Yaşam Büfesinde “Duyarlılık Eğitimi”

“… Muhasebeden herkese haklı bir uyarı geldiğinde nedense ben daha çok etkilendim. Yine kaleme sarıldım. Yazdım ve anında yanıt aldım. Ne yapmak istiyordum ? Neden bu denli duyarlıydım ? Hata mı yapmıştım ? Yoksa hatalardan öğrenmeyi örnekleyerek mesajı daha anlamlı kılmaya mı çalışıyordum ? Veya tüm bu sözlerin çok ötesinde kuyruk acısıyla birşeyler mi demek istiyordum ? Sorular, sorular, sorular…”

Merhaba

Dün Kandil’di. Çeşme’de çok özel bir konuğumuz vardı. Geçen sene yaz sonunda Ödemiş’li Hasan’la vedalaşmıştık. Ciddi bir sağlık sorunu vardı. Sezonu kapatırken vedamızda tıpkı şu şarkıdaki gibi “…. hepsi boş hepsi rüya. İnan hayat çok kısa, belki çıkmayız yaza…”. Hasan, bizim Çeşme’de her sabah yürüyüş yolumuzun üstünde arabasında yatıp kalkan, altmışlı yaşları aşmış, sağlık sorunu olan ayağını sürüyen ama yüzü hep gülen tam bir Anadolu adamı… Adam olana öyle mesajlar veriyor ki; K.Genç bile anlıyor. Geçen sene ayrılırken Nezuş’a kendi orijinal bastonunu verdi adanın kayalık yerlerinde yürürken düşmesin diye. Kış boyu elimizden düşmedi o baston. Nezih abi dedi ki “sizi dün Ford’lu biri aradı; yoktunuz“. İkimiz de “Hasan mı geldi acep ?” diye sevindik. Gerçekten Hasan’mış. Bize tekrar geldiğinde bakın bize sevgiyle hazırlanmış neler neler hediye etti bir bilseniz. Dün bizim için çok güzel, çok anlamlı bir kandildi. Tüm Copcuların sevgi dolu telefonları gecikmeden bizi buldu. Allah hepsinden razı olsun; Allah onlara da çocuklarından göstersin.

Gelelim Hasan’a. Önce Hasan’ın sağ oluşuna sevindik. Sonra Hasan geldi diye yürüyüş yolumuzun üstündeki tüm kirlilikler (nylonlar, kutular ve hatta küçük taş parçacıklarının) temizleneceği ve daha rahat yürüyeceğiz diye sevindik. Çünkü Hasan geldiği an adanın çehresi değişiyor ve o orada yaşamanın bedeli olarak gücü yettiği oranda çevreyi temizliyor; tek parça pislik bırakmıyor. Bunu gören çadırlı komşusu Teknik Mehmet ve buraların en sevileni Elektirkçi Mehmet ve eşi bizim kadar seviyor, kolluyor Hasan’ı.   Hasan bir simge; tıpkı nesli tükenmiş iyilikseverlerden Konya’lı Mehmet gibi. Bu sevinçlerimize bir de Hasan’ın hediyeleri eklenince deymeyin keyfimize ! Bakın sabah çayımızda konuğumuz olan, Nezuş’un meşhur kurabiyesini yerken “bu ne müthiş bir şey !” diyerek övgüsünü gülen gözleriyle destekleyen Hasan bize Ödemiş’ten neler getirmiş ? Üç çeşit toprak göveç: Birinde karnıyarık, diğerinde et ve iki tane ayrı ayrı olarak (bana ve Nezuş’a) balık için toprak fırın kapları. Büyüksün Hasan ! Bitmedi. Üç çuval patates ve çaplarına göre ayrılmış olarak. Tıpkı Yunus Emre’nin, dergaha taşıdığı odunların aynı boyda ve doğru oluşu gibi (ve nasıl açıklamıştı; bizim dergahımızdan odunun bile eğrisi girmez diye). Bitmedi. Özel kavanozunda fazlaca müktarda tarhana ve özel yapılmış. Bu tarhana bize bir yıl yeter. Bitmedi. Birkaç ay önce Nezuş’la birgün Ödemiş-Gölcük yaylasına çıkmıştık. Oradan laf olsun diye bir kilo peksimet almıştık; biz pek peksimet yemeyiz; yol boyunca atıştırdık ve “Aman Allahım bu kadar güzel mi olur peksimet” deyip niye daha fazla almadık diye hayıflanmıştık. Hasan sanki aklımızı okudu ve bize iki torba da peksimet getirmez mi ! Olmaz böyle şey ! Biz ne yaptık da Hasan’dan böyle anlamlı armağanlar aldık ? diye uzun uzun düşündük. Yaptığımız her sabah yürüyüşünde “içten bir günaydın” demek ve sağlığını sormaktı; arasıra özel yemeklerimizi onunla paylaşmaktı ve bir de geçen sezonun sonunda “helalleşip vedalaşmak“tı. Yaptığımız sadece ona bizden biri gibi içten davranmaktı. Dünki kandil bizim için bir başka güzeldi. Allah nasip ederse Hasan Eylül sonuna kadar adanın ucunda, bol okisjen ve iyotlu havayı koklayarak ve arabasında yatarak, denize girip kendi balığını tutarak geçirecek ve inşallah daha bir sağlıklı olacak. Allah Hasan’a sağlıklı günler nasip etsin.

Hasan örneğine bakınca şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum: Biz acaba çok fazla mı duyarlıyız ?

Şimdi tekrar yazımın başındaki paragrafa döneyim. Muhasebeden gelen genel uyarı neydi ve ben neden bu denli duyarlılık göstermiştim ? Yanıtları ne olursa olsun ben bunu hep yapıyorum. Birilerini rahatsız etme pahasına yapıyorum. Ancak yazıma böyle başlamamın temelinde yatan, yaşadığım bir olguyu ele alarak yine SSTC öğrenme yolculuklarının gövdesini oluşturan “soru sorma” konusuna dikkat çekmek. Sorularla duyarlılığa dikkat çekmek. Soruların gücünü bıkmadan usanmadan işlemek. Bunu öğrenme adımlarında hep kullanmak. Bu örnekte ayrıca en üst yetki düzeyinde de olsanız, iletişimin duyarlılığı ruhunuzdan içeri girmişse, varlığınızı simgeleyen gecenin karanlığını aydınlatma misyonuyla, tıpkı İbrahim Aybar beyin dediği gibi duyarlılığı aynı düzeyde yanıtlarsanız ve yine tıpkı toprağı bol olsun Profesör Randy‘nin “son ders” isimli video kaydında dile getirdiği gibi “özür dilemenin üç evresini” de tüm içtenliğinizle gösterirsiniz.

Yazımın “duyarlılık eğitimi” ana temasına girmeden önce, bir önceki yazımda kapak sayfasıyla, kitabı armağan edenin o güzel el yazısıyla dile getirdiklerine uyduğumu gösterebilmek için, öğrenmede adım adım düzey geliştirmeyi vurgulayabilmek için kısa bir öyküyü buraya alacağım:

“…Bir bilge bir göletin başında oturmaktadır. Dikkatini susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip, tam su içeçekken kaçması çeker. Dikkatle izler olayı .. Köpek susamıştır ama, gölete geldiğinde suda kendi aksini görüp korkmaktadır. Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi aksini görmediği için suyu içer.

Bilge o anda düşünür. “Benim bundan öğrendiğim şu oldu” der: Bir insanın istekleriyle arasındaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır, kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa istediklerini elde edebilir”. Ama biraz daha düşünüce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür. Asıl öğrendiği şey;…”

Asıl öğrendiği şeyi yazmayacağım. Duyarlılık düzeyinize göre üç seçeneğiniz var: Sorarsanız söylerim; bunu içinize sindiremezseniz ve gider Mehmet beyin kitabını alır okursunuz veya “adam sende sanki çok önemli; bana dert değil, bana ne abicim...” der boşverirsiniz. Size kalmış. Yazımın konusu “duyarlılık eğitimi” olduğuna göre siz kendinize bakıp kendinizi değerlendirin. Keyif sizin köy mehmet ağanın. Şimdi bir anımla “duyarlılık eğitimi” kavramının bir başka boyutuna değineceğim ve K.Genç grubundan olmayanlara bir mesaj vermeye çalışacağım. Alabilene ne mutlu !

Bundan dört yıl önce Bursa’dayım. Adeta gelenekselleşmiş kahvaltılardan birindeyiz. Peynir ve fırından yeni çıkmış ekmeklerime nefis bir çay eşlik ediyor. Kral Arthur misali yuvarlak masadayız. Tenekeci Bahattin Abininin tezgahından geçerek köşeleri törpülenmiş biz mutlu-mesut çalışanlar güne neş’eyle başlamayı paylaşıyorlar. Masanın üzerine serili gazeteye bakıyorum ve işte gördüğüm: 20 Nisan 2001 tarihli Dünya Gazetesi; S.D.Ü.Stratejik Araştırmalar Merkezi Md.; İİBF Yönetim ve Organizasyon Aana Bilim dalı Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr.G.Papatya‘nın bir yazısı dikkatimi çekiyor. O kısmı koparıp alıyorum ve dönüşte hemen bir ppt sunum dosyası haline getiriyorum. İşte ilk mesajım: Siz yeter ki öğrenmeyi isteyin; öğrenmeyi arayın, o sizin ayağınıza gelecektir. Yok eğer siz Mahmut olarak “vermeyince Mabut” grubundansanız elden ne gelir; “Allah kurtarsın” demekten başka.

Bakın bu sözcükler beni nereye götürdü ?

Ondört yıl önce yıllık toplantıdayız. Ben yeni bölge müdürüyüm. Yine sahnedeyim. Formal diğer bir deyişle otoritenin çizdiği alanda genel ve rutin anlatım için dinleyiciler hazır ama ben yine sınırları zorluyorum. Bana tanınan sürenin sadece ilk çeyreğinde verilen formata uyuyorum ve daha sonra “Pretty Woman” a dönüyorum. Filmin tanıtım resmini tepegöze koyuyorum ve başlıyorum anlatmaya. Grup ilk anda neye uğradığını anlamıyor.

Ne yapmak istiyorum ve neden bu film ?

Daha o günlerde işimizin gittikçe zorlaşmakta olduğuna dikkat çekiyorum. Bir yıl önce şiddetlenen ülkesel krizin süren etkilerine değiniyorum. Mesleğimize odaklanıyorum. Önümüzde duran fırsatları gösteriyorum. Rahatlık zonundan çıkmak için kendimi ve ekibimi örnekliyorum. Eylemlerimizi somutlaştırıyorum. Çoğunluğu rahatsız ettiğimi biliyorum. Tıpkı yandaki diğer slaytta olduğu gibi. Eleştirilere razıyım; hazırım. Merkez bu yaptıklarımız için bizi zorlamıyorsa da ben yasakçı sınırları aşıyorum. Bu satırları yazarken birden aklım karışıyor ve SMARTa göre çizdiği hedefe ulaşamadığı için sadece iki yıl ömrü olan, çok beğendiğim ve kimi sayılarını çift çift aldığım SalesMax dergisinin bir sayısındaki anlatıma takılıyorum. Roma’nın 90 km güneyinde bir nehir ve onu aşmakla ilgili bir yaklaşımı satış becerilerini geliştirme amaçlı olarak kullanmıştı o yazıda tarih profesörü …. Hay Allah kahretsin. hem profesörün adını anımsıyamadım hem de o nehrin adına göre bu davranışa verilen isme . Ancak temel mesaj şuydu: Otoritenin çizdiği sınırları aşacaksan, bilinçli olarak aş; aştığını bil ki hazır olasın ya da sonuca razı olasın. Yoksa rüzgarı karşına alıp da angut kuşu gibi yuvarlanmayasın. O nehri ve profesörün öyküsünü bir başka yazımda ele alacağım. Herneyse mevzuyu çok dağıttık; gelelim biz yine o toplantımıza. Sınırları aşarak ve mesleğimizi gereğince (!) önemsediğimi göstererek; gözlerine sokarak  sınırları zorluyor ve  dinamizmi beslemeye çabalıyorum. Farklılıklarımızla zenginleşmeye katkıda bulunup bir adım ötesine geçebilmek için taşları yerinden oynatmaya çalışıyordum. Tıpkı geçen sene yedi fırtınacıdan birinin 216 kemiğin yerinden oynamasını istemesi gibi. Kişiler kadar kurum da bundan rahatsız oluyordu. Çünkü rahatsız ediyordum; çünkü statükoya meydan okuyordum; çünkü “yapmasaydın abicim” sözlerine karşın “inadına yapıp” prim isterim diye de tutturuyordum. İşte o gün sunumumda biz ziraatçılar hem satışın rutinselliğinden kurtulmak için hem de SSTC kurallarıyla katkılarımızı maksimize etmek için ve de bunu etkili performans yönetiminde “gönüllü mecburiyet / mutually obligation” diye uydurduğum bir kavramla ortaya koymak için “satış destek çalışmaları / Integrated Pull & Push Actions” olarak üzerine üzerine gidiyordum. Ve de akılda kalıcılığı artırmak için de simgem “Pretty Woman/Özel Bir Kadın” filminden bir pasajı aktarıyordum.

Özel Bir Kadın” filminden satış destek çalışmaları için nasıl bir mesaj çıkarılabilir ?

Anımsıyacaksınız, zengin ve asil (!)iş adamı R.Gere, güzel fahişe (!) J.Roberts’ı operaya götürür. Güzel kadın ne anlamıştır operadan ? ben şimdi anımsamıyorum. Anımsadığım ve sunumumdaki ana mesajımla bütünleştirmeye çalıştığım sahne şurası: Operadan çıkınca R.Gere der ki “operaya ilk defa gidenler ya severler, ya nefret ederler. Severlerse hep giderler; sevmezlerse farkı anlarlar ama asla ruhlarından içeri girmez”. İşte bu sözleri ben “pull yapanlar” diye çeviriyordum ve “pull yapanlar ancak severlerse yaparlar; sevmezlere zoraki yapsalar da yaptıkları bi b..a yaramaz”. İşte o zaman tıpkı 2000 yılında benim zorumla, üç ana konu sorumlusu Rusya’da müşteri eğlendirirken, biz 13 kişi Nevşehir’in soğuk ve sigara dumanı dolu kahvelerinde üç gün üç gece pull yaparken içimiz biraz buruk olsa da hırslıydık ve SMART’ımızın “A” sı çok büyüktü (rakibi kızdıracak kadar) . Üstelik dönüşte daha sonra bizden ayrılan ve konunun asıl sorumlusu olan bir otorite yardımcısının “kahvelerde 13 kişiydiler” küçümsemesiyle karşılaştık. Bu işin ana amacının sahrada yaparak öğrenmek, SSTC öğrenme yolculuklarının güncel ana iş kolunda izleme çalıştayı yaşandığını anlamıyorlardı. Çünkü ruhlarından içeri girmiyordu. Dedim ya zorla olmaz; isteyeceksin; seveceksin ve birgün gelip “yapmak” tan “olmak” düzeyine kendiliğinden eriştiğini göreceksin. Sanki hidayete ermek gibi birşey.

Şimdi sözlerimi “hipersensitivite” kavramıyla bu günlük bitirmek istiyorum. Biz buğday hastalıklarıyla ekonomik savaş olanaklarını geliştirmeye ömür vermiş olanların biraz akademik biraz da pratik bakış açılarında önemli bir yeri vardır bu kavramın. Belki Türkçe karşılığı “aşırı duyarlılık” tır ve bu nedenle yazımın içine almışım birkaç yıl önce. Bu konuya en tanıdık olanlar işimizin “bitki ıslahı” kanadından Allah selamet versin Albatros’lu komşum FAO Introduksiyon Merkezi’nden meslektaşım Dr.Cevdet Dutlu ve çok sevdiğim arkadaşım Dr.Polat Şölen‘dir. Şimdi lütfen yandaki slaytı inceleyin ve açıklamalarıma göre “obligat parazit” olan buğday pas hastılığı etmenlerine karşı konukçunun gösterdiği ve adına “hipersensitivite” dediğimiz reaksiyonun bu skalanın sizce neresinde yer alması gerektiğine karar verin. Yanıtlarınıza göre bir sonraki yazımda “duyarlılık eğitimi“ne bir adım ilerideki yaklaşımla devam edeceğim. Kuşkusuz sizin duyarlılık düzeyinize göre bu isteğin karşısında üç seçeneğiniz var: Ya sessizliği yeğlersiniz; ya beklenen doğrultuda sizce uygun olan seçeneği işaretleyerek görüşünüzü dile getirirsiniz veya hiç umulmayan bir tepkiyle bana dersimi verirsiniz (!). İşte bunlara göre yukarıdaki bilge ve köpek öyküne de geri dönerim.

Hergün duyarlılıklarınızla yaşamın kalitesine katkılarınızın bolca olması dileklerimle yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü (mustafa@copcu.com)