabalarınızda yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü