Yaşam Büfesinde “Pulllu Üzüm (2005Rio)”

“…Genç haham golfa çok düşkünmüş. Dininin en kutsal günü Yom Kippur’da bile ne yapar eder, çaktırmadan sıvışıp golf oynarmış. Yine bir Yom Kippur günü ortalıkta kimsecikler yokken golf sahasına gitmiş. Topu yerleştirip vurmuş, top havada süzülürken bir rüzgar çıkmış ve top doğrudan uzaktaki deliğe girmiş. Mucizeyi gören meleklerden birisi Tanrı’ya “Adam Yom Kippur’da oyun oynuyor” demiş “siz kalkmış yardım ediyorsunuz ! Ceza mı bu şimdi yani ?“. Tanrı gülümseyerek ” Elbette ceza” demiş “Tek atışta topu deliğe soktuğunu kime anlatacak ?”…ve 20 yıllık öykünün “Kritik Başarı Faktörleri” Rio’daki yıllık toplantıda ilacın ticari ismi silinerek ki herkes görsün ve isterse…”

Onu ne çok doktor istedi de vermedik…İlk anda rahmetli Necip’in eline düştü (1985) ve Dr.Heye bizi bir odaya kapattı (1986)

Merhaba

Ne günlerdi ama ! Kimi zaman zevkten dört köşe oldum; kimi zaman “al atını gör tımarını” deme sınırına geldim. Ayakkabılarım çamur olmasın diye yalın ayak bastığım beton sergi Haziran sıcağında ayak tabanımı kavurdu ve daha sonra yere sağlam basmak için beş temel dayanak noktasını öğrendim Adıyaman’dan dönerken uçakta. Enstitü bağlarımın en kuvvetli olduğu günlerdi ve Bayan TPS demekten çekinmiyorduk 1986 yıllık toplantıyı Antalya Sera Otel’de yaparken özel konuğumuz olan Komser Osman’la Erol’la Kral Sofrası’nda gala yemeğimizi yerken. Rahmetli Sakıp Ağa (Sabancı) yanımıza geldi ve “Ben hata etmişim; sanat ticaretten önce geliyormuş” diye “Altın Portakal”a verdiği önemi vurguladı. Menemen’de Haritacı Mustafa’nın bağından Mersindere’de İlyas’ın bağına uzanan on demonun her birini beğenen Dr.Kaeding‘den önce övgü alan ve bir ay sonra “You don’t get money from Government” diyecek kadar sert eleştiriye muhatap olan açılımlarım içinde çok bocaladım; çok uykusuz gecelerim oldu. Mersindere ve komşu köy olan Akçapınar’da iki İlyas vardı birbirinden çok farklı. Birinin bağında TPS levhasını dikmek için R12SW den inip yola koyulduğumda araba kendiliğinden yokuş aşağı gitmeye başlamıştı. Zor yetiştik. İçinde oğlum Kerem vardı ve beş yaşındaydı. Onun başındaki TPS şapkasıyla ruhsat amaçlı deneme bağındaki fotoğrafını, Manisa’daki deneme bağının sahibi Terzi Mustafa’nın anasının yaptığı kabak çiçeği dolmasını yerken dilini arı sokması ve şişen dilinin kanaması ve boğazını tıkaması ile hastaneye zor yetişmemiz hep özel sektördeki ilk adımlarımın unutulmaz anılarıdır. Aynı yıl sonunda başarının tescillenmesi için sevgili Maruf Sancarlı’nın ekibiyle yaptığımız “Bağcılar günü” ise profesyonelce yapılanmasıyla 20 yıl sonra bile anılarda tazeliğini koruduğunu görmek de ilginçti. Bunu üretici-ziraatçı Hasan’la 2005 yılında Rio’ya gitmezden önce yaptığım bağcılar görüşlerinde kendiliğinden saptama şansım oldu (kolajın içinde var; responsların hiçbiri manipulasyon değil ve hemen tamamı “Top Of Mind (İlk akla gelen)“. Böylece ilk on yılını zirve yaparak her yıl öngörülen hedefleri ve kârlılığı yakalayarak hem dış hem de iç müşterinin odağında yerini aldı TPS. Peki ya daha sonra ve 1995 meğer nelerin öncülüymüş ?

Nasıl bir yılmış 1995 ve daha sonrasına hangi etkileri ve mesajları bırakmış geleceğe uzanan noktaları birleştirmek için ?

Benim onuncu yılımdı. Turistik Ocak / 1993 Singapur gezisiyle ödüllendirilen “Pullcubaşılık/Nane yağcılık” çabalarımın pekiştiği; Teknik baza bindirilmiş satış yönetiminin geliştiği; Alicante (Mart 1993) ve Budapeşte (1994) toplantılarıyla “Entegrasyon / Bütünleşme“nin ağırlık kazandığı; “PL Cengaverleri” ile satışı duble yapma amaçlı açılımların Adana’ya kadar uzandığı; JPK nın ayrılışına hazırlık için genç TA’ın aramıza katıldığı; 1994 ülkesel krizinin etkilerinin hâla sürdüğü ve bu etkilerin sahrada ertesi yıla yansıması nedeniyle tarım ürünlerinde bitki koruma sorunlarının arttığı; bizden kopardıklarıyla yapılanan rakibin rekabetten öte (dikkat “Rekabet Üstü/Sur-Petition” değil) düşmanca davrandığı; henüz global birleşme sinyallerinin hissedilmediği bir “Toparlanma / Büyüme / Temkinli / Rutinleşme yolunda” bir yıldı 1995. Bir yıl sonra “C+S=N (ve daha sonra N+Z=S)” olacaktık ki sanki başımıza meteor düşmüş gibi hissedecektik. Bu karmaşa içinde “Kassandra Sendromu” ile tanışacaktım. Bu da yetmeyecek umut bağladığım baş otorite olma yolcusu genç meslektaşım gemiyi terk edecek ve de üstelik rakibin ülke müdürü olarak yeniden sahneye dönecekti. Satıştan ayrılıp 24 yıllık özel sektör deneyimim içinde çok sevdiğim iki görevin ilkini (MDM) yaşayacaktım. Yirmi yıl önce İsviçre’de Dr.Sechser‘in keyifli öğretilerinde ustalaşmaya çalışırken büyük depremde ülkemden, evimden uzak olmanın çaresizliğini yaşayacaktım beş yıl sonra (1999). Rakibin bizden hızlı davranıp da strobilerle öne geçtiği dönemde hazırlık için balenin zarafetiyle süslü bir foruma katılmak için yine İsviçre’ye gittiğimde özellikle bağ/üzüm için önemli olan (yetersiz portföyle) “Papağanlaşma Sendromu” kavramını icat edecektim. Ben bunu vurgularken ayrılma kararı aşamasında olan genç otorite adayının “Sadrazam Kellesi Nasıl Alınır ?” mesajlı sunumundan ne demek istediğini daha sonra anlayacaktım. Henüz Jim Amcanın dört metaforunu (Yumurta, Volan, Otobüs ve Kirpi) bilmediğim için yeni milenyumda İstanbul’da La Masion Otelin terasında Boğazın serin sularına bakarken bıyık altından gülen genç ile abandone deneyimlinin çatışmasının hangi sonuçları doğuracağını görmek için beklemem gerektiğini de zaman gösterecekti. “FST” lerin ana mesajını göz ardı ederek Pazarlama Bölümüne on altı kişiyi almak meğer merkezin hoşgörüsü değil “Otobüs Yolcuları“nı doğru seçme şansını artırmak için olduğunu anlamam için de 2005 yılında Paris’e gitmemin öncülüymüş 1995 Alaşehir bağları ve Sultana Projesi… Hey gidi günler hey !

Şimdi yine 1995 e dönelim. İlk on yılın sonlarına doğru 1992 yılında Tarımsal Savaşım’da “IPM (Entegre Zararlı Yönetimi)” ve hatta “ICM (Entegre Ürün Yönetimi)” moda olmaya başladı. Marko Polo’da “Kırmızı Tulum“la program dışı “Astronot Mustafa” olarak sahneye fırladığımda otoritenin sorduğu “IPM nedir ?” sorusu ile Dr.Vorley‘in yarattığı, X.Ledru‘nun yaşama aktardığı”FST/Çiftçi Destek Ekibi” kavramlarını buluşturmaya çalışıyordum. Böylece “Pulllu Pushlar” ile satışı rahatlık zonundan çıkarmaya çalışırken “birbirinizi sevin” derken en sevimsiz adam olma gayretimin farkında mıydım ? Ya da farkında olsam da iplemiyor muydum ? O günlerde eylem odaklıydım sonunda pişmanlıklarım olsa bile ki global birleşmeden sonra bu davranışımı “aktivist” olarak tanımlayacaktım; kimileri beni  şirketten iş konusunda anarşişt gibi görse de…Kariyer yolculuğum değişti. Satış desteğinin ödülü olarak ilk defa bayi seyahatine turist gibi, fazla “konsumasyon sorumluluğu” üstlenmeden katıldım ( Ocak 1993 HongKong / Singapur). Ardınan IPM konusunda İspanya-Alicante‘de idim (Mart 1993). Aynı yılın sonlarında doğru fareler su alan gemiyi terk etmeye başlayınca, CINOS’un ilk evresinde Teknik’ten Satış’a ve üstelik deneyimsiz olmama rağmen “Satış Yönetimi“ne atanmam ile ülkesel krizin ayak sesleri (1993 sonları) birbirine karıştı. Biz Eskilerin deyimiyle “kuvveden fiile geçtim (Pusulanın batı yönünde ne vardı ? Hatırlıyor musunuz ? Liberate Potential). Ben bu kavramı on yıldan daha uzun bir zaman sonra Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki bir şatonun gün ışığı gören salonunda öğrenecektim. Bu öğrenmenin öncülü olarak da Jim Amcanın dört metaforu ile tanışacaktım. Tüm bu gelişme, değişme ve dönüşmelerin ilk adımını Antalya-Kemer-Marko Polo’nun salonundaki iki ardışık toplantıda sınırları zorladığım için attığımı bilmeden süreç hızlanıyordu. Öyle ki Kim Amcanın “Adil Süreç“i ile de tanışmak üzere olduğumun bilincinde değildim. Alicante sonrası Teknik’ten Satış’a geçtiğimde Dr.Hoppe ile X.Ledru‘nun Macaristan-Budapeşte’te ardışık IPM Toplantısına katılınca FST/Türkiye/Bağ/Sultana Projesi’nin temelleri atıldı. Kriz miriz demeden doktorasını tamamladığı gün benim gibi “Kırmızı Tulumlu” olmayı önemseyen TÖ de aramıza katılınca “PullluPush Cümbüşleri” bulaşıcı şekle dönüşmeye başladı. Alaşehir’deki ofis günleri ne renkli günlere sahne oldu. Mısır’lı bayan Yazeşian‘dan Wadensvil’li Dr.Ruegg‘e kadar kimler geldi kimler gitti. Kimi zaman  bindiğimiz dalı kestik ve Hacı Ömer’i kahveye çıkamaz kıldık. Kimi zaman SSTC nin sor sorma becerilerini “Pronosu nasıl yendik ?” ya da “Biz bu bağı neden seçtik ?” gibi sorularla AIDA‘yı eylemli kıldık: acta non verba.

Ben de TPS de 20 nci yılını tamamladığında CINOS’lular üç evreyi de yaşamışlardı. Kriz yılında yıllık toplantıyı bile yapamazken, on yıl sonra 2005 yılında Brezilya-Rio’da yıllık toplantı yapıyor olmak rüya gibiydi. Kerem haklıydı; emeksiz yemek olmuyor ve hiç bir emek boşa gitmiyordu. Ben de Rio öncesi başarı öyküsü olarak “2olik Delikanlı/Tatlı Sert” i seçmiştim. Görsellerim için hem yirmi yıl öncesinden hem ortadaki kriz yılında “İpten nasıl döndüğümüzden” ve hem de yirmi yıl sonra algılarda ve gerçeklerde neler olduğunu görmek için Alaşehir-Sarıgöl bağlarında, bağcılarında durum değerlendirmesi yapmıştım. Sunumumda hem benim sorduğum ve hem de otoritenin ısrarla vurguladığı “neden/nasıl” sorusuna içten, yürekten, inanarak yanıt vermek isteyenleri pek göremedim Rio’nun ve Sambanın sarhoş eden havasındaki toplantıda. Yirmi yıl önce oyuna giren beş yıldan “TTTS/Time To Top Sales“i yakalayarak 19 tondan, yirmi yıl sonra patent süresi dolduğu için kendine benzer beş oyuncuyla yeni etki mekanizmalı yeni oyuncuların devreye girdiği pazarda nasıl oluyordu da yetmiş tona erişiyordu… Hem de birim fiyatından ödün vermeden…”Onu ne doktorlar istedi de biz vermedik” sözünün arkasında yatan neydi ? Ona güvenen dostlar başları sıkıştığında ona yöneliyorlardı ki bu sevgi de beni korkutuyordu. Çünkü hastalıkla ilaçlı savaşımda tedavi edici uygulamaların riski yüksekti. Ayrıca ilaçlama programında “kükürdü bağınızdan eksik etmeyin” derken portföyümüzde kükürt yoktu ve bizimle özellikle uğraşan rakibin en güçlü ilacıydı kükürt doksanlı yılların ortasında. Biraz sabır yetti ve doğruyu önermenin ödülünü aldık (Asr Suresi’ni bilir misiniz ?). Global birleşme ile pazarın en iyi kükürtlü ilacı da portföyümüze katıldı.

Sözün özü; “PulluÜzüm/Sultaniye ve / Sultana Projesi hem bizi ustalaştırdı hem de bağcıyı bağının mühendisi olması yönünde bilinçlendirdi. Emeklerimiz boşa gitmedi. Zaman zaman iç dinamiklerimizden algı sıkıntıları yarattı ve 1995 yıllık toplantıda posterlerin önüne Çine’nin çerezlerini koyup da 37 ekran televizyonlardan Mustafa Doğrul‘un bağındaki bağcılar günü filmini izletmezden önce “Pretty Woman/Özel Bir Kadın” filminden bir sözü vurguladım: “Operaya ilk defa gidenler ya severler, ya nefret ederler. Severlerse hep giderler, sevmezlerse farkı anlarlar ama asla ruhlarından içeri girmez”. Biraz saçma ve ilgisiz gibi görünse de bölgeler arası çatışma konusu olan ve ben Ege’de başı çektiğim için bizi hedef alan kızgınlıkların temelini oluşturan “Pulllu Satış Destekleri“ni ben operaya gitmeye benzettim. Biraz karmaşık oldu; çünkü yoğun bir günün yorgun akşamında benden şimdilik bu kadar. Yarın redakte edip yayımlarım nasipse.

Sağlık ve esenlik dileklerimle.

Öykücü