Yaşam Büfesinde “Doktorlarım(ız)”

“…Aman doktor canım doktor / Derdime bir çare / Çaresiz dertlere düştüm / Doktor beyim bir çare / Anam dersen anam yok / Babam dersen babam yok / Çaresiz dertlere düştü / Doktor beyim bir çare / Çaresiz dertlere düştüm / Doktor beyim bir çare / Mendilimin yeşili / Ben kaybettim eşimi / Al bu mendil sende dursun / Sil gözünün yaşını…İnsanlar iki şeye mecburlar; ölmeye ve ölünceye kadar yaşamaya…Herkes cennete gitmek istiyor ama hiç kimse ölmek istemiyor…Hayat o kadar kısa ki; doğumda kulağımıza okunan ezan öldüğümüzde kılınan namaz içindir. O halde…”

 

Koronalı günlerde 1955 de ağlatan doktordan 2020 e yaşamımızda yer alan doktorlardan ailemizin kalkanı Oğlumuz ve Kızımı Eray ve Özgen’e şükür ve şükranlarımla

Merhaba

Bugün Koronalı günlerde “Hayatı ve İşi Eve Sığdırdığımız (HİES)” Çeşme güzelliklerinde başta ailemdeki iki hekim olmak üzere 2020 nin “Çilekâr Doktorları” ile 1995 yılında Alaşehir-Sarıgöl kahvelerinde gece köye götürdüğümüz doktordan çocukluğumda (ellili yılların ortasında Soma) rahmetli annemle birlikte söylediğimiz türküdeki ağlatan doktoru ve bunların arasında yaşamımıza bir biçimde girmiş olan hekimlerimizi ziyaret etmek istiyorum anılarımda.

Yaşamımda (>75) iz bırakan hekimlerimiz: EÖC2020Plus (Apti; İlter; Erkin; Berkay); EÖC2000;  Salim1985; Sultana1995; Mehmet1965; Türkü1955 ve anılarımdan mesajlar

 

1.     Sevgili Doktorlar EÖCPlus 2020

Koronalı Günlerde “Hayatı Eve Sığdırdığımız” Koşullarda Hekim Oğlumuz ve Kızımız yanındaki çocuklarımız gibi dost doktorlarlarımız için şükür ve şükran doluyuz. İyi ki varlar. Allah’a emanet olsunlar.

Bir ay kadar önce ilk Korona tehlike çanları çalmak üzereyken ABİDE’mizin Barış (doktor yeğeni torunum ve uluslararası ilişkilerde usta olacağı umuduyla yarınlarımızda “Broadcasting” etkili) Hollanda’dan; Eren (Doktor oğlu torunum ve Sabancı’dan geleceğe uzanacak ve babasının yolundaki eylemlerle “Execution” etkili) İstanbul’dan İzmir’e geldi ve biz de (MNC; doktor anası babası) apar topar Çeşme’ye gittik (geldik) doktorumuzun çizdiği mecburi istikametle.

O gün bugündür sürekli doktorlarımızın (EÖC) yakın takibi altında (tıpkı araç takip sistemi gibi) “eve sığdırdığımız hayat”la mutlu mesut gözümüz arkada kalmadan şimdilik keyifle sürdürüyoruz. Sadece biz ikimiz (>65) değil C13 ün tün bireyleri olarak hepimiz ailemizin iki hekimi tarafından “kalkan ve şemsiye” altındayız ve sanal ortamda bazen görüntülü diyalogla ilişki ve iletişim sıkıntısı yaşamıyoruz. Hekimlerimizin kalkanı ilk öncelikle sessiz meleğimiz Aslıhan’ı (ilk torunum ve 27 yıldır sevgilerimizi ve desteklerimizi biriktiren, çoğaltan, perçinleyen “Accumulation” etkili) korumaya odaklı. En küçük Copcu olmakla gurur duyup bunu bir başkasına kaptırma korkusunu yaşayan Duru (ABİDE içinde inatçılığı ve “Dedication” ile inatçı tutkuyu yaşayan) ve ablası İrem (yenilikçilik adına “Innovation”a öncülük eden) de hekimlerimizin şemsiyesi altında Koronasız günleri bekliyoruz.

Daha düne kadar “14 Mart Tıp Bayramı”nda networkumuzda bu iki hekimimiz yanında yer alan kardiyalog Apti ile yükselen tansiyonumuzu ve kullandığımız ilaçların etki mekanızması ACEli mi değil mi oluşunun risk değerlendirmesi destekleriyle doktor zenginliğimizi daha iyi anlıyoruz.

Koronalı günlerde boğazımızda ne zaman olası bir enfeksiyonun rutin mi yoksa “aman Allah’ım” türünden mi kuşkularımız olursa hemen yanı başımızda olan Doktor İlter ve kimi zaman ilaçların prospektüslerini bile okumakta zorlanınca gözlerimiz profesör doktorumuz Erkin tee Aydın’dan yetişiyor. Allah razı olsun.

Öte yandan aynı sitede birlikte yaşayıp, kafeteryada birlikte oturduğumuz aile hekimimiz doktor T***r öyle sıkı disiplinli ki diz ağrıları nedeniyle ikinci kata çıkamayıp alt katta bekleyen eşim için bile “raporlu da olsa kendisini görmeden ilaç yazmam” dediğinde isyanıma ve sıkıntıma çare bulan sevgili doktor Berkay özellikle Koronalı günlerde çocuklarımız gibi çözüm dostlarımız. Daha ne ister insan !

Bugün 2020 yılının başlamak üzere olan ilk baharında Koronanın artan baskısı altında Kuşku > Kaygı > Korku gelişiminde adım adım gerçek hekimlerle ekranlardaki şaklaban ve orta oyuncularının soytarılıklarına daha fazla içerliyoruz. Üstüne üstlük bu kırılma anlarında otoritenin kalkanında ev alma desteği, evde oturma önerisine karşıt uçuşları ucuzlatma katkısı ve daha niceleri ilk anda akla ziyan gibi görünse de doktorlarımızı dinlersek (disclosure) korkunun arka bahçesindeki çaresizliği görürüz. Bir yanda Merkez Bankasının bohçasındaki kefenlik kırk milyar doları köprücülere mecburen verince, işsizler için bir kenarda yedek akçe olan (ve aslında sadece kağıt üstünde var görülen) yüz elli miyara yakın paranın da otoyolculara, tünelcilere verince gel de Orhan Veli’yi hatırlama ve “delikli şiiri” söyleme;

“Cep delik, cepken delik, / Kol delik, mintan delik,  / Yen delik, kaftan delik, / Kevgir misin be kardeşlik !”

2.     Baskıcı Doktorlar EÖC2000

İngiliz ve İsviçre kültürünün çatışmalarında “Synleşen Nogiller” olarak ikinci global birleşmeden de salimen ve kariyer basamağında yükselerek çıkınca ve de etraf toz dumanken (> Kurt puslu havayı sever ya da > Tavuk sersemken d*kilir diye düşünüp) adına “MAXER” dediğim bir Pazar Geliştirme Projesi oluşturup, elime çantamı aldım ve Nevşehir’e doğru yola koyulmak üzere pazartesi günü evden çıktım. Gidemedim. Doktor kızımız Özgen izin vermedi. Elimden tutup Atakalp’e götürdü (Nisan 2000 nin ilk günleri). Doktor oğlumuz Eray kısa dönem askerlik için Kars’a gidişinin üstünden henüz bir hafta geçmemişti. “Ben iyiyim; bırakın beni gideyim yoluma” desem de baskıcı doktorumuz beni dinlemedi. Önce eforlu EKG ve ertesi gün anjio ve sonuç: Dört ana damar tıkalı; hemen by pass. “Hadi canım sen de !” bile diyemeden üç gün sonra da by pass oldum. Eray hemen geldi. Ekibi oluşturdu. On gün sonra eve taburcu oldum ve İbrahim ve Faruk’un kenarlarından tuttukları sandalye ile dördüncü kata çıktım. Kurallara ve önerilere “ölçülebilir değerlerle” uydum; her gün küçük adımlarla gelişmemi ve iyileşmemi izledim. Kısa sürede iyileştim. Aradan geçen 20 yıl içinde ve bugün hâlâ Koronalı günlerde sevgili doktorlarımız Eray ve Özgen’in baskıcı hekimlikleriyle nice badireleri atlattık. Allah razı olsun. Daha ne ister insan !

 

3.     Bildiğinden şaşmayan “İnatçı Doktor” FST/Sultana1995

Özel sektöre transfer olalı 10 yıl olmuştu. İlk ülkesel kriz safralardan kurtulmamızı sağlamıştı. Yeniden büyüme dönemine geçtiğimizde tüm dünyada büyük çiftçilerin angaje oldukları ya da kendi yönetim ekiplerini kurdukları anlaşılmıştı. Bu durumda tarımsal üretimde bitki koruma sorunlarına çözüm arayan küçük üreticiler sahipsizdi ve doğrudan aracıların “satış ağırlıklı” etkisindeydiler. Satıştaki sıkı rekabet baskısı ise özellikle teknik açıdan doğruları tartışılır kılıyordu. Firma satışçılarının üreticiyi doğru yönlendirmek için hem yeterli zamanları olmuyor, hem bu etkinlikler satıştan edindikleri gelirlerini artırmadığı için inançla gerçekleşmiyor hem de kimi zaman bilgi ve becerileri yetmiyordu. Bunu gören firmalar da her birinin kerameti kendinde menkul adına IPM (Entegre Tarımsal Savaşım Yönetimi) ya da daha gelişmişleri ICM (Entegre Tarımsal Üretim Yönetimi) gibi kavramların içine kendi ilaçlarını monte ediyorlardı. Kimi zaman kamunun IPM ve ICM anlayışı ile tam uyuşmasa da vaziyeti idare ediyorlardı. Biraz daha somut adım atmak ve fark yaratmak gerekiyordu.

Eylül 1992 de henüz CINOS’un “No” ve “Syn” aşamaları ufukta görülmezken Antalya’da Marco Polo isimli tatil köyündeki yıllık toplantıda adamın biri ısrarla sahneye çıkmak istedi. Israrın sonunda kerhen (!) de olsa otorite bu “yırtık dondan çıkar gibi” davranan adama izin verdi. “Astranot Kılıklı Adam” yakıştırması ile kırmızı tulumuyla sahne alan adam IPM ve ICM den “FST (Çiftçi Destek Ekibi)” ne geçişin Türkiye’deki ilk sinyallerini verdi. Bu çıkış hem onun kariyer yolculuğunu değiştirdi ve hem de bir yıl sonra Alicante (İspanya) ve ertesi yıl sonra da Budapeşte (Macaristan) toplantılarına katılımıyla ülkemizdeki FST anlayışını yaşama aktardı. İlk FST Projesini Manisa bağlarında “Sultana” ismiyle hayata aktarınca satışın kısa vadeli hedefleriyle portföyde mevcut çözümlerin FST ruhu için yetersizliklerinin çatışmasında çok zor günler yaşandı. FST kavramının üç temel ayağı vardı:

1.Aplikasyon teknikleri: İlaç uygulamalarını alet, makine ve metotları iyileştirmek;

2.IPM: Sorun çözmede doğru teşhiş, doğru seçim ve doğru kullanımla ilaçlı savaşımı en son çare olarak devreye sokmak ve etkili kılmak;

3.Güvenlik / Emniyet: Kullanıcı güvenliğinden, tüketici güvenliğine kadar makul ve mantıklı, kabul edilebilir ve uygulanabilir sağlık koruma önlemlerini küçük çiftçi düzeyinde eylemleştirmek

İşte bu üçüncü madde kapsamında iki şey yaptık:

1.İlkokullara girip çocuklara ailelerinin yaptıkları ilaçlamaları resimleştirmelerini istedik ve öğrenme yolculuğunu onların düzeyinde tıpkı “Yalın Ayaklar Koleji”ndeki gibi yapılandırdık. Şimdilerde her biri otuz yaşını aşmış olan o günün çocuklarının yaptıkları resimleri hâlâ çatıdaki çeyizlerimde saklarım. Ne var ki, bir süre sonra kamu “bu bizim işimiz; siz okullara giremezsiniz” dedi ve bizi devreden çıkardı. Kendileri yaptı mı ? Hayır.

2.İkinci olarak da özel çalışan bir doktorla ücreti karşılığında anlaştık ve köylerdeki gece eğitimlerimize doktor götürdük. Ondan sadece iki şeyi ısrarla vurgulamasını ve önemini anlatmasını istedik. Birisi ilaçlamadan hemen sonra ellerini ve yüzlerini sabunla iyice yıkamalarını ve eve döndüklerinde de duş almalarını öğütlemesini istedik. Ancak bizim “inatçı doktor” sanki biz böyle dememişiz gibi ilaçların zararlarını ve kaç kişinin zehirlenip de öldüğünü anlatarak çiftçileri korkutmaktan öteye geçemedi. Birkaç defa uyardık. Anlatırken devreye girip düzeltmeye çalıştık. Olmadı. İnatçı doktorla beraberliğimiz bir hafta sürdü. Neden şimdi bu inatçı doktor bu yazıma konu oldu ?

Koronalı günlerin duyarlılığında ekranlarda bildiğini okumaktan vazgeçmeyen soytarılardan dolayı “inatçı doktoru” anımsadım. Bugün Koronadan korunmak için birinci öncelikli konu yakın temastan kaçınmak ve bir biçimde temas olursa elleri güzelce sabunla yıkamak ve bunu işlemek yerine yok karanfil yağlı yok propolisli, evde deterjan hazırlamada uçuk kaçık on maddelik karışımlarla hâlâ normal günlermiş gibi kendini öne çıkarmak ve fark yaratarak kendini satmaya çalışmak ne denli bir aymazlıktır anlamam çok zor.

Şimdi Koronaya karşı mücadelede ikinci hamlenin yedi maddesinden biri olan “piknik ve mesire yerlerinin hafta sonları kapalı olacağının etkisi”ne takılmadan, aklımı yine “delikli şiirle” avutarak Kemer Barajı lojmanlarındaki kadir bilmez, gençliğin toyluğunda öfkeli ve genetik mirasının kurbanı doktorun alkolden sonra sınır tanımaz sözleri üzerine gecenin bir vaktinde külüstür (vefakar ve cefakar) Anadol’la nasıl tornistan ettiğimize değinmeden biraz daha gerilere doğru akmaya çalışayım.

4.     Dost doktorlar SG~1980ler

Devlet memurluğumun son yıllarıydı (seksenlerin başları) ve rahmetli babamın yarı felçli günlerinde doktorlara ihtiyacımız her gün artıyordu. Babam YSE’den işçi emeklisiydi ve raporlu ilaçları vardı. O yıllarda SSK doktoruna görünmek, reçete yazdırmak ve hastanede kuyrukta saatlerce bekleyip eline verilen küçük bir torba ilaçla eve dönmek bazen bir güne bile sığmıyordu. Tepecik Sigorta Hastanesinde Ortaokul arkadaşım doktor Sad…Yağ… vardı. O bile kolaylık sağlamıyordu ve de üstelik azıcık sitem etsem “babanı bir gün olsun benim muayenehaneme mi getirdin ?” diye paylıyordu. Ben de her zaman olduğu gibi inattım ve inatla kapının önünde sıranın bana gelmesini bekliyordum.

Buna karşılık meslektaşımın eşi ve Çeşme’de yazlık komşumuz doktor Salim gece gündüz, bayram seyran demeden ne zaman çağırsak babamın gelip iğnesini yapardı. Ki doktor Salim ilk mamografi ile ünlenmiş Alsancak’ta muayenehanesi olan Almanya’da uzun yıllar hekimlik deneyimli bir dosttu. Her zaman ve hala bugün gerçek bir dost olarak ilişkilerimiz sürüyor. Yazıma eklediğim kolajın bir yerinde “kırmızı şarap bana dokunuyor” sözlerime sevgili Emel’in “Salimin kulakları çınlasın” demesi bu dostluğun geçmişte de ne denli sıkı ilişkiler içinde olduğunu gösteriyor. Allah razı olsun. Daha ne ister insan !

Dost doktorlar bu kadar mı ? Hayır. 20 yıl daha geriye uzanacağım.

5.     Sınır tanımayan doktorlar MRV~1965

Ziraat Fakültesinin ilk yılında Ege Üniversitesinde Tıp ve Fen Fakültesi öğrencileri olarak, adına FKB (Fizik Kimya Biyoloji) denilen bir yıl beraberliğimiz oldu. Bu süre içinde biri İranlı diğeri Iraklı iki doktor adayı tanıdım: İranlı Ahmet Faiz Şaar ve Iraklı Kerkük Türklerinden Mehmet Rıza Veli (MRV). Biyoloji derslerinden birisi Botanik idi ve dersi rahmetli Prof.Dr.Yusuf Vardar veriyordu. Sert, disiplinli bir hocaydı ve yabancı öğrencileri, özellikle arapları sevmezdi. Bu nedenle arapların herkesten daha fazla yardıma ihtiyacı vardı. Bu iki yabancı öğrenciyi nasıl tanıdık bilmiyorum. Rahmetli Latif’le ikimiz bu ikisine Botanik dersi vermeye başladık. Ahmet’i daha sonra görmedim. Mehmet mezun oldu. Doktor oldu. Mehmet “İstanbullu Fuat”ın kızıyla evlendi. Türk vatandaşı oldu. Üç oğlu oldu. Oğullarının üçü de babaları gibi bugün İzmir’in popüler doktorları. Mehmet’in çocuklarına bir süre rahmetli annem ve uzun süre de rahmetli halam bakıcılık yaptı.

Bu ilişkiler içinde doktor Mehmet evimizin bir oğlu gibi selamsız sabahsız girecek kadar yakın ve her zaman gerçek bir dost oldu. Mehmet daha talebeyken Nezuş’un başında bir kist çıktı (talebeyken evlenme ve yetersiz ekonomik koşullarda birlikte yaşamanın sıkıntılarıyla geçen günlerin eseri olsa gerek). Hastaneye gittik. Küçük bir operasyonla aldılar. Kısa bir süre sonra daha büyük olarak çıktı. Yine hastaneye gittiğimizde hoca doktor adayı öğrencilere vakayı örnek olarak  göstermek için Nezuş’u bir sandalyeye oturttu. Bu tanıtımdan sonra aynı operasyon tekrarlanacaktı. Mehmet hemen yanıma geldi ve bana “Al karını buradan çıkart; hemen çıkart ve beni dışarıda bekle” dedi. Biz de öyle yaptık. O gün akşamüzeri bizi Kestelli’deki rahmetli doktor Baha Kitapçı’ya götürdü. Bizim Baha beye verecek paramız yoktu. Mehmet bizi anlattı; hoca bize gülümsedi ve bila bedel (bedelsiz) olarak bizi on beş gün  boyunca iki günde bir düzenli bir tedavi sürecine soktu. Kistin olduğu yere bir ilaç sürdü. İki gün sonra oluşan kabuğu alıp ilacı tekrar sürdü. Böylece on beş gün sonra kistten eser kalmadı ve bir daha çıkmadı. Bizim doktor Baha beye teşekkürümüz de bir demet çiçek oldu. Mehmet’e ise ömür boyu minnet duyduk. Mehmet’le dost doktor olarak pek çok anımız vardır; bir blog yazısında öykülendirmeye sığmayacak kadar. Allah razı olsun. Daha ne ister insan !

6.     Mahalle Doktoru Tepecik ~1960 lar

Bakkal dükkanımızın (1148 sokak) bereketli yıllarıydı. Soma’dan İzmir’e taşınmıştık. Her gün akşamüzeri kahverengi pardesösiyle uzun boylu yakışıklı bir adam sokağımızda görünürdü. Sakin adımlarla yürürken elindeki kahverengi doktor çantasına hayran kalırdım. Şimdi çatıda da benzer bir çantam var (özenti olsa gerek). Bakkal dükkanımıza uğrar ve Yenice sigarası alırdı. İlerlemiş yaşında SSK doktoru olarak tekrar tekrar uzmanlık sınavına girecek şekilde çalışıyordu. Ara sıra muayenehanesine uğrar zengin kitaplığından okumak için ödünç kitap alırdım. Pardayyanlar serisini, Arsen Lüpen serisinin onun kitaplığından alıp okumuştum. Rahmetli (ve sevimli) doktor Orhan Akdeniz’e özellikle rahmetli annem için birkaç kez gittiğimizi anımsıyorum. Anılarımda kalan boyu posu, Yenice sigarası, pardesösü, çantası ve çoğu zaman bila bedel (bedelsiz) tedavileriydi (eşantiyon ilaçlarla birlikte). Allah razı olsun; mekanı cennet olsun. Ve çocukluğa gideyim daha fazla oyalanmadan.

7.     Ağlatan doktor Soma ~1955

“…Çocuktum, ufacıktım, / Top oynadım,acıktım. / Buldum yerde bir erik, / Kaptı bir Ala Geyik. / Geyik kaçtı ormana, / Bindim bir ak doğana. / Doğan, yolu şaşırdı, / Kaf Dağından aşırdı. / Attı beni bir göle; / Gölden çıktım bir çöle, / Çölde buldum izini, / Koştum, tuttum dizini…”

Rahmetli Ziya Gökalp’in bu şiirindeki gibi top oynayıp acıktığım günler pek fazla olmadı çocukluğumda. Babam esnaftı (kahveci, köfteci ve bakkal). Bunun anlamı tatilim yoktu ve patron (!) çocuğu da olsam dükkanın daimi çırağı idim. “Keşke babam memur olsaydı” dediğim günler oldu (tıpkı Tahsin’in kızının babası sürekli seyahatte olması nedeniyle özlemini anlatma şekli olan “Keşke babam bakkal olsaydı” deyişi gibi). Soma’da maden ve santral gelişince köfteci babamın işleri gittikçe iyileşiyordu. Bunun anlamı evde iş yüklerinin artmasıydı. Daha fazla kıymadan köfte hazırlamak, dükkandaki bulaşıkları sepetle eve getirip yıkamak ve tekrar götürmek hem bedenleri hem akılları yoruyordu. Üstüne üstlük 14 yaşındaki ablam erken bir sevdaya tutulup da hakim kararıyla yaşının 16 ya çıkarılması ve kerhen de olsa ebeveyn onayı ile evlendirilmesinin ardından “iç güveysi” olan damatla kayın pederin çatışmaları özellikle rahmetli annemi çok üzüyordu. Daha çok annemle beraber geçen çocukluğumda ikimizin de dilinde iki türkü vardı. Birincisi kolajımdaki türkü “Aman doktor…” ve ne zaman bunu söylesek ikimiz de ağlamaya başlardık. İkincisi de hüzünlüydü: “Karşı ovalar karardı; gölgeler dağları sardı…”. Daha çok doktorlu türküyle haşır neşir olurduk özellikle de babamın bağırıp çağırdığı anlarda. En çok aklımda kalan babama dayanamayan eniştem bir yıla kalmadan ablamı alıp memleketi Gördes’e gittiği gün kamyonete yüklenen eşyalara baka baka annemin elinden tutup da anneannemin evine doğru yola koyuluşumuz anındaki gözyaşlarım ve dilimdeki “aman doktor” idi.

Bu kadar öykü yeter; bir blog yazısı olarak fazla bile. Ancak “hayatı eve sığdırdığımız” şu Koronalı günlerde kim öle kim kala düşüncesi baskılanamayınca ailemizin iki değerli doktorunun koruma kalkanında Çeşme’de hep özlediğimiz yaşamı aynen sürdürmenin şükür ve şükranı içinde 1955 den 2020 e “Ağlatan Doktor” dan “Mutlandıran Doktorlarımıza” uzanan 65 yıllık sürecin aklımın labirentlerindeki kimi anıları kayda geçirmenin belki bir gün ekstra bir değeri olur diye avunarak sağlık ve esenlik içinde Koronasız keyifli günlerde buluşmak umuduyla Allah’a emanet olunuz.

Öykücü

NOT: Geçen sene bu gün blogumda ne yazmışım ?

http://www.copcu.com/2019/03/29/yasam-bufesinde-kitap-ve-kursak/