Yaşam Büfesinde “Dönüşüm Yolculuğu”

“…Gürültü patırtının ortasında sükunetle dolaş; sessizliğin içinde bulunduğunu unutma. başka türlü davranman açıkca gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma. İçten ol; telaşsız, kısa ve açık seçik konuş. Başkalarına da kulak ver. Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır...”

Merhaba

Bugün pazar ve Çeşme’den yazıyorum. Yukarıdaki giriş sözleri bir tapınak yazıtından alınmıştır. Yazının devamı var. Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme; planlar kadar başarılarını da kutla gibi sürüyor yazıt. Ancak bugün ilgimi “herkesin bir öyküsü vardır” kısmı çekiyor. Hem “öykülerle öğrenme”yi SSTC yolcuklarında çok kullandığım için hem de kendime kimi zaman sadece “öykücü” kimi zaman da özellikle torunlarımı düşünerek “Öykücü Musto Dede” dediğim için öyküler benim için çok önemli. Önceki yazımda Ödemiş’li Hasan’dan söz etmiştim. Bugün de hem sevgili Eray’ın yanıtı ve yorumundan bir pasaj aktarıp hem de bugün yaşadığımız küçük bir anıyı öykülendirip Hasan’ı şimdilik yazımın dışında tutmaya çalışacağım.

Yürüyüş sonrası deniz kenarında okuduğum kitap “En Önemli Beş Soru” idi ve bir boş sayfasına bu yazımın taslağını karalamıştım. Önce yazıma başlık bulmada bugün seçim zorluğu yaşadım. Kitaba katkıda bulunan ünlü gurulardan birinin adının Judith Rodin olduğunu okuyunca birden kendimi iki yıl önceki Temmuz ayı toplantısında buldum. İlk anda yazımın başlığı “Erkek Fatma” ya da “İngiltere Üçgeni” olsun istedim. Her ikisi de beni “dönüşüm yolculuğu“nda buluşturacaktı. İngiltere Üçgeni’ni bir başka yazımda yine “dönüşüm yolculuğu” ile ilişkilendirerek ele alacağım. “Erkek Fatma” ya aklım gidince aynı anda aklımın dün Altınköy’lü İrem’e ve erken ayrılmamızı istemediği için içten gelen (hak ettik mi acep ?) (s)övgülere takıldı. Bu da beni yazımın başlığı için “kendini değerlendirme modeli“ne ulaştırdı. Bir açmaza düştüm. Hiç bir zaman bir günlük, kısa bir yazı için bunca çoklu seçenekli durum sıkıntısı yaşamamıştım. Benim aklım bu kadar karışınca okuyucularım ne yapsın ki ! Önce beni bağışlasınlar. Şimdi “dönüşüm yolculuğu”nda karar kılarak yazımı sürdürmek istiyorum.

Dün Eray nasıl katkıda bulundu ve bugün Hasan’la ne yaşadık ?

Date:

Fri, 26 Jun 2009 08:51:01 +0300 (EEST)

From:

ecopcu <ecopcu@adu.edu.tr>

To:

Herkes

Herkese Günaydın,

Eğer mail listteki kişiler, verdikleri yada verecekleri yanıtı herkese gönderecekler ise ilk yorum yapan ben (!) oluyorum. Ellerin ve dillerine sağlık sevgili Babacığım. Bir solukta okudum yazıyı ve her zaman ki gibi kitap olması ve çok daha geniş kitlelere hitap etmesi gereken sözcüklerin bir blogda hapsolduğunu hissettim ve üzüldüm.  Yine her zaman olduğu gibi şirket ve kimi iş mesajlarını algılamakta güçlük çeksem de Hasan ilişkisi ve duyarlılık kavramları çok güzeldi. Hasan ilişkisinde gördüm ki hiç bir etki tepkisiz kalmıyor. Aslında çocukların olarak sanılmasın ki herşeyi anlayabiliyoruz. Çeşmeye uzun bir yoldan yemeğe gelip sofraya otururken annemle babamın bize 5 dk. müsade deyip ellerinde bir siniye konan hertür ama tek porsiyonluk yemeği arabayla ufuktaki adaya Hasan denen adama götürmelerini anlamamak gibi…

Duyarlılık ve yaşamın extraları… Zorlamadan olan, istemeden verilen, ama en önemlisi en ufak karşılık beklemeden yapılan ekstralar… Hasan bence sıcak bir merhabaya razıydı ama yetinmediniz, çok şey ve emek vererek paylaştınız.

Duyarlılığa gelince, aslında ruhunuzda olan yaşamın ekstrası kimi zaman beklentilerini(mi)zi de değiştiriyor…

Agro kültür ile tıbbi kültür çok farklı özellikle duyarlılık kavramında. Duyarlılık bizim için çok gerekli bir savunma mekanizması ancak, çok ince bir sınırı var o sınır aşılınca kişiye zarar veriyor. Günümüzdeki pekçok hastalığın asıl nedeni aşırı duyarlılık ( Ekmel, pemfigus vulgaris gibi).

Ne yazık ki kendisine zarar vermesin diye pekçok ilaçla kişiyi duyarsız hale getirmeye uğraşıyor doktorlar. Vardır bir bildikleri mutlaka.

Sonuçta ellerine, diline ve herşeyden öte aklına sağlık sevgili babacığım. Sizin yaptıklarınızı biz yapamayacağız o nedenle bizim yaşamımızda Hasanlar olmayacak ancak sizin Hasanın sizinle paylaşımları bizi çok mutlu etti ve hep mutlu edecek. Duyarlılık ise bence en önemli şey kişinin kendisi o nedenle önce siz zarar görmemelisiniz.

Son bir paylaşım: COPCUS mammaplasty, Annals of Surgical  Innovation and Research dergisinde kabul edildi ve 3 gün içinde internette hem manuscript olarak hem de video file olarak yer alacak. Open access yani herkes okuyabilecek. Böylece artık COPCULAR bir ameliyat tekniği olarak literatüre geçmiş ve ölümsüzleşmiştir; sevgi ve onurla paylaşırım.

Aydın’dan en içten dileklerimle,

Oğlun Eray

Bu ne güzelliktir ? Daha ne ister insan ? Bunları hakedebilmek ve yakın çevrende bu algıların gelişmesine katkıda bulunabilmek, binlerce şükür.

Peki bugün ne oldu ?

Hasan kemoterapi görüyor ve bugünlerde pek bir şey yiyemiyor. Hangi yemeği teklif ettiysek dişsiz ağzını yarım açıp zoraki bir gülümsemeyle istemediğini söylüyor. Bu sabah Nezuş ona özel kurabiyesinden yaptı; karıncalardan korumak için özel bir kavanozla götürdük. Acı çeken bir gülümsemeyle teşekkür etti. Dönüşte Günseli, özel sepette süslenmiş bir sepet kayısı verdi; Elif bahçesinden topladığı kahvaltılık acı kıl biberlerden ikram etti ve kapımızın önünde kimin bıraktığı belli olmayan bir torba daha kayısı vardı. Akşama da Özgür’ün taaa Amasya’dan getirdiği muhteşem kirazlar geldi. Aman Allahım ! İşte hep söylediğim “GAT” bu. Bu Hasan hem bereketli ve hem mübarek bir adam. Allah yardımcısı olsun.

Önceki yazımda ilk fotoğrafta torunlarım “Eren ve Barış” vardı. Bugün de yan tarafı “Aslıhan ve İrem“le süslemek istiyorum. Aslıhan bizim “sessiz meleğimiz“; İrem ise gerçekten tam bir “Erkek Fatma“. Madem tapınak yazısının yukarıdaki bölümü “herkesin bir öyküsü” olduğunu söylüyor; madem ki önceki kurumumda “bana öykünü anlat” diye yırtınıyorduk; o halde ben de yazıma İrem’in üç yıla sığdırdığı üç öyküyü buraya almak istiyorum. Sözcüklerin kimilerini kısaltarak yazmak zorunda olduğum için hoşgörüle.

Dün Altınköy’e gittik. İrem uyuyordu. Ayrılma vakti geldiğinde uyandı ve henüz bize doyamadığı için ayrılmamak için çok uğraştı. İşte o anda hep yaptığının muhatabı biz olmuştuk. İrem bunu hep yapıyor. Konukları çok seviyor ve sevgisini de açıkca söylüyor. Gelene “hoşgeldiniz” diyor ama gidenlere, özellikle de erken gidenlere “SG” diyor. Bize de açıkca dediğinde birden aklıma takıldı; İrem bu ünlü tohumcu firrmayı nerden biliyordu acaba ? İrem, bizim ailenin pek çok erkeğinden daha “erkek fatma”sı. Allah onu ve tüm Copcuları korusun.

İkinci bir İrem öyküsü. Geçtiğimiz kış günü. Gece yarısına kadar oyun oynadık ve evlerine dönerken annesinin kucağında neş’e içinde aynen şöyle söylüyordu, yüksek sesle ve asansörün kapısında da genç bir karıkoca hayranlıkla onu seyrediyordu: “Dedeciğim iyi geceler. Dedeciğim seni çok seviyorum. Dedeciğim yarın yine geleceğim.” ve hemen ardından aynı içtenlikle ve adeta bir övgü gibi “Dedeciğim AS !”. Hepimiz donduk kaldık. Ne yapacağımızı bilemedik. Hele bir de asansör kapısındaki çiftin nereye gideceklerini bilememesini gözünüzün önüne getirin. Sonra düşündüm; İrem, Taner’i nasıl olup anımsıyordu ? Çünkü oniki yıl önce Taner’in önderliği ile ilk adımı “ASM (Agronomy Services Manager/Tarımsal Hizmetler Müdürü)” görevinin kısaltmasını “AS” gibi görünce sevincimi hemen dile getirmiştim ve “Aman ne kadar güzel ! “Aslan Mustafa” nın kısaltması da olmuş...” dediğimde sevgili Taner, gülümseyerek “o kadar saf olma” demişti. Demek ki İrem de aynı görüşteymiş de bizim haberimiz yokmuş. İşte İrem böyle bir “erkek fatma” bizim Copcular içinde. Yandaki fotoğrafta İrem, bu kış Urla’da Mithat Dedesinin zeytinlerinden topladı ve biz onları afiyetle yedik. Bence İrem, yeri ve zamanı geldiğinde ağzındaki baklayı bizden daha iyi çıkarıp özgürce, inançla ve inatla “eşeğe eşek diyecek” iş kadını tiplerinden olacak. Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.

İrem’in en son öyküsü ise geçen haftadan. Annesi telefonda sipariş verirken yine uyku mahmuru yanağını annesinin yanağına dayamış ve telefona hem tanık hem de müdahil oluyor. İki kere yineleyerek annesine “anne ona söyle...” diyerek bir isteğini iletmek istiyor. Annesi duymazdan gelince telefonu kapıp “AK” diyor. Vay canına ! Şimdiden parti mi seçiyor ? Büyüyünce siyasete mi atılacak ? Acaba o günlerde tesettüre mi girer ? gibi düşünceler kaplasa da zihnimi İrem biz Copcuların tam bir “erkek fatma”sı. İrem bu özgür gelişmelerle “dönüşüm yolculuğu“nu şekillendirecek ve yarınlarda kimbilir ne güzelliklerin içinde olacak. Allah nazarlardan korusun onu ve hepimizi.
Şimdi gelelim “dönüşüm yolculuğu”nun kurumsal boyutuna. Yarın pazartesi ve yeni bir hafta başlayacak. Kimileri izne çıkacak, kimileri izinden dönecek ya da izinde de olsa bu yazımı belli bir amaçla okuyacak. Yazımın bu bölümüne “En Önemli Beş Soru” ile devam etmek istiyorum. Bu soruların benzerini önceki kurumumda “çerçeve” çizmek ve içine herkesin kabul edip, dillerinden düşürmeyecekleri, son derece basit ve her dilde ve kültürde kullanımı kolay ve etkili bir “omurga” yerleştirme çabalarında da yaşamıştık. Sevenlerin yüreğine yerleşse de sevmeyenlerin ruhlarından içeri girmedi ve onlar “polemiğe girmem diker geçerim” fıkrasındaki horoz gibi horozlanmayı seçtiler. Onca emekle ne yemekler yapılırdı isteselerdi. İşleri kolaylaşırdı. Şimdi ben geleyim çok sevdiğim, toprağı bol olsun Drucker Amcama.

Drucker amcayı ne kadar biliyorsunuz ?

Viyana’da doğan; İngiltere’de okuyan; Almanya’da ilk işe giren ve Hitler’den kaçıp Amerika’ya yerleşen Ducker amca 11 Kasım 2005 de 95 yapında vefat etmişti. O bir hocaydı, düşünür ve yazardı. Elli iki yıl önce “knowledge worker/bilgi işçsi” kavramını literatüre kazandıran kişidir Drucker. Oniki yıl önce, 87 yaşındayken Forbes Degisi onu kapak yapmıştı ve altına da “Hâlâ En Genç Akıl” başlığını atmıştı. Drucker amca ölümünden onbeş yıl önce kendi adıyla anılan bir vakıf kurmuştu. Ölümünden sonra vakfın başına geçen F.Hesselbein, bu kuruluşun adını “Leader to Leader Institute / Liderden Lidere Enstitüsü” ne çevirmişti. İşte geçen yılın sonunda Drucker amcanın yıllar önce kaleme aldığı beş önemli soruyu hem Drucker’ın özgün yaklaşımlarıyla ve hem de beş önemli gurunun katkılarıyla bir kitapta topladı Bay Hesselbein. Kitabın adını da “The Five Important Question” olarak aynen korudu ve kitap aynı anda Türkçe’ye çevrilip ülkemizde hediye edildi. İçinizde kimler okudu bu kitabı ? Ahhh ! Bu sorunun yanıtını bir bilebilsem ! Yine Taner’i anımsadım: “Ne yani şimdi bir de meraklısını mı arayacağız ?” diyerek okuyanlardan umutsuzluğunu paylaşmıştı. Herkes kendi kulvarında mutlu-mesut işini iyi yapıyorsa kurum daha b….. nı arıyordu ?

İzninizle kitabın arka sayfasını da buraya alayım ki konunun “kendini değerlendirme modeli”, veya “dönüşüm yolculuğu” ya da “yeniden yapılanma” açısından, sürekli öğrenme yolculuklarıyla sıraya geçmede SSTC bakış açısını görebilesiniz. Sevgili Günay’ın bulduğu Türkçe karşılığını düşünerek.

“… Başarılı liderlerin yanıtları vardır. Ancak büyük liderler “doğru sorular“ı soranlardır ve “En Önemli Beş Soru” bütün liderlerin bunu tam yapabilmelerine yardımcı olacaktır. Gelecek yıl değil, yarın sabah (şimdi). Yönetim teorisinde dünyanın önde gelen isimlerinden Peter Drucker, gelecekte yer almaya kararlı her kuruluşun kendine yöneltmesi gereken beş hayati soruyu bir kez daha hatırlatıyor… Kuruluşunuzun ölçeği ve sektörü ne olursa olsun, stratejik kendini değerlendirme amacıyla hazırlanan bu kitapta, zamanımızın saygın düşünce önderlerinin cömertce paylaştıkları, eşine az rastlanır birikimlerini bulacaksınız…”

Katkıda bulunanlar,

  • Jim Collins; “Good to Great” kitabıyla aramıza katılan, hani şu bizim meşhur Jim amcamız. Yumurta, volan, otobüs ve kirpi analojilerinin sahibi ve çerçeve çalışmalarına başlarken önceki kurumuma esin kaynağı olan hoca;
  • Philip Kotler: Pazarlama profesörü; “Şirketiniz ve Davanız için En İyisini Yapmak” kitabının yazarı;
  • Jim Kouzes : Santa Clara Üniversitesi’nde Inovasyon ve Girişimcilik Merkezi Yöneticisi; “Liderliğin başa Çıkması Gerekenler” isimli ödüllü ve bir milyondan fazla satan kitabın yazarı;
  • V.Kastur Rangan: Harvard İşletme Fakültesi’nde pazarlama profesörü; “Pazara Çıkma Stratejinizi Dönüştürmek” isimli kitabın yazarı ve
  • Judith Rodin: Rockefeller Vakfı’nın başkanı; Rektör ve Yale’de dekan >>> ki bu isim beni Temmuz 2007 deki sadece tanık olduğum ve eylemsiz kaldığım (!) “dönüşüm yolculuğu” toplantısındaki gördüklerime götürdü. Orada da bizim İrem benzeri bir “erkek fatma” aklındaki dört senaryonun algılarını test ederken sadece bir tek otorite yardımcısı “olası gelişmelere karşı uyumsuzluğu” yanıtlayabilme çabasıyla yırtınıyordu.

Kitabın beni en çok etkileyen kısmı girişteki şu ifadeler oldu:

“… Yanıtlar önemlidir; yanıtlara ihtiyacımız var; zira eyleme ihtiyacımız var. Ancak soruyu sormak daha önemlidir ve yanıtlanması en zor sorular, en basit olanlarıdır…” Drucker amcanın beş sorusunu yandaki slayttaki omurgaya yerleştirdim. O omurganın da sahibi var ve adını yazmak için izinlerini bekliyorum. Bakalım ses çıkacak mı ?

Bu beş soru basit ve aynı zamanda komplike ve düşündürücü. Bu soruların amacı bir program değerlendirmesi ya da bireysel performans incelemesi değildir; kuruluşlar için stratejik kendini değerlendirme amacıyla hazırlanmıştır.

İlk ve temel soru “misyon“un sorgulanmasıdır. Kuruluşun var olma nedenini ele alır; nasılını değil. Misyon çalışanlara esin kaynağı olacaktır ve şu sorunun yanıtıdır : “Kuruluşunuzun hatırlanmasını istediğiniz şey” dir misyon. Tıpkı daha ilk gün, otorite yardımcılarıyla yaptığımız videokaydında kendiliğinden bulduğumuz en basit, en net ve anlamlı yanıtta olduğu gibi. Sorumuz şuydu:

“Madem ki ABG un böyle modern bir fabrikası var. Madem ki ABG un yüzdoksanı aşkın, her derde deva zengin bir portföyü var. Madem ki ABG un böylesi uzman, deneyimli ve genç dinamik karışımı çalışanları var. Madem ki ABG un teknik destek ekibi var… O halde müşterileri için varlığının nedenini açıklayan bir ifadesi olmalı… Bulduk ve kullandık.

Şimdi Çeşme’nin bu güzel pazar gününde çatıdan kopabilmek için kendime bakıp geçirdiğim dönüşüm yolculuklarını kurumsal gelişmelere koşut olarak tek slaytta özetlemek istiyorum.

Hiç düşünmediğim bir anda 1985 de Enstitüden istifa ettim ve “Ciba” sandığım, meğerse henüz Ciba olamamış “Sağlık Müesseseleri A.Ş.” de “teknik danışman” olarak göreve başladım. Kurumum ileriye bakıyor ve gerekli önlemleri alıyordu. Proaktif olmanın en güzel örneğini sergiliyordu. O biliyordu ki yakında yabancı sermaye yasası çıkacak ve resmen “Ciba” olacak. O biliyordu ki yakında ilaç ruhsatlandırma denemeleri özel sektöre geçecek ve kadrosunu oluşturuyordu. O biliyordu ki “dublenin dublesi”ne erişecek ve buna hazırlanıyordu. Katılanları hemen SSTC öğrenme yolculuğuna çıkarıp kurumsal kültürü aşılıyordu. Ben de “tulumba uçurtmaca”yı henüz öğrenmemiştim. Böylece katılanların kararlılık, disiplin ve adanmışlıklarını “RAW /Cevher” kavramıyla daha 25 yıl önce şekillendiriyordu. Bunu yaparken henüz Jim amca “İyiden Mükemmel Şirkete” kitabını yazmamıştı.

Aradan on sene geçmişti. Projeli yaşama önem vermeye başlamıştı. Ben de satışa geçmiştim ancak; teknik’i de bırakamamıştım. Kimi zaman ekibimle sorunların üzerine giderek tarlada poster şovlu bağcılar günü düzenliyordum; kimi zaman da Alaşehir ofisimize gelen Sultana’nın Cengaverleriyle çevreye açılımı kolaylaştırmaya çalışıyordum. Böylece SSTC öğrenme yolculuklarıyla sıraya geçenleri sırada kalmalarını SSFWS (İzleme Çalıştayları) nı projelerle yaşama geçiriyor ve rüzgarın önünde koşmaya çalışıyordu. Artık anlamıştı ki “müşteri ihtiyacı odaklı” olacak “GAT /Give And Take/Ver ki Alasın” kavramıyla satıştaki “haydi bastır” dan “talep yaratma becerileri” ne dönüp dengeyle sağlıklı satışa ve desteğine önem verecekti. Yaptı da. Çok da güzel ilerliyordu. Global birleşme yeni ufuklar açtı. Bakın o tarihlere yakın Alvin Toffler Güç Değişimi” isimli kitabında yeni milenyuma “Yolun sonunda duran nedir ?” sorusuyla nasıl hazırlanıyordu:

“… terra incognita (yarının bilinmeyen manzarası) olarak tarif edip ve ileride bir kaos ve belirsizlik görüyor. Hızlanan bir değişim dünyası. Ekonominin toprağa, paraya ve ham maddelere bağlı olmayacağı, ancak entellektüel sermayeye bağlı olacağı bir dünya. Rekabetin şiddetli, piyasaların acımasız olacağı bir dünya. Küçük şirketlerin global ölçekli dev şirketleri alt edeceği; müşterilerin ürünlere, hizmetler ve bilgiye sınırsız erişimleri olacağı bir dünya. Ağ (internet) örgülerinin uluslardan daha önemli olacağı bir dünya. Bu yüzden ya gerçek zaman içerisinde bilgiyi alıp işleyip güncelleyen bilgisayar sistemleriyle iş yapacağımız ya da öleceğimiz bir dünya…”

Belki de Alvin amcanın geçen yüzyılda söyledikleri kimilerine “komplo teorisi” gibi gelmiştir. Ancak tam da onun dediği gibi gelişti ve ben üçüncü on yıllık dilime girdiğimde pazarlamadaki sorumluluğumun sonuna gelmiştim. Artık Taner kızsa da ormana bakmıyordum. İnsanlara döndüm ve SSTC öğretilerini MAS kavramıyla bütünleştirmeye çalıştım. Başarının hazzını yaşamak için o yıl Rio’daydık ve sevgili Tufan’ın objektifinden son fotoğraf Rio’da sabah yürüyüşümü gösteriyordu. Ana mesajım ise içe dönüktü ve “More And Smarter /Daha Çok ve Daha Akıllı Eylemler” için SSTC nin üçüncü adımı olan “Liderlik ve Koçluk Becerileri” ni geliştirerek sırada öne geçmeyi kolaylaştırmaya çalışıyordum. Bu dilimin ikinci yılında Aker’in önderliğinde Çanakkale ve Antalya’da süren “Kolaylaştırıcı Koçluk” öğrenme beraberlikleri aslında SSTC nin bir uygulamasıydı ve bunu alnalar daha sonra İsviçre’de GROW Modelini daha bir içlerine sindiriyorlardı. Ve geldik bugünlere…

Çeşme’de hava sıcak. Rüzgar yok. Günübirlikçilerle deniz kalabalık. Çoğu insan onlara kızsa da ben onları seviyorum. Benim hergün, onların sadece haftada birgün deniz sefaları oluyor. Diğerleri gibi “çevreyi kirletiyorlar” diye şikayet etmektense sabahları Hasan gibi ben de birkaç boş bira kutusu, nylon torba toplayarak yürüyüşümden ek fayda türetmeye çalışiyorum. Böylece ruhuma bir ferahlık geliyor. Tıpkı geçen yıl Eylül ayında Syngenta Tohum’un ikinci grubuyla Çanakkale’de çıktığımız SSTC Öğrenme Yolculuğunun akşam üzerinde boğaz kenarındaki yürüyüşümde çevre temizliği bedeli olarak üç lirayla ödüllendirişim gibi… Artık çatıdan insem iyi olacak.

Yolunuz hep Çeşme yazları gibi aydınlık olsun.

Öykücü (mustafa@copcu.com)