Yaşam Büfesinde “İsraf ve Disiplin”

“…“…Virüsün korkusu savaşı, depremi ve kanalı unutturdu; trafik kazası yaşamak gibi. Trafik kazasından canlı çıkınca (Sakar; 31.12.1994; Sabuncubeli; 1978 Kurban Bayramından hemen sonra) şükür ve şükran dolu olursun. Ardından mal derdi başlar. Nasıl tamir olucak bu araç ? Tüh Allah kahretsin daha yavaş gitseydim vb keşke…ler yeniden sağ çıkan canı sıkmaya başlar. Virüsten sonra da öyle olacak. Neler olacak göreceğiz (nasip olursa; kimin yarına çıkmaya garantisi var !). Okyanus ötesindeki başkan nedense (bence) gereğinden fazla kaygılı (gibi görünüyor). İyimser ve kötümser senaryolarla yüz milyonlarca Amerikalının hastalanıp bir milyonu aşkın hastanın da öleceğini resmen ilan ediyorlar (ki şu anda onların ülkesindeki ölü sayısı henüz iki yüz bile yokken). Çin’de ölüm oranındaki hız azalması yaşanırken, İtalyanlar şarkı söyleyip saz çalarken, Barış Hollanda’dan salimen yurda dönerken, Ümit Azerbeycan seyahatini ertelerken gündem tümüyle virüse odaklandı. Bence bir oyun oynanıyor. Birşeyler oluyor ama ne olduğunu (yine) anlayamıyoruz. Üstelik bu kez yaşamla, yaşam tarzınla oynanan oyunun sanki geri dönüşü veya tekrarı yok gibi; Tanrı bu kez silgi kullanacak mı acep !…”

 

Virüslü günlerde “Yeşil Şifa”; Nane, Limon ve Kekik toplayan güzel (İC); Zen Üstadının Öyküsü

Merhaba

Oyun ya da değil en azından “silkinme” ve çöp sayılacak, gereksiz yüklerden, safralardan ve israftan sakınmak için bir ders olacak. Bizi yeniden yaşam için gerekli ve önemli şeyler ve eylemler için disipline edecek. Bir sistem disiplini oluşturmamızda bizi kendimiz için bile olsa adam edecek gibi görünüyor. Kendime bakıyorum ve daha düne kadar her yemekten sonra ellerimi güzelce sabunla yıkama alışkanlığımı yitirdiğimi görüyorum (Bu ifade bir geribildirim alabilmek için Johari Pencerisindeki “disclosure” dur). Yemekten hemen önce ve hemen ardından, bazen yemek arasında “usta kolonyalı mendil verir misin ?” diyordum. Yemekten sonra da ellerimi güzelce sabunla yıkamayı çoklukla ihmal ediyordum. Çoğu zaman da sıvı sabun kullanıyordum. Halbuki çocukluğumda Soma’da zeytin hasadı bitip de yağlar yağhaneden alınıp eve geldiğinde (bir hafta sonra) bahçede büyük bir ateş yanardı. Odun boldu. Esas olarak birkaç zeytinliğimizdeki (Akpınar, Yassı Tepe; Vargel altı; Uzak tarla; Bakla tarlası) zeytinleri aralamaktan (sert budama demek) ve bazen de rahmetli babamın işsiz kaldığı zamanlarda Çaltılıktan (harman yeri) kök söküp getirdiği meşe odunlarından büyük bir ateş yakılırdı. Ateşin üstüne büyük bir sacayağı konur; üstüne de dığanlar (büyük bakır kazanlar) yerleştirilirdi. Özellikle dip zeytinlerinden (yere dökülen zeytinler) elde edilen, yemeklik kalitesi kötü, asidi 10 dan yüksek yağlardan sabun yapılırdı. Bunun için yağ kaynatılır; içine sudkostik (sodyum hidroksit ki çok güçlü baz ve kuvvetli bir dezenfektan) atılıp yağ kestirilirdi. Soğuyunca ve katılaşmadan kaplara dökülür ve kesilip sabun yapılırdı. Saf zeytinyağından olan bu sabun banyoda (daha çok hamam) beni çok uğraştırırdı (aman yanlış anlaşılmasın). Köpürmemek için inat ederdi. Taş gibi sert olurdu. Hele bir de gözleri yakar ve kızartırdı. Çocukların banyodan kaçmasının en büyük nedeni bu göz yanmasıydı. Sabun yapımında artık olarak kalanın gliserin olduğu söylenir ve limonla karıştırıp kışın zeytin toplarken soğuktan, toprağa temas etmekten ve çalılardan, dikenlerden patlayıp, çatlayan, kanayan ellerimize sürerdik krem gibi (“anılar konservelere benzer; katkılardan dolayı tehlikeli olabilir” sözünü düşünüp acaba kimilerini uyduruyor muyum ? endişesi taşımıyor değilim). Her neyse ! Sabun kullanmayı unutmaktan ve kolaycılığa kaçmaktan ve bu alışkanlığın sadece el yıkamaya değil pek çok davranışa bulaştığından söz etmek istiyordum. Ve alıştığımız elektronik çağının bizi ittiği tercih noktalarında bugünlerde nelere tanık oluyorum ?

Biraz önce (Çeşme/Yalı Mahallesi-Germiyan Yalısı) bir markete su almaya gittiğimde benden başka müşteri yoktu. Raflar makarna, un doluydu. Alışverişte panik yaratan telaş hali bizim bu yakada geçmişti. Şimdi önemli olan bu içe kapanmanın istenen (olumsuz da olsa otorite tarafından) ve istenmeyen etkilerinin ve hesaplanmayan (gibi görünen) yan etkilerinin neler olacağını yakında göreceğiz. Okulları kapattık ve yıllar önce “okullar olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim” diyen bakanı haklı çıkaracak mıyız; uzaktan kumandalı eğitim çabasıyla. Dershane sahibinden okullara bakan bakan, hastane sahibinden hastanelere bakan bakan olduğuna göre işin eğrisini doğrusunu daha iyi bilirler (bilmeliler ise de bir zamanlar sıvı yumurta ile ünlenen ve “babalar gibi satmakla” gurur duyan bir rahmetli bakanımızın da hünerlerini anımsıyorum). Nedense bu gibi durumlar aklıma düşünce (ki benim aklım için “dirty mind” diyebilirsiniz) zihnimde bilgisayar korsanını işe alan bankaların bilgi işlem bölümleri çağrışıyor. İyi bir şey mi yoksa kötü bir anımsama mı bilemedim. Bu paragraf plandığımın dışında yazıma öylesine giriverdi. Asıl vermek istediğim mesaj geçtiğimiz hafta içinde Kuşadası’ndaki toplantıdan aklımda kalan bir küçük öykünün yarattığı “bağımlılık” idi ki tercihlerde “hadi be !” dedirtiyor insana. Nasıl mı ?

Ünlü bir otelin bilgi işlem müdürü yaşadığı bir örneği paylaşınca gerçekten de “yapma yahu !” diye düşünmekten kendimi alamadım. Ancak aynı örneği oğluma anlattığımda istenen basit koşulu bir despotluk olarak gördü ve benimle aynı görüşü paylaşmadı. O zaman anladım ki benim lüks ya da ekstra olarak gördüğüm (tıpkı otolardaki aksesuar gibi) kimi konular bugün sanal ortam odaklı gençlerinde yaşamsal öneme sahip “mütemmim cüz” niteliğindeki vazgeçilmezler. Peki virüs bu durumda da bir değişiklik yaratır mı ? Olay neydi ?

Ünlü otele çalışan alınacak. İstenen nitelikler genç, eli yüzü düzgün (hani prezentabl denen türden), okumuş yazmış (artık üniversiteli istemek ekstra değilse de) ve eğitilmeye yatkın (öğrenmeye istekli) kız ya da oğlan. Yaklaşık yüz kişi başvurmuş. Otelin tüm bunlara ek olarak istediği tek bir şey var: Sabah işe gelince cep telefonlarını bırakacaklar ve akşam işten ayrılırken alacaklar; diğer bir deyişle gün boyunca, mesai saatlerinde cep telefonlarından ayrı kalacaklar. Patron bunu neden istiyor ? Hem zaman kullanımı açısından, hem işe ve müşteriye verilen önem ve dikkat açısından hem de emek konusunda israftan kaçınmak, müşteri memnuniyetini artırmak için istiyor. Baş vuran yüz kişiden doksanı hemen vaz geçiyorlar; geri kalan on kişi telefonsuzluğu kabul edip işe başlıyorlar ve dokuzu bir hafta sonra işten ayrılıyor. Şimdi buna ne demeli ? Oğluma göre bu kabul edilemez. Bu durumda cep telefonundan sekiz saat ayrı kalamayıp da aç ve işsiz olarak sokaklarda “kaldırım mühendisi” olmayı yeğleyen gençler için ben ne düşünmeliyim ki; ruhumdaki isyan kabarmasın ?…”Oh My God !”.

Bu yazıma ekleyeceğim görsel için biraz güncel ve virüsle ilgili (ilgisiz) materyal derlemeye çalıştım. Bunu düşününce, bir yıldır düzenli olarak sürdürmekte olduğumuz “kahvaltı yeşili” ana ve öğretici görselim olsun istedim. Bir güzelin (torunum İrem) bahçemden topladığı nane, limon ile Adadan topladığı kekik görsellerine; yine bahçemden maydenoz, ıspanaktan; pazardan aldığım dereotu, havuç, yeşil elma, zencefil ile her sabah yaptığım “yeşil şifa” nın “su (NC)” ve “ezme (MC)” formlarını bir kolajda göstermek istedim. Bununla başlarsa sabah keyfi (ki eskiden önce yürüyüş, sonra kahvaltı idi. Şimdilerde yürüyüş öğleden sonraya kalıyor) gün boyu elleri sabunla birkaç kez, yeri geldiğinde iyice yıkadıktan sonra virüsten ekstra korkuyla “kaygı” yaratmak pek gerekli değil bence. Hele hele ekstra hazır destek materyali ve kaygının artan şekliyle kaş yapayım derken çıkarılan gözle kör olmanın alemi yok.

Demem o ki; bir yandan yeni bir yaşamı dayatmanın provası gibi görünen korkuya dayalı azdırılmış kaygı; diğer yanda “siber fiziksel sistemler” ile “artırılmış gerçeklik” ya da “sanal dünya (cep telefonu) ile gerçek yaşam (yapılacak işler, üretilecek ürünler, verilecek hizmet)” arasındaki bağın gücü nedeniyle vazgeçilemeyen alışkanlık arasındaki “denge” için “kendinizi sorgulayın” ve unutmayın ki “Bu dünya GAT Dünyası” ve “Emeksiz yemek olmaz”.

Elleri yemekten önce mi yoksa sonra mı yıkamalı diye sormuştu birileri bir zamanlar ve yanıtın açıklaması çok hoşuma gitmişti. Hem önce ve hem sonra yıka ki önce nimete saygını sonra da nimete şükrünü göstermiş olursun. Aynı soruyu “tuvalete gidince, pusuvara varmadan önce mi yoksa sonra mı elleri yıkamalı ? diye sorduğumu varsayan “my dirty mind” yine aynı gerekçeli kararını veriyor: Nimete (!) saygı için önce, nimete şükür için sonra yıka (hele bir de yaşam gölünde karşı kıyı görünürken yetmiş beşin aştığın virüslü günlerdeki dik duruşunla). Yapmak zor değil; yeterli kolaycılığın etkisi altında yitirdiğimiz alışkanlıklara yeniden can suyu verirsek.

Yolunuz virüssüz, açık ve aydınlık olsun; sağ ve esen kalınız.

Öykücü