Yaşam Büfesinde “Uzatmaları Oynamak”

“…Çanakkale Boğazının serin sularına bakıp, balık rakının ilerleyen keyfinde Elit’in dili çözüldü ve Mutlu’ya olan sitemlerini masanın ortasına koyuverdi: 1.Yeriniz neresi belli değil; 2.Şov yapmaya ihtiyacınız mı var ? 3.Neden üç kişiyi mutlu ederken kırk kişiyi mutsuz ediyorsunuz ? 4.Neden yeterince direnmediniz ? > Kitabın 65 nci sayfası: “Herkes gibi sizin de kendinize özgü iş yapma tarzınız vardır”…  Synenerji Toplantısı tümüyle bir manipülasyondu. Öncesinde baş otorite üst düzey yöneticilerini manipüle etmişti. Mutlu da manipülasyona aracılık etti. Ona biçilen rol buydu ve oyunun tek kuralı vardı: MOB (Mutually Obligation / Gönüllü Mecburiyet)...İyi bir şey olsaydı sana vermezlerdi dedi (BHG) ve Bukalemun neden öldü ?…”

 

Nasıl başlarsa (1985 RMZ Cenazeyi kaldırmak için merhaba) öyle biter (2009 Tütüne katkıyla elveda)

Merhaba

On üç yıl önce uzatmaları oynadığım CINOS’un son evresinde “Başa Dönen Yolcu” örneği yine bir yabancı baş otoritenin ilk yılında Çanakkale’de yeni bir “Ustalık Yolculuğu”na çıkmıştık (2007). Seçilmiş ara yöneticilerin “Liderlik ve Koçluk” becerilerini geliştirmeye çalışıyorduk. Bu becerilere her zamankinden daha fazla gereksinim duyuyorduk. Çünkü yerli baş otorite 2005 yılında “Synenerji (Sinerji)” diye sahnelediği oyunda “Çelişkileri Yönetme” becerisini sergilerken yandaş destekler ve “Esnek Yaklaşımlar” bekliyordu. Bir yanda büyüme ve gelişmenin yeniden yakalanmış olan ivmesini sürdürmek için “Statükoyu Korumak” diğer yandan “Çerçeve Çalışmaları” ve “Omurgalı Liderlik” konusunda “Değişime Önderlik” etmek arasında “Denge Bulmaya” çalışıyordu. Bu birbirine zıt gibi görünen iki yaklaşım, hem “Hızlı Kazanımlar” dediğimiz “Kısa Erimli” hedefler ya da kısacası “Kârlı satışlar” için önemliydi; hem de “Geleceği Şekillendirme” dediğimiz “Uzun Erimli Projeler” veya “Stratejik Ajanda” için değerliydi. Bu iki temel amaç için yollar ve yöntemler yerelleştirilirken bizim otorite de düşüncesini “Synenerji Projesi (SGC)” ile yansıtmaya çalışıyordu. Daha doğrusu bu yaklaşımı kendisi yaratmıştı. Böylece üstlerine kendi “Farkındalığı”nı yansıtıyordu. Bu yaklaşım ise içte, üst ve orta yöneticilerde hiç de taraftar bulmuyordu inandırıcı olmuyordu Gerçekten de o günlerin içinde yaşadığımız koşullarında “Ayakları Yere Basmayan” bir görüntünün kabul edilmesini sağlama gayretlerine olan inançlar haklı olarak zayıftı; yetersizdi. Ve ben 2005 yılında…

Uzatmaları Oynamak

İkinci global birleşmeyle henüz duvara asılmamış olan elek yeniden sallanmaya başladığında (2000) kendime “Şimdi artık tamam” demiştim. Ancak İstanbul’dan İzmir’e taşınmaya kadar uzanan radikal kararlar sonucunda gelişmeler beklendiği gibi olmadı. Üstelik yeni bir kariyer basamağı oluştu. “Pullculuk Becerileri” ile desteklenmiş pazarlama etkinliklerinde yer alarak emeklilik öncesi üst yönetimde yerimi almıştım. “Tulum ve Tulumba” sembolleriyle “Seferberlik İlanı / Emergency Management” yaklaşımında “Tanımlanmış Sorumluluk Alanları”nı aşan eylemleri “Alışkanlık Edinmiş Huysuz İhtiyar Sendromu” sonuçlarını hemen göstermiş ve başrolde yer alan, geçit döneminde sahipsiz kaldığı ve üç tehtidin altında yıprandığı için dibe düşen TPK yeniden zirveye çıkarılmıştı. Bunun motivasyona yansıması ile yıllık toplantımız ilk defa yurt dışında yapılmış (Mısır-2004) ve yurt dışı toplantıları birbirini izlemişti (Brezilya-2005; Çekya-2006; St.Petersburg-2007). Demek ki CINOS fırınından daha yiyecek ekmeğimiz varmış diyerek 2005 yılına gelmiştik. Kariyer basamaklarında gidecek yer kalmamıştı. Ne var ki…

Yaşıyorsan Bitmemiştir

R.Bach’ın “Martı Jonathan”ı okurken zihnime çakılan iki sözü oldu. Bunlardan biri “sınamazsan gücünü sınırlarını bilemezsin” idi. Tıpkı uçurumun kenarında durmak gibi “Korkak Tavuk” sözlerini duymamak gibi ya da “Oyun Teorisi”nde olduğu gibi Martı pike yapıp yere çakılmadan ve yere en yakın noktadan dönebilmenin zirvesine erişme sınamalarında bu sözle gücünün sınırlarını keşfetmeye çalışıyordu. Her denemeden sonra da “yaşıyorsan bitmemiştir” diyerek bir sonraki denemeye hazırlanıyordu. Ben de onun gibi 2005 yılında “Şimdi artık tamam” diyerek bohçamı toplarken nerden çıktığı bilinmez yeni bir tanımlanmış görevle daha dört sene devam ettim. Bu son dört senenin içine ilki Çanakkale’de ikincisi Antalya’da olmak üzere Aker’le ve bayan Janet ile öğrenme yolculuklarına tanık oldum. İlkinde boğaz kenarında çevre temizliği yaparken para buldum; ikincisinde maçı kazanmış futbolcular gibi timsah yürüyüşündeki motivasyonu anlamaya çalıştım. Bu öğrenme yolculuklarında Zeynep ve Janet’in imzaları ve “Be inspired and ligt the fire” notu ile “İş Hayatında İnsan Üslupları (People Styles at Work)” kitabına sahip oldum. Bir yıl sonraydı…

Nereye kadar ?

On iki yıl önce, 2008 yılında artık “demir almak zamanı” gelmişti. Yabancı filmlerde olduğu gibi bir kutuya sığacak eşya ile ayrılmak yerine anılardan vaz geçememek adına Çeşme çatıyı dolduracak görselle taşınmaya başlamıştım. Sadece bekliyordum. Çıkışımın usulüne uygun olmasını ve “Gölge Etkisi” ile bir çuval inciri berbat etmemeye özen gösteriyordum. Yine de pek pürüzsüz değildi günler. “Gelmesen de olur” diyorlar ve ben Bostanlı sahilinde yaptığım yürüyüşü Deniz’in tahta iskelesinde ara verirken elimdeki Blackberry ile yine “BYBlık yapmak” tan geri durmuyordum. Koridorda oturmak pek hoş değildi ve 2007 yılında elimdeki “Kırmızı Fısfıs”ı daha sık kullanmaya başlamıştım. Bunun sonunda yine bir anjio ve yoğun ilaç tedavisi ile günler daha zorlaşmaya başlıyordu. Birkaç yıl sonra Kırıkhan’da 47 dereceden kaçmak için bir ağacın gölgesine sığındığımda kendime sorduğum gibi “Ne işin var burada ?” nın sessiz bir benzerini yaşayan duygularımla bekleme sürecimde sabırsızlık içindeydim. Yirmi dört yıl önce, 1985 yılının “İşçi Bayramı”nda Bay Baumann ile başlayan CINOS sürecimi 2009 yılında Bay Juric ile sonlandırmıştım. Çok şükür ki “Shadow Effect” yaşamadan “Spartaküs Sendromu” göstermeden süreci tamamlamıştım. Arkadaşlarımın daha sonra başlattıkları kimi yasal girişimler içinde yer almadım. Anılarımı hep yalın güzellikleriyle korumaya çalıştım. Yine de ayrılış sonrasında beraber olma, Temsil Plaza’da komşu katta yer almamıza rağmen ve henüz “MAS /Mustafa Arık Serbest” düşüncesiyle “Akıllı Büyüyerek Gelişen” firmada yer almamış olmama rağmen her ne hikmetse bir türlü keyif beraberliklerimiz olmadı. Halbuki zorlukların orta yerinde…

Zorlukların orta yerinde mutlu olabiliyorsan eğer aklın gerçek potansiyelini görürsün

Bu paragrafın üstündeki cümle “Başa Dönen Yolcu” olarak tanımlanan Huancho Dauren’in “Bilgenin Kanatlı Sözleri” isimli kitapçığından. Neden şimdi burada ? Bu sorunun iki yanıtı var: İlki yazıma eklediğim “Öykülerin Gücü RMZ86” isimli kolajdan dolayı aklımdan klavyeye düştü. CINOS’un ilk yılıydı ve henüz ben “Enstitülü Copcu” olmanın ağırlığından sıyrılmamıştım; diğer bir deyişle “Başa dönen yolcu” durumundaydım. İkincisi kolajda yer alan gayretler rahmetli babamın sözlerinde kendini bulan “densizliğin yarattığı zorluklar”dan bu cümleyi anımsadım. Zorlukların orta yerinde özel sektöre başlamıştım. İlk yılda yer alan birkaç teknik konunun (Bağda salkım güvesi ilacı; Pamukta yabancı ot ilacı; Kabakgillerde Yalancı Mildiyö ilacı, Tütünde Maviküf ilacı vb) hemen hepsinde yaklaşımlar adeta bilinçli olarak zorluk yaratmak amaçlıydı. Rahmetli babam “fare başını sokamadığı deliğe girmek isterken kuyruğuna kabak bağlarmış” derdi. Buradaki kabak “Su Kabağı” dır. Su kabağını bilir misiniz ? Onun ayrıca yer aldığı bir uyarı, bir deyiş daha vardır: Sigarayı nargile, nargileyi kabak paklar. Aynı kabaktan söz ediliyor. Su kabağı eskiden evlerde, özellikle evlerin hamamlarında (dikkat banyo demiyorum; duş almaktan söz etmiyorum. “Hamam” diyorum “hamam”) tas yerine, maşrapa diye kullanılırdı. İşte su kabağı bu işlevini cenaze yıkamamakta da gösterirdi ki sigaranın sonu ölüm demenin en veciz anlatma biçimiydi kırklı ellili yıllarda. Ne o zamanın su kabağı ne de şimdilerin sigara paketleri üstündeki öldürür, süründürür ifadeleri sigaranın önünü kesmedi. Belki en etkilisi de boynunu bükmüş penisi gösteren uyarıya bakan Temel’in bayiye dönüp “Bana öldüreninden ver” demesi az da olsa caydırı olmuştur. Nereden nereye…

Su Kabağı ve Burley / Virginya

Babam ellili yılların başlarına kadar tütüncüydü; hem de Soma’da en iyi tütünü yetiştirenlerdendi. Rahmetli annem ve babam özellikle soğuk kış gecelerinde Siera radyonun başında ajans dinledikten sonra çaylarını yudumlarken ettikleri sohbetlerin çoğunluğu tütün üzerineydi. “Biz hani en çok, en kaliteli ürünü askerlikten önce mi sonra mı yetiştirmiştik ?” diye soru sorarak başlayan sohbet daha sonra “Biliyor musun bu radyoyu 1945 yılında 250 lira verip de İbramaki alamadı da ben almıştım” diye hem tütün parasının bereketinden hem de zenginlerden birini nasıl geçtiğinden gurur duyardı. İşte çocukluğumdaki tütün, Enstitüdeki 16 yılımda yer alan Buğday ve Pirinç (doktora konum) çalışmalarından sonra özel sektörde ilk karşıma çıkan ürün olmuştu. Benden önceki teknik danışman uzaktan kumanda ile Ege’ye gelişinde destekleyici birimlerden birini gerçekten iyi seçmişti: Amerikan Tütün Şirketlerinin Türkiye temsilcileri (PM> Herman Tütün-Dr.Y.Gahon gibi). Ancak ruhsat amaçlı denemelerini Bornova ZMAEnstitüsü uzmanları (Ayhan ve Emin) yapacak olmalarına rağmen işin bu boyuunda üniversitedeki hocalara odaklanmıştı. İşte su kabağı buydu. Çünkü tütünde ruhsat amaçlı deneme için yetkili enstitü uzmanları ikna etmek  hem zordu; hem de yaklaşımı üniversite ile yapmak yetki alanına müdahale diye algılanıp ters tepiyordu. Çünkü onların bildikleri sadece “Şark Tipi Tütün” idi ve onun da yetiştiği kurak koşullarda “Maviküf/Mildiyö” gibi ciddi bir bitki koruma sorunu yoktu. Ve… uzun ince bir yoldayım…

Bu kadar söz yeter. Öykünün geri kalan detaylarının adım adım teknik öğretilerle gelişmesi kolajın içinde var. Neden Gönen’de “Yıldız Otel”in konforu değil de; Tahirova’nın misafirhanesi ? Belki de işin sırrı burada ve gizli mesaj da şu: Ben şu an özel sektörde olsam da yok aslında birbirimizden farkımız… demek ve bundan  sonrasını söylememek.. Yıllar yılları kovaladı. Daha sonra yine İsviçre merkezden başlayan diyalog ile gayretlerin beş milyon dolarlık bir katkı ile Türkiye bütçesine yansımasını sahra etkinliklerinde “Tulum ve Tulumba” ile yerimi aldım. Soğuk bir cumartesi öğrenme programında bahçede dolu tulumbayı uçurturken omzumdaki lifi parçaladım. Uzun süre firmacılık yaptıktan sonra bugün kendi şirketini kuran Tamer’le ve daha sonra Syngillerde yerini alıp da “216 kemik yerinden oynamalı” diyen Fatih’in Kınık ve Gördes gecelerinde moderatör koçluk yapmak keyif aldığım ve sonrasında mutlu olduğum anlar, yaşadığım zorlukların sonucuydu. Çünkü o gün de bugün de “Bu dünya GAT Dünyası”

Anıların gücü ile yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü