Yaşam Büfesinde “Mori”

…Muzaffer bir Roma generali, savaştan galip çıkıp sokaklarda zafer turu atarken arkasında duran bir köle kafasının üstüne bir Defne çelengi (Tacı) tutup şunları söyler: Memento mori (Fani olduğunu hatırla). Memento te hominem esse (Sadece bir insan olduğunu hatırla). Respice post te! Hominem te esse memento! (Arkana bak! Sadece bir insansın, hatırla!)…Tekerlek, Kelebek, Kurukafa, Asa, Baston ve Gönye…ya da Türkler için: Ayna/Elma/Kaplumbağa…”


Altı Sigmalı IoT ye bakarken İstanbullu S.Jobs’un öğretilerinde “memento mori”

Merhaba

Taşradan (Soma) İzmir’e gelinceye kadar (1958) insanların kökeni nedir bilmedim. Böyle bir kavram, bir ayrım yoktu ne evimizde, ne sokağımızda, ne esnaf çevremizde ve de ne okulumuzda. Öyle ki çingene nedir diye düşündüğümü ya da korktuğumu, korkutulduğumu, çekindiğimi anımsamıyorum Soma’daki çocukluğumda (1945 den 1958 e kadar). Hatta Soma’da çingene mahallesi var mıydı ? bunu da hatırlamıyorum. Rahmetli babam bizden önce İzmir’e gelmişti (1958 başları). Bunun için köfteci dükkanını devretmiş (dükkanda kiracı mıydık ? bunu da bilmiyorum ama sanırım değildik); İzmir’e gelmeden önce madenden tanıdığı ve aile dostumuz olmuş olan “Malatyalı İbrahim” ile Malatya’dan bir vagon kurufasulye getirmiş ve tüccarlığa niyet etmişti. Başarılı olamadı. Halbuki kısa bir süre sonra “Bu fasulye yedi buçuk lira” diye türküsü bile söylenecekti fasulyenin fiyat artışından kâr etmenin zor olmadığı açık olmasına rağmen demek ki babam fırsatı iyi değerlendirememişti. Her neyse; konu yine dağılmaya başladı; toparlayayım. Soma’dan İzmir’e gelen babam bakkal dükkanını Tepecik-Zeytinlik arasındaki 1148 sokakta açtı. Birkaç yıl (1958/63) işler iyi gitti. Daha sonra iflas eden bakkal oldu “Sakız Bakkaliyesi”. İflasın iki temel nedeni vardı. İlki yeniliklere ayak uyduramadı ve köhne olarak kaldı. Öyle ki her akşamüzeri hastaneden mahalledeki muayenehanesine gelen rahmetli Dr.Orhan Akdeniz bile bir süre sonra sigarasını bizden almaktan vazgeçti. Yine yan yollarda kayboluyorum ve kendime dur demeliyim. İflasın ikinci nedeni bakkalın işletme sermayesini ev alımına harcayınca babam dükkanda ürünler azaldı; beklentileri karşılayamadı. Bakkalı kapattığımız 1966 yılı başlarında satılan neredeyse sadece ekmek ve sigaraydı. Bunun kârı da dükkan kirası ile babamın sigarasına ancak yetiyordu. Gerek bakkal dükkanımızın ve 1141 sokaktaki ilk evimizin yakınlarında (Boğaziçi) ve gerekse 1963 den 1985 e kadar bazen trene ve bazen de servis aracına binmek için hemen hemen her sabah rahmetli Latif’le birlikte içinden geçtiğimiz Hilal’de çingeneler otururdu. O zamanlar “Roman” demezdik; böyle demenin kibarcası olduğunu bilmezdik. Tepecik’te 29 yıl oturduk, çingenelere yakındık, sokaklarından geçip gittik ve hiçbir zaman hiçbir sorun, sıkıntı yaşamadık. İzmir’e gelinceye kadar “Boşnak” nedir bunu da bilmezdim; ta ki Nezuş’la tanışana kadar. Peki, Soma’da göçmen yok muydu ?

Vardı. Hem de adına “Pomakköy” denen bir yerleşim alanı Soma’dan Kınık yönüne çıkan şosenin  üzerinde çocukluğumda çok sevdiğim bir yerleşim yeriydi. Daha sonraları “Pomak”ların Romanya göçmeni olduğunu öğrendim. Mutlaka ilkokulda sınıf arkadaşlarım vardı göçmen olan. Biz o zamanlar daha çok “Macır” derdik ama bu sözcük hiçbir küçümseme içermezdi. Daha sonra İzmir’de “Mübadil” sözcüğünü de öğrenecektim. Ailemize giren damattan Arnavut olmanın ne denli inatçılık olduğunu da. Çeşme’deki evimizin arsasını satın aldığımız ve akrabamız olan rahmetli Turgut Dede ile eşi arasındaki “Boşnak ve Yörük” atışmalarının güzelliği de anılarımda capcanlıdır. Yine biraz geriye gideyim ve Soma’da bir sözcüğün anımsattıklarıyla bu yazıma başlık olan “Mori”ye gelmeye çalışayım.

Soma’dan iki kıyaslama yapacağım. Biri Soma ile Kırkağaç arasında kadınların günlük giysilerinin çarpıcı farkının yarattığı algı diğeri de macırların içtenlikle “mori kız” diye seslendikleri. İki yerli kasaba niteliğindeki ilçe olan Soma ile Kırkağaç arasında öylesine keskin bir giysi farkı vardı ki Somalılar için “Soma Sığırı” demek büyük haksızlıktı. Kırkağaç halkı tamamen kara çarşaflıydı ve sadece yüzlerinin bir kısmı görülürdü. Ben çocukken onlardan korkardım ve belki de “öcü” diye öğrettikleri onlardı. Yine de laf aramızda “Kırkağaç’ın Kızları” Somalılardan daha güzel olurdu. Bu farkın nedenini belki de “Erzurum Türküsü”nde anlamak olanaklı: “Dam üstünde ezan var / Ezanda bir gezen var / Erzurum’un içinde / Gün görmemiş güzel var”. Demek ki gün görmek her zaman “akıllı, bilgili, usta olmak değil”. İki yerli yerleşim alanı olan Soma ile Kırkağaç arasındaki fark böyle iken Romanya göçmeni Pomakköy’deki (daha sonra bu yerleşim yerinin adı “Turgutalp” oldu) Pomakları kendimize daha yakın görürdük.  Somalılar ise “Etek/Peştamal” giyerlerdi. Internette gördüklerimin hiçbiri değil. Etek olarak giyilen beli lastikli uzun siyah düz bir kumaştı. Peştamal ise bugün “Rize Bezi” olarak bildiğime benzer kırmızı, mavili yollu olurdu. Yüzleri örtmeyecek şekilde basitçe baş bağlanırdı. Çocukluğumda en büyük muzipliklerden (yaramazlık) birisi de düğünden bir gece önce yapılan “Kına Gecesi” eğlencesine katılan ve tahta sandalyelerde oturan kadınların peştamal uçlarını birbirine bağlayarak ayağa kalktıklarında başlarından peştamal düşmesini izlemekti. Daha önce de yazdım; C13 içinde yaramazlık sıralamasında ya birinciyimdir ya da ikinci. Evet; sadede geleyim. Soma’da “mori” sözcüğünü duydu çocuk kulaklarım ama düne kadar önemsemedi (yetmiş beşinden sonra insan daha çok ziyaret ediyor çocukluğunun anılarını). İzmir’e geldiğimizde ise Zeytinlikteki annemlere komşu “Hayriye Teyze” vardı tipik göçmen ve o yıllarda yaşı yetmişi aşmış (ve sanırım Selanik göçmeniydi). Her bayram evine giderdik el öpmeye ve “mari kızım” diye söze başlardı ( Soma’da “mori”, İzmir’de “mari” acaba “Ey Fani” mi demekti) bize şeker ve kolonya ederken toprak zeminli kümes gibi damı akan tek odasında. Rahmetli annem iki haftada bir Hayriye Teyzeyi alıp banyoda yıkardı. Onun ve nicelerinin duası bugün bizim (C13) mutluluklarımızın destekçisi olsa gerek. Bugün ne biz ne de bir başkası o eve, o yaşlı kadına gitmez; evinden içeri girmez yaşanan titizlik (!) algısındaki gelişme (değişme) nedeniyle. Nezuş’un hoş görüsü, uyum yeteneği ve insanlara olan sevgisi ve sıcaklığı bu denli yüksek olmasaydı itiraf etmeliyim ki ben de girmezdim ne Hayriye Teyzenin, ne Tenekeci Mehmet Amcanı, ne Konyalı Mehmet Dayının evlerine her bayram sistematik ziyaret yapıp da el öpmek için. Kaldı ki bugün Corona korkusuyla sevdiklerimizi bile öpüp koklamak haram oldu. Bu yazı bitmeyecek gibi…

Bugünlerde bizler (C13 ün hemen hepsi) Çeşme’de, Kemalpaşa’da, Güzelbahçe ve İzmir Evlerinde günlük yaşamın zorunlu işlerini pek fazla aksatmadan izole olmayı sağlayabildiğimize göre “Allah’ın sevgili kullarıyız”. Şükür ve şükran dolu olarak bu günleri ülkem insanları ve “Niyetin Safiyeti”nden kuşku duymadığımız dünya köyünün tüm insanları için hasarsız atlatmayı diliyoruz. Biraz önce benimle de paylaşılan “Koruyucu Önlemler” olarak Netgillerin aldıkları eylem kararlarının da bu yönde riski minimize etmeye yarayacağına inanıyorum. Geçen yılın başında Netgillerin ikinci kolunun yıllık programına yön verirken, destek olurken “Kriz yılları öğretir; Kriz yılları bütünleştirir” diye korkulardan umuda yolculuk yapmaya çalışmıştım. Çok şükür ki 2019 da kriz yaşamadık; korkularımız gerçek olmadı ve hedeflere tam bir başarıyla ulaştık. Bu yıl ise gerçek bir krizi atlatmanın sınavındayız. Hem de öyle bir sınav ki sadece iş yaşamında değil her şeyde, her yerde, her koşulda… Genç genel müdürümüz aldığı önlemleri benimle paylaşırken parantez içinde bir uyarı yapmaktan kendimi alamadım ve bunu da “Kriz>Fırsat” geçişi için vurgulamaya çalıştım. “NETRIO” olarak birbirine bütünleştirmeye çalıştığım kurumların ürün ve hizmetlerinin belki de kendilerine dönük bir “pilot uygulaması” için bulunmaz fırsat 2020 de yaşanan Corona korkularının getirdikleri. Öte yandan genel müdürümüze iki soru sordum:

1.USD’ın üzerinde ne yazıyor ? Ne demek istemişler ?

2.Sezar bıçaklandıktan sonra “Sen de mi Brütüs dediğinde, Brütüs Sezar’a ne demişti ? Bundan nasıl bir ders çıkarmalıyız ?

Yeter artık derken kendime uzayan bu yazı için arşivimden bir seçme yapmaktan da geri duramadım. Bir zamanlar internetten alıp arşivime bir yazı aktarmışım. Yazarını anımsayamadığım için kendisinden bağışlanma diliyorum. Aşağıya aldığım yazıdan beklentim, özellikle bugünlerde gıkı çıkmayan otoritenin dikkate almasını ve risk geçtikten sonra yeniden eski alışkanlıklarına dönmemesini ve aklını başına devşirmesini şiddetle istiyorum.

“…Adem oğlu bu ne kibir? Önce bir şeyi doğru idrak etmen lâzım: Dünya ismini verdiğimiz bu gezegende “bilim” senden çok önce de vardı.

Atomlar, protonlar, elektronlar… Geometri, Matematik, Elektrik, Fizik, Yer Çekimi, Manyetik Alanlar, Aerodinamik, DNA’lar, Fotosentez, Metalurji, Jeoloji vs…

Sen bunların üzerine geldin ve dinle, klişeyle, havra ile camiyle kendini kendine otorite kıldın.

Etin ne budun ne; Homo sapiens sapiens olarak 100 – 50 bin yıllıksın; ve sapiensliğin bir yana gerçekten de homosun; zoru görünce döneksin; yalanlarınla kendine tapıyorsun.

Yaşadığın gezegen bile evrende toplu iğne başı kadar yer kaplarken… bir de kendini düşün ? ve işte Corona çanına ot tıkıyor ve gıkın bile çıkmıyor.

Kendi mikroskobik pencerenden gördüğün manzarayı “her şey” sanıyorsun; ve şimdi kendini fanusuna kapatarak kaderine razı (mı) oluyorsun.

İronik; kendi yaşamın üzerinde bile bir kontrolün yok çünkü ölümlüsün. Yoksa o dizginlenemez öfken buna mı? Derinden bu korku mu seni canavarlaştırıyor.

Memento Mori ; “Fani olduğunu hatırla” ya da “öleceğini hatırla”…”

Yazıma eklediğim kolajda üç parça var. İlki toplantımız ertelenmiş de olsa NETRIO için hazırladığım sunum materyalini revize ettiğim yeni şekli ki içine “Altı Sigmalı IoT” çerçevemi ekledim. İkincisi dört yıl önce HAGEM‘te yaptığım bir konuşma ve rahmetli S.Jobs’un sembolleri ki üçüncü “Stratejik Üçgen“den bir alıntı (Mükemmellik (E) / Basitlik (S) / Optimize etmek (O)) ve üçüncüsü de “memento mori” ve resme bakarken şu notları da aklınızda tutun:

Resme iyi bak ve

  • Alttaki tekerleğin hayatı,
  • Üstündeki kelebeğin ruhu,
  • Kurukafanın ölümü sembolize ettiğini unutma ve,
  • Soldaki eflatun kumaşa sarılı asa zenginliği,
  • Sağdaki kaba kumaşa sarılı baston fakirliği,
  • Kurukafanın üstündeki gönyenin ise;
  • Ölümün en büyük hizaya getirici olduğunu sembolize ettiğini unutma.

Sağlık ve esenlik dileklerimle her konuda israftan sakındığımız, yaşamı geliştirirken sadeleştirdiğimiz, elektronik çağda E4.0 ın nimetlerinden yararlanırken “fani olduğumuzu unutmadığımız” ve “Aşı değil Açı Gerek” denen yazıdaki komploların yaşama aktarılmadığı gibi kuşkuların azdırdığı kaygılarla yaşam konforunun korunduğu günlerde “pruva neta (yolumuz açık)” diyebilmek umuduyla yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü