Yaşam Büfesinde “Oyunbozanlık”

“…Kim milyoner olmak ister ? sorusunun yanıtı net: Herkes ve…; Herkes Cennet’e gitmek ister ama kimse ölmek istemez; Ege milyoner olma yolunda nasıl tökezlendi ? Bundan sonra turşu yemez mi; turşu boğazına dizilmez mi ? Yoğurttan özür dilemeyi düşünüyor mu ? Turşu Ege’ye “oyunbozanlık” mı yaptı ? Ege’nin turşu öyküsü Japonya’ya kadar uzanır mı ?…”

CINOS aşamalarından “Anı Madenciliği” (2005 katkılı)

Merhaba

Başlarken yazıma önce “Ege’nin Açmazı” diye bir başlık attım. Geçen akşam izlediğim “kim milyoner olmak ister” programının etkisinde kaldım. “Deryayı aşıp derede boğulmak” deyimini anımsadım. Kader mi; kadersizlik mi ? sorularıyla “Kayıktaki Profesör“e uzandı aklımın kıvrımları. Sunucu Yıldız Teknik Üniversitesi mezunu genç ve sevimli Kenan’dı (yaş almış Kenan hâla yaşam gölünde karşı kıyı yakınında çabalıyor hayatta kalmak için. Allah şifa versin). Yarışmacıya birlikte olan kız kardeşi de aynı üniversitede okuyormuş. Yarışmacı Ege de Yıldız Teknik Üniversitesi’nde çok başarılı, becerikli, atılgan, girişken, inovatif biriymiş. Öyle ki Japonya’nın dünyanın dört bir yanından seçtiği dört tam burslu yenilikçi/yaratıcı gençten biri olarak seçilmiş. Heyecanla gelişmeleri ve hayallerini uzun uzun açıklayıp da ben dahil herkesin dikkatini üstüne çektikten sonra sevgili Ege ilk barajı oluşturacak ikinci soruda çuvalladı. Çok bilinen bir tekerlemenin öznesi soruldu. “… sarımsaklasakda mı saklasak, sarımsaklamasakda mı saklasak” tekerlemesinin önüne ne gelir ? sorusunun dört seçeneği vardı: Ayran, Turşu, Yoğurt, Reçel (!) ve bizim Ege, Japonya hayali içinde mest olmuşken “turşu” yu seçti. Biz bile şoke olduk ve Ege, yarışmadan beş kuruş almadan ve de asıl önemlisi karizmayı çizdirip şaşkınca ayrıldı. Ben olsam yapımcı yerine bu kaydı yayımlamazdım. Ege’nin başarı yolculuğu cam fanus içinde geçen bir çocukluğun devamındaki alışkanlıklarla mı şekillenmişti ya da “present perfect continous tense” ile şekillenmeyi sürdürmekteydi ? Diğer bir deyişle kayıktaki profesör gibi hendese bilen, İngilizce bilen Ege, sokaktaki yaşamın tekerlemelerinden örneğin “bre berber” den ya da “kapı arkasına mum diktim” den veya “kırk kartal kanadı kırık kartal” ve hatta “kartal kalkar dal sarkar” dan yoksun olarak mı gelişti yaşam büfesi önündeki öğrenme yolculuklarında? Bu satırları yazarken aklımın labirentlerinde gece sabaha karşı “dede bizi al” diyen eli sopalı dört erkek çocuğun (ergenlik başlangıcında) öyküsünün dillendirildiği bu sabahki kahve sohbetinde “sokak kültürü“nü yaşama serüvenleri gerekli korunmacı alt yapıya da sahip mi ? sorusu da çınlıyor ve doksanlı yılların ortalarında gece yarısına beş kala (23.45) eve giren C5 in disiplini ve ardılları da sırada dile gelmeyi bekliyor klavyedeki parmaklarımın ucunda (ki bir başka sefere).

Büyük oğlum Ümit hemen hergün kahvaltı soframızda ve ben ona “konuk” demiyorum. Çünkü özellikle iki haftadır çektiğim bel fıtığı kısıtlarında ve hemen her seferinde sofranın hazırlık ve toplanmasında yardımcı oluyor. Biz onu bu yönde pek iyi tanımıyormuşuz. Mesleki hünerleri (mühendislik) ve yönetim becerileri ile elde ettiği sonuçlarla gurur duyarken bu kez de evcimenliğin yansımalarını yaşamak, hizmet olarak alıyor olmak bir başka keyif oluyor bizim için. Binlerce şükür ! Ümit hemen her hafta bir kitap hediye ediyor bana ve bugün “Alain Deneault’un Vasatlığın İktidarı (Mediocracy)” kitabını verdi. Kitabın sayfalarını rastgele karıştırmaya başladım ve beni içine çekecek, “dikkatimi çekecek” bir anahtar sözcük aradım. Buldum: “Oyunbozanlık”. Genç Kanadalı yazarın (1970 doğumlu) aklımın kıvrımlarında yeri olan güncel bir olgu ile bağını bulmaya çalıştım. Buldum. Kitabın ilk sayfasında çevirmen İrem Sağlamer‘in tanıtımında Kanadalı Madencilik şirketinin Afrika’daki faaliyetleri hakkında yazdığı eserle mahkemelik oluşu dikkatim ilgiye dönüştü. Yazarı internette incelemeye başladım ve şu satırlar “oyunbozanlık etmemek” sözcükleriyle ilgimi okuma isteğine çevirdi.

“…Oyunbozanlık etmemek”, sıradan, hatta oyuncaklı görünen güleryüzlü bir deyiştir. Bununla birlikte oyunbozanlık etmemek, kısa vadeli çıkarlara hizmet eden beyaz yalanlara inanmayı kabul etmek, gözümüzü söylenmeyene ve kuralları îmâ eden düşünülmemişe çevirmeksizin kendimizi kurallara tâbi kılmak demektir. Oyunbozanlık etmemek, filanca raporda falancanın ismini zikretmemek, şu kısmı gözardı etmektir, bunun adını hiç anmamak ve keyfîliğin baskın çıkmasına imkân tanımaktır. Eninde sonunda oyunbozanlık etmemek, hile yapa yapa, yozlaşmış kurumlar üretmekten ibarettir (https://medyascope.tv/2018/12/02/alain-deneault-dunyayi-vasatlar-yonetiyor/)…”

Şu üç paragrafta, Ege’nin kadersizliğini, Oğlumun katkılarını ve Alain beyin “oyunbozanlık” yaklaşımını özetlemeye çalıştım. Peki ya yazıma eklediğim 2008 yılı düşüncelerim ve CINOS görselleri etkisindeki videoda neler var ? İlk bakışta sünnetçinin vitrinindeki çalar saat gibi görünse de amacım, bir biçimde yaşam gölünün karşı kıyısında görünmezlere karıştığımda “L4” (Legacy/Miras) adına kimi arşiv belgelerimi duygularla kalıcı kılmaktan öte değil. Bu durumda;

  • İlk slaytta “Her zaman dua ettik” sözüne eşlik eden fotoğrafların öykülerine bakınca;
    • Türkiye Fitopatoloji Derneği periyodik kongrelerinden birini yine İzmir’de düzenledi. Ben hem dernek kurucu üyesiyim, hem bir bildiri sunan araştırıcı ve hem de kongre sponsoru olan Ciba-Geigy’nin desteklerinin temsilcisiyim. Kongrenin orta gününde biraz nefeslenme olsun diye katılımcılar (özellikle hocalar) için bir gezi düzenledik. Ege ve Çukurova Ziraat Fakültelerinin verdiği birer otobüsle Ayvalık tarafına yöneldik. Altınoluk’ta diğer otobüsün gelmesini beklemek için durduk. Pencereden baktım ve üç dört erkek köylü çocuğu kargıdan at yapmış biniyorlar. Otobüsten indim. Çocuklardan birinin kargısını alıp bindim ve birkça tur attım (Oyunbozan). Bunu gören genç bir öğrenci kız da arkama takıldı; belimden tuttu ve onunla da iki tur atıp otobüse bindiğimde eşim Nezuş’un bu çocuksu harekete kızmış bir şekilde baktığını görünce “Ne kızıyorsun ? Eve gidince seni başka ata bindiririm” dedim. Buna en çok gülen rahmetli hocam Prof.Dr.Abdullah Gürcan olmuştur. Mekanı cennet olsun. İşte bu gezinin devamında Ayvalık’ta “Şeytan Sofrası”nda çekilen o fotoğraftır “her zaman ettiğim dua“ya şükür ve şükran katan (1985 tarihi doğru olmayabilir).
    • Bir de HongKong 1993 var dualarıma tanıklık eden. CINOS’un ilk aşamasının (Ciba-Geigy) yedinci yılındayım ve “Satış-Teknik” kıyaslamasının mutsuzluk birikimlerini yaşıyorum. Önce buzdolabı, klima vb makinelerle başlanan, daha sonra Soçili turlarla alışkanlık kazandırılan yılda dört kampanyalı “push Allah push” ya da “Yallah tazyik” ile rafların doldurulmasını amaçlayan satışlarla “elleri göbeklerinde” satışçılar kotalarını rahatlıkla dolduran satışçılar yıl sonunda hem yurt dışı gezilerine katılıyor ve hem de ciddi primler alıyorlardı. Bu da bana dokunmaya başlamıştı. Çünkü raflardaki ürünleri tarlaya aktarmak için hiç de görevim olmadığı halde “pull / çekme / talep yaratma” çalışmaları ile köy ve kahvelerde, sigara dumanı altında gecem gündüzüme karışıyordu. “Marko Polo” da kırmızı tulumla sahne alınca ve “taşın sert olduğunu ateşin yaktığını bir gün anlayacaksınız” çerçeveli bir mektupla sıkıntımı dile getirince (ve satışa katkılarım da açıkca görülünce) yedinci yıl sonunda (Aralık 1992) beni de Rusya (Soçi) bayi gezisine kattılar (oyunbozan). Ancak nasıl olduysa pasaportumu bulamadım ve bu geziye katılamadım. “Şanssızlık içinde şans” dediğim oldu ve Ocak 1993 ün hemen başında yeni pasaport çıkartıp HongKong-Singapur bayi gezisine katıldım. Bulunmaz bir nimetti benim için. Üstelik hala teknik bölümde olduğum için bayileri memnun etmek, mutlu etmek gibi bir sorumluluk, bir görev de üstlenmediğimden tam bir keyif gezisi olmuştu bana. İşte o gezinin fotoğrafında yeni bir yapılanmanın öncülleri vardı ama ben yakın gelecekte neler olacağını bilmiyordum. Gezi sonrası bölge müdürü kornişon yetiştirmek (!) üzere istifa edip ayrıldı. Merkezden pazarlama müdürü altın sektörüne geçmek üzere ayrıldı ve altın yerine karısını boşayıp patronun kızını aldı. Bana da geçici bir süre bölgenin çalkantıları içinde yardımcı olma gayreti düştü ve yıl sonuna varmadan kendimi bölgesel satışın yönetiminde buldum. Singapur gezisi (Ocak) ile bölge müdürü oluşum (Kasım) arasındaki on aylık sürede, çok şeyler oldu. Kornişoncu Sandozlu olup utanmadan sıkılmadan kimi hafta sonları eski masasına oturup rakipleşen sırdaşlarına yön vermeye kalktı. Tavan arasındaki telsiz ve kayınbirader etkisi öyküleşti. Adana’dan transfer yapıldı ve Adana yolcuları Ege’de mutsuz oldu. Ben kariyerimde ilerliyorum ve MarkoPolo’da Eylül 1992 deki “Kırmızı Tulumlu IPM Şovu” Mart 1993 de İspanya/Alicante’de uluslararası sunumla taçlandı. Ve tüm bu gelgitler içinde ÜG bölge müdürü olsun diye Kasım 1993 de İstanbul’a yola çıkmıştı ki ben müdür olup geri döndük. ÜG da istifa edip kornişoncunun yanına geçti. Nedense Cibalı birinin yan etkisiyle yön değiştirmek birkaç kez ÜG nun kaderi oldu sanırım. Benden dolayı 1993 de Ci’den Sa’a ve TÖ’den dolayı da 2020 (!) de As’tan MT’nun yanına gitmeyi yeğledi (oyunbozan). Mutlaka yaşadığı koşullar onun için en hayırlı kararı verdirmiştir diye düşünüyorum; çünkü gerçekten hem mesleğinde hem de ilişkilerinde güzel bir arkadaştır. Yolu açık ve aydınlık olsun.
    • Ve bir yıl sonra 1994 Ocak ayında yine bayi gezisi ve bu kez Paris-Londra yollarındayım. Üstelik bu defa satış ve satış yönetimi sorumluluğu altında müşteriyi memnun etmek de var ki bu durumda gezinin keyfinin önüne geçen bir durumun kıskacındayım. Bir de öyle bir müşteri kompozisyon yaşanıyor ki Adana’nın Deniz’i hepsine hükmetme baskısı yaparken, Konya’nın Aykaç’ı alıngan, İzmir’in İsmail’i özel ilgi istiyor. Bana düşen İsmail ile beraberlik keyifli geçerken bunu gören Konyalının kıskançlığı bana uyarı olarak dönüyor. İşte bu koşullar altında yola çıktık. Paris’in sarayları ve Lido’undan sonra Londra’nın ilk gün keyfi birden mutsuzlukta dibe vuruyor. Dört Nisan kararlarının öncülü olarak çok ciddi bir devaluasyon haberi geliyor ve Amerikan Doları ilk anda üç kat değer artışı yaşıyor (oyunbozan). İşte o günün fotoğrafı “gözlerim kapalı; nol’cek halimiz !“. Sonrası ayrı hikaye. En çok satan en çok zarar eden oluyor; müşteri ilişkileri anlık gelgitlerle rayından çıkıyor. Gecelik faizler, repo gelirleri akıl almaz oranlara yükselince TKKlerden para almak olanaksız hale geliyor. Buna rağmen Mart 1994 de Budapeşte’de katıldığım ve zona olup sedyeyle yurda döndüğüm ikinci “IPM Toplantısının Ardılları” daha sonra “FST (Çiftçi Destek Ekibi) Projeleri” olarak tıpkı Kerem’in panelde dediği gibi “Hiçbir emek boşa gitmiyor” sözlerini doğruluyor. Böylece 1945 de doğan, 1965 de Copculaştıran, Enstitüyle yola çıkan CINOS’la gelişen ve 2009 dan bu yana NKM (Netdirektli Koordinatör Mustafa) olarak bilginin zekatını vermeye çalışan ben, binlerce şükür ve şükranla, yaşam büfesi önündeki çekişmelerden arınmış ve yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken bugün çektiği bel ağrısından başkaca bir derdi olmayan biri olarak başta C13 olmak üzere dostlarım ve ülkem için dua ediyorum.

Gördüğünüz gibi; videonun ,ilk karesindeki üç fotoğrafın öyküsü ile yazım beklediğimden uzun oldu. Bu yazılarımı bir seri halinde ve aynı görselin açıklamalarıyla sürdürmeyi düşünüyorum. Her şey nasip meselesi. Nasipse gelir Hintten Yemen’den nasip değilse ne gelir elden !

Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü