“…Eric oldukça sinirli bir oğlandı. Yedi yaşında olmasına rağmen ailesinin sorunlu evliliği kalbini ve zihnini yetişkinlerin problemleriyle doldurmuştu. Kendisini suçluyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne babasının siniri azalıyordu, ne de annesinin mutsuzluğu. İkinci sınıf öğretmeni olarak bu karmaşık duygularının sınıfta rahatsızlık verici davranışlarla kendisini gösterdiğini görüyordum. Eric’in yaptığı en kötü şey küfürler ve kötü sözler yazıp arkadaşlarının ve özellikle de kızların sıralarının altına bırakmaktı. Çocuklar bu yazıları okuyorlardı. İkinci sınıftaki çocukların çoğu henüz heceleyerek ve sesli okumaya alışık olduklarından okurken mahcup duruma düşüyorlardı. Korkmuş ve gözyaşlarına boğulmuş öğrenciler bana gelerek “Bak öğretmenim sıramın altında ne buldum ?” diyorlardı. Eric bu notlara ismini yazmazdı; fakat kısa bir süre sonra notların ondan geldiği belli olmuştu. Eric bu notları yazdığını ve dağıttığını kesinlikle inkar ediyordu. Bir öğretmen olarak bir sürü seçeneğim vardı. Ona ceza verebilirdim, müdürün odasına gönderebilirdim. Ne zaman bir not bulsam onu azarlayabilirdim. Ya da Eric’in arkadaşlarına zarar vermeden kendini bildiği tek şekilde ifade edebilmesini sağlayacak bir yöntem geliştirebilirdim. Sınıfta kalan son bir kaç arkadaşı da yavaş yavaş odan uzaklaşıyordu zaten. Bir gün yeni bir not bulunduktan sonra Eric’i yanıma çağırdım. Onu kucağıma oturtup, sıkıca tuttum. Başta hafifçe çırpındı. Onu daha da sıkı tutup …”
Çeşme-Çatının Çiçekleri (2014) Sıralı arşivin dağıtılması keyfi ve ABİDE’mizden anılar
Merhaba
Çeşme’de gün yeni haftaya bulutlu ve rüzgarlı olarak başladı. Oruç tutanlara iklim/sıcaklık yardımı sürüyor. Ben de standart kahvaltımı tek başıma etmeyi sürdürüp iftarda Nezuş’la birlikte dualarla yemeğe başlayıncaya kadar gün boyu bahçe-çatı arasında mekik dokuıyorum. “Mekik dokumak” güzel bir terim. Ancak artık ne Babadağ’ın ve ne de Buldan’ın dokuma tezgahlarına uzanmıyor yolum ve mekiğin gidiş gelişindeki ritmi sağlayan ayak gücüyle dokunan bezlere bakıp da keyiflenemiyorum. Her neyse gelelim kafamın içindeki karmaşaya ve okuduğum gazetenin başarıyla sürdürdüğü “Papağanlaşma Sendromu”na. Hoppala ! Bu da ne demek şimdi ? demeyin; çünkü aklımın karmaşasında hem bu sendrom var hem de Bozcaada’nın ünlü Corvus’ları cirit atıyor siyasi arenada gördüğüm aymazlıklardan kahrolurken. Bu nedenle önce, yürüyüş sırasında yazımın başlığı “Kötü Corvus” idi; sonra ağzındaki peyniri kaptıracak kadar salak olmadığını gördüm sahnedeki konu mankenlerinin ve de her ne kadar burnumuzun pislikten kurtulmadığı ortada ise de yine de kargaya haksızlık etmek istemedim. Bu nedenle aklıma uygun öykü ararken beynim aradığı mesajı buldu: “Başıboş Duygular”. Utanmadan, sıkılmadan, gözümün içine baka baka ve beni burnumdan b.ka sokarken bile gözlerdeki kindarlık sürerken Ne yapmalı ?
Yazımın girişindeki öykü sevgili kızım Pınar’ın armağanı olan “Manolya Kokulu Hikayeler” kitabından. Neden bu öykü ? Çünkü beyin ne ararsa onu buluyor. Ben de günlerdir büyümüş de baş adam olmuş bizim Eric’e baktıkça kahroluyorum. Çaresizliğin kıskacında beynim zonkluyor. Yanıbaşımda, odağımda (ailem ve iletişim ağımda) mükemmel güzellikler varken (ekli filmdeki çatının çiçekleri gibi ki iki haftadır KIDZ Dörtlüsü Çeşme hafta sonu iftarlarımızı şenlendiriyor. Allah razı olsun. Uzağımdaki (ama ekranda şov yapan doktorlar ya da iftarlık, satılık hocalar gibi hemen yanıbaşımda), “ilgi alanım”da yabanotları gibi, deve dikenleri gibi çirkinliklerden yüzüm yine ve yeniden kararıyor; sessizliğe gömülüyorum. Sevgili Utku’nun çağrısı ve Serdar beyin kendi mekanında buluşma önerisi beni bunlardan sıyıracak ise de şimdilik bu davete olumlu yanıt veremiyorum. Neden mi ?
Kırksekiz yıl önce fakülteden mezun olduğumda çok seviştiğimiz hocam Prof.Dr.İbrahim Demir beni kürsüsüne asistan olarak almak istemişti. Laf aramızda üniversitede beş sınıfı da birincilikle geçtim; fakülteden birincilikle mezun oldum ve hiç bir dersten iki kere sınava girmedim. Hoca beni istemişti ve hemen de Giessen Üniversitesine gönderecekti. Ancak verdikleri burs fazla olmayan bir para olduğu için ve daha önce ikili gidenlerin geçinme zorluğu çektiklerini bildiği için hocamın tek koşulu vardı: Yalnız gidecektim; ailemi götüremeyecektim. Bu nedenle teklifini kabul etmemiş ve hemen askere gitmiştim. Neden kabul etmedim ?
Fakülteyi bitirmezden (1968) üç yıl önce (1965) evlenmiştim. Bir de oğlum vardı ve Nezuş ikincisine hamileydi. Evliliğin bu üç yılı ebeveynlerle birlikte geçen tam bir karşılıklı fedakarlık yıllarıydı. Babam iflas etmiş bir bakkalken YSE de bekçi olmuştu. Serbest iş yaşamından sonra ve ilerleyen yaşında üç vardiyalı bekçilik ona kolay gelmemişti. Yine de mutsuz değildi. Fedakarlık ediyordu ve bunu yaparken de kimi zaman hepimizi zorluyordu. Nezuş genç kızlığında çok kardeşli, çok sesli, neşeli ve azıcık da olsa Avrupai bir aile ortamından evlenerek babaerkil bir disiplin ortamına girmişti. Mutluydu ve mutluluğunun temelinde benimle birlikte olmak yanında disiplinli günlük yaşama uyum zorluğuna katlanmak fedakarlığı da vardı; hem de fazlasıyla…Ben mutluydum; evlenmiştim. Piyale’den karşılıksız burs alıyor ve yarısını eve, çeyreğini Nezuş’a verip kalan çeyrekle de tren abonman ve evden götürdüğüm peynir ekmek domatesle okullu günleri idare etmenin fedakarlığını yaşıyordum. Annem mutluydu; çünkü sahip olduğu becerileri ve hoşgörüyü gelecek nesle aktaracak bir kızı olmuştu ve babamın zaman zaman zayıf finansal yapımızın sıkıntılarını aşarken yükselen sesine “ignore negatives”le dayanma fedakarlığını gösteriyordu. Herkes fedakardı. Talebe olmanın, ebeveynlerle yaşamanın (ki minnet duygusuyla mezuniyet ve askerlik sonrası da dahil yaklaşık on yıl sürdü), özgür olamamanın sıkıntılarına katlanan Nezuş’u aynı ortamda bırakıp en az dört yıl Almanya’ya gidemezdim. Bunu içime sindiremezdim. Bu nedenle Almanya’ya değil Erzurum’a gittim; gittik. İşte bu nedenle bugün de, 48 yıl sonra da Nezuş’u tek başına iftar sofrasında bırakıp hiçbir davete icabet edemem. Bağışlana. Neden yazımın başlığında “Başıboş Duygular” var ?
Eric’in öyküsünün sonuna doğru şöyle bir cümle geçiyor: “…Eric’in ailevi sorunları çözüldü mü bilmiyorum; fakat biliyorum ki Eric’in içsel çırpınışlarına kulak vererek, ona başıboş duygularını ifade edebilmesi için fırsat vererek ve doğru yaptığı şeyler için onu överek, ona huzur bulduğu bir ortam sağlayabilmiştim...”
Allah bizimkinin da karşısına ona huzur bulacak bir ortam sağlaması için bir önder çıkarması duasıyla (olmayacak duaya kim amin diyebilir ki ) biraz da “Papağanlaşma Sendromu”ndan söz edip yazımı kısa keseyim. Nasıl olsa mesajlarımı içselleştiren Utku’dan başka kimse yok (gibi geliyor bana; amacım sitem değil; sadece Hoca ve Seyis örneğinde olduğu gibi ölçüyü kaçırmamak gerek diye düşünüyorum). Bizim baş olmuş yerli (fazla yerli) Eric’imiz hep aynı şeyi yapıyor; küfrediyor; hakaret ediyor ve hakkaniyetten uzak davranıyor. Birkaç kere de anaları da karıştırdı sınırları aşarken. Yazık ediyor. Okyanus ötesinden bir karış suratla dönse de yaptıklarından utanmıyor ve garibim yerli Gandhi’msiye vuruyor da vuruyor. Bizim Eric papağanlaşmanın faydalarını biliyor. Garip Gandhi ise papağanlaşamıyor; günü belirleyenlerin kuyruk suyunda etkisiz elaman benzeri dolanıyor. Bu da beni kahrediyor. Eric kahretmiyor. O, sahip olduğu güçle oynadığı oyunun kurallarını kendi yazarak papağanlaşmasını etkili kılıyor. Tıpkı akşam ezanına yakın boy gösteren satılık ve iftarlık hocalar gibi. Ne din kaldı ne iman paradan başka. Okuduğum gazete de manşetinde papağanlaşıyor. Okurken yoğunlaşıp ruhum daralsa da etkili olabilmek için doğru medyatik yolun papağanlaşma olduğuna inanıyorum. Ne demek papağanlaşma ?
İş yaşamımdan somut bir örnek vererek açıklamaya çalışayım. Yıl 1997. Külleme hastalığı alt pazarı özellikle bağ pazarında önemli bir ekonomik potansiyele sahip. Sadece Ege Bölgesi bağ alanlarında 10 milyon $ dan daha büyük. İlaçlı çözüm için baş rollerde yeralan üç önemli firma, aynı grup ilaçlarla (triazol) kendi aralarında çekişiyorlar. Biri öne geçiyor ve yeni bir grup, yeni bir aktif maddeli ilacını (strobilurin) pazara sunuyor. Diğerlerinde bir panik yaşanıyor. Biz her ne kadar SSTC öğrenme yolculuklarında “pick up positives, ignore negatives / olumluyu yakala ve kullan, olumsuzu duymazdan gel (ama dinle ve hazırlıklı ol)” desek de sahra (veya saha) da yoğun ve kırıcı rekabetin baskısında herkes (özellikle satış elemanları) bildiğini okuyor. Akıllarını ve dillerini, söylemlerini ve eylemlerini yeni ilaçtan kurtaramıyorlar. En azından şöyle dedikleri kulağıma geliyor: “Ha o ilaç mı ? Onun tedavi edici etkisi yok” veya daha ileri gidip “Ha o ilaç mı o yaprakları sarartıyor”. Tam bu panik ortamında Afyonkarahisar’da bir toplantı yapıyoruz ve yine sahneye fırlıyorum (program dışı olsa da ben bunu hep yapıyorum ve insanların rahatlarını bozduğum için, konfor alanlarından çıkmalarını zorladığım için pek fazla sevilmediğimi de biliyorum). Önerdiğim yol bence akılcı (logical), tutarlı (acceptable) ve yeni statükoyu korurken (suyu bulandırmazken) olası iç gelişmeleri bekleme sürecinde sabırlı olmaya da yardımcı. Aynen bugün gibi hatırlıyorum sözlerimi:
*Külleme ile savaşımda geç kalmamak gerek; zamanında ilaçlamay başlayın.
*Külleme ile savaşımda düzenli ilaçlamalar önemli; ilaçlama aralıklarını gereğinden fazla açmayın.
*Külleme ile ilaçlı savaşımda değişimli ilaç kullanmak önemli; değişimli ilaç kullanın.
*Külleme ile ilaçlı savaşımda üzümün iki gelişme dönemi (çiçeğe girmezden hemen önce ve çiçekten çıktıktan sonra koruklar saçma danesi kadarken) çok önemli, çok kritik, üzüm bu dönemlerde çok hassas. Bu dönemlerde mutlaka özel külleme ilacı kullanın.
*T…s on yıldır kullandığınız özel külleme ilacıdır. Bu iki dönemde mutlaka T….s kullanın.
*Bağınızdan Kükürdü eksik etmeyin.
*Üzümlere ben düşünceye kadar ilaçlamaları düzenli olarak yapın; iyi ilaçlama yapın.
Herkes bunu ezberleyecek ve her yerde, bayide, kahvede, köyde, bağda nerede olursa olsun bağcıya, üreticiye, etkileyciye bunları motomot, aynen, inançla (10S> Strong Sound & Steps) söyleyecek; böylece CINOS’un ikinci evresinde “NOlaşmanın Sıkıntılı Ortamında” herkes papağanlaşacak. Örneğin çiftçi “Bey, yeni bir ilaç çıkmış. Ne dersin, iyi mi, kullanayım mı ?” diye sorduğunda “Külleme ile mücadelede değişimli ilaç kullanmak faydalıdır. Bağından kükürdü eksik etme ve iki kritik dönemde mutlaka T…s kullan” diyecek akıllı CINOS’lu satışçım S1S2 i etkili kılarak (>S1S2: Self Style). Yaptılar da. Böylece bizim eski Triazollerden olan T…sımız yeni, güçlü, genç, dinamik Strobiden etkilenmedi; satışı yükseldi ve de hem biz de iki yıl sonra Strobi pazara sunduk ve hem de ilk Strobinin sahibi olan firmayla birleşip CINOS’un “NO”sundan “Syn”leştik. Böylece hem başarılı olduk hem de kendi kuyumuzu kendimiz kazmamış olduk. Aynı yılda İsviçre’de katıldığım “Strobi Forum”undaki yuvarlak masalı sunuma da hayran kalmıştım. Aradan üç yıl geçtikten sonra T…s ın 20 yaşında hâla pazar lideri olması başarısını da Rio’da “VIP-ERIC” kavramıyla dillendirmiştim. Lütfen dikkat buradaki ERIC yazımın girişindeki yaramaz çocuk değildir (ormandaki yangında ilk sıradaki bit gibi). Ben de bizim yerli Gandhimsi efendiden tıpkı böyle papağanlaşma bekliyorum fazla yerli olan yaramaz Eric’le mücadele ederken. Umut var mı ?
Çeşme’den selam ve sevgilerimle yolunuz hep açık ve aydınlık olsun.
Öykücü