Yaşam Büfesinde “Bereketin Sırrı”

…Erkek kardeşlerden ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çocukları vardı. Diğeri ise bekardı. Her mahsul mevsimi sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kazançlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekar kardeş kendi kendine: “Ürünümüzü ve kazancımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil. Ben yalnızım ve pek fazla ihtiyacım yok” dedi. Bu düşünceyle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada, evli olan kardeş kendi kendine: “Ürünümüzü ve kazancımızı eşit olarak bölüşmemiz, hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman 0nlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok” diyordu…”

Merhaba

Bugün yaz gibi güneşli ama soğuk bir Mart günü. Üstelik de 18 Mart; Çanakkale Zaferi’nin; yüzüncü yılına iki yıl kala bakıyorum da oraya çıkartma yapan iktidar sahillerde artıramadığı oyların peşinde; Çanakkale’nin önüne geçen ve eskisine oranla üzerine yükletilen misyonlarla kimi yerel kutlamalar (Nevruz gibi) bu ulusal (milli !!!) mirasın, mesajın önüne geçiyor. Güncelleşmek midir ? bu anlamakta zorluk çekiyorum.  Birden bu akıl karışıklığım beni 31.08.2012 de Çeşme’de alıp çatıdaki kitaplığımın bir köşesine gereği gibi okumadan bıraktığım bir kitabı farklı bir paradigma ile ele almama neden oluyor. Bu seçim doğrudan doğruya karşıtlarıyla aklımda bir kaos yaratan durumları su yüzüne çıkarıyor. “Dün ve Bugün”; “Yavaş ya da Hızlı”; “Mantık veya Akıl” gibi birşeyler birbirlerini bütünlerken, sanki çaresizlikten çatışma yaratıp “seç bakalım birini mecbursun” gibi bir etki yaratıyor üstümde. Ruhum da buna koşut olarak karmaşıklaşıyor ve esasen suskun olan günlük yaşam daha bir sessizliğe bürünüyor.


Yaşam Büfesinde sırada kalmaya çalışırken, Yaşam Gölünün karşı kıyısına kulaç atarken “statik ve dinamik” süreçler beni nasıl etkiliyor ?

Geçen hafta içinde bir dostumuzun uzaklardan gelip de oğul (hadi bunun adı İbrahim olsun bu kez) profesörün ellerine kendini teslim edişinin hemen ardında katıldığımız “teşekkür yemeği”nin aşırı sigara dumanlı ortamından fena etkilenmiş ve ertesi gün bozulan dengelerin özellikle tansiyona yansıyan göstergelerine dikkat etmiştim; dikkat çekmiştim. Bir şeyler yapmalıydım. Hemen bir mesaj gönderdim, yazılı olarak ve dedim ki “Siz, Halil ve İbrahim’lerle birlikte olmak güzel; sizlerin bereketin sırrı olan paylaşımlarınıza tanık olmak güzel ancak…”. Etkili olmaya çalıştım. Yemek davetleriniz bundan böyle sigarasız olursa katılırım, yoksa… dedim. Sağolsunlar onlar da ilk adımlarını sigarasızlığı sağlamak adına yaptılar ve iki gece önce Kolcuoğlu’nun Mavişehir şubesinde buluştuk. Güzel bir akşam yemeğiydi ve böylece daha sağlıklı bir ortamda  MAR13MOTES in yorgunluğunu attık; kutladık. Yine de olumlu ve olumsuz (gibi) koşulların yarattığı etkileri ölçmeye çalışmanın bir işareti olarak da her gün yürüyüş öncesi, aç karnına tartılıp değerleri ve asıl önemlisi “trend”i kaydediyorum. Anında aldığım küçük önlemlerle istediğim sınırlarda kalmayı başarıyorum. Bu arada böylesi duyarlı bir durum yaratırken, esas dikkat etmem gereken konunun kendim kadar çevremdekilerin konforunu kaçırmamak olduğunu görüyorum. Bu yaklaşımla “ölçülebilen değerlerin gelişip yönetilebileceği” ni de yaşamış oluyorum. Hemen her hafta başında (Pazartesi sabahı tartı değerleri haftanın tek “Şımarma Günü” olan Pazarın ekstralarını (özellikle tatlı) yansıtıyor ve 67 e varmasa da) veriler ~66,6 kg larda görünüyor. Her gün adım adım iyileşme (Japonlar buna Kaizen diyorlar) ile günlük 100-200 gr lık düşüşlerle Pazar sabahına geldiğimde 65,6-66,0 kg arasında bir yerlere ulaşıyorum. Üstelik bunu “çaktırmadan” yapmaya çalışıyorum; yoksa Nezuş diyor ki” ben de aynı şeyleri yapıyorum abicim ama ben niye bir gram inmiyorum ?” sorusuna yanıt veremediğim gibi bir de tepkili ortamda kendimi suçlu gibi görür oluyorum.

Yetmişe doğru “yavaş“lığı savunan davranışlarımın ve mesajlarımın (dur dinlen ruhun sana yetişsin)  yanında bu “Delifişek” kavramlı kitabın (http://www.funkybusinessforever.com/hangi mesajları bana yararlı olabilir ki ?

İşte bu sorunun yanıtını bulmak için kitabın özellikle “önsöz”ünü daha bir dikkatli okumaya başlıyorum.Yukarıdaki linkle kitabın tanıtım sayfasına girerseniz bir dakikalık bir anlatımın net sözcükleri sizi etkileyebilir.

Aradan iki gün geçti. Yazımın tam burasında kimi günlük işler önem ve öncelik kazandı ve 18 Mart havasıyla başladığım yazım bugün 20 Martın etkileriyle yeni bir yöne doğru kıvrılmaya başladı(ğını hissediyorum). Yine de “Sonuna Kadar Delifişeklik” isimli kitabın cazibesi beni eski anıların yeni anlatımlarına sürüklemekten geri kalmadı  Ancak devreler karıştı. Ruhum güncel medyadan, açıkça oynanan oyunlardan fazlaca etkilendi. Kimi manşetler yüreğime kazındı. Sıyrılamadım. Çanakkale’nin 1915 i, tüm ülkemin 1923 ile 2013 de gördüklerim, kabullenişim, sessizliğim, aldatılmışlık, kazıklanmışlık hislerim İmralı vs Silivri mekanları, oturanlar, oturtanlar ve seyircilerden ben boynumu büktüm; sesim kısıldı; lokmalar boğazıma düğümlendi ve sığınacak limanmış gibi global köydeki değişimlerden ders çıkarma aymazlığına döndüm. Bu nedenle bugün “Sonuna Kadar Delifişeklik” hoşuma giden bir kitap ismi, bir tanım olsa da bana, benim tarafımdan savunulan bir sahtekarlık gibi geldi. Bu düşüncelerle sabahın seher vaktinde Ege Park’ın merdivenlerinden inince elindeki cep gazeteleri ile yanıma sokulan genç sarışın hanıma çok sert, kötü davrandım. “Birşey satmayacağım” dese de geçen gün benzerini genç delikanlının yaptığı ve arabamın bozuk para kutusundaki tüm bozuklukları “def i bela” kabilinden eline tutuşturduğum anı anımsayıp “yine mi siz güvenimi kötüye kullananlar” diye tepkiye girişimin esas nedeni diğer utanmazlıkla sırıtan büyük başlardı aslında. Hemen ardından kendime kızdım. Nice benzerlerini ve de çözüm için yolunu test bile etmediğim geri çevrilmelerin öncüllerini ne de çok yaşamıştım elli yıl öncelerde. Ayıp etsem de oldu bir kere. Burada sözünü ettiğim kitabı bir başka yazımda anlatmayı sürdürürüm.


Başarı formülümdeki ikinci sıra “3S” lerle ne demek istiyorum ve şimdi neler yapıyorum ?

İlk yanıtım sanki güveni zedeleyecek paradoxial bir durum gibi sözlerim ve yaptıklarım. Bir yanda formülümdeki eşitliğin sağ tarafındaki “10S” in ikinci sırasında yer alan “3S” le “Strong Sound & Steps / Güçlü Sözler ve Adımlar ” derken aslında daha açık ifadeyle “Söz ve Eylem Birliği“nden yani “WAT/Walk As Talk” tan söz ediyorum. Ya bugünlerde kendime baktığımda neler görüyorum ? Genç ve otuza yakın (sayı ve yaşları) Netdirekt’lilere her ay en az bir defa “MOTES/Marketing Technical Sales Operational Excellence” kapsamlı etkileşimli toplantı yaparken “Pusula ve Saat” ile doğru yöndeki hız ve hevesi ele alıyorum. İşte tam burada Aydın Boysan‘ın bir kitabı düşüyor aklıma “Acele etme çabuk ol” gibiydi kitabı adı. Çeviklikten söz ediyordu; hantallıktan nefret ediyordu.  Elimdeki kitap da “Delifişeklik” kavramıyla bunu işliyordu. Halbuki ben aynı anda kendim için, yetmişe doğru giderken, zaten Pazartesi-Cuma arasındaki günlerin varlığını hissetmeden hızın içinde yuvarlanırken “yavaş”lığı ararken ve bu yönde kendime başka diğer kitaplarla yardımcı olmaya çalışırken tam bir çelişki mi sergiliyordum acep diye kuşkulara kapılıyorum. Bir yanda kendim için yavaşlık ve eylemlerim; diğer yanda hız önerilerim ve sözlerim. Hani nerde kaldı “Walk As Talk” diye kendime sitem ediyorum. Aklım karışıyor. Aklımın kıvrımlarına giren bu sözler beni hemen oradan alıp pazarlamadaki “Filler ve Karıncalar” benzetmesine götürdü. O da beni bugün gazetenin bir köşesinde dikkatimi çeken Mustafa Balbay’ın şiirimsi satırlarının içinde benliğimi yitirtti. Uzunca bir süre dalgın, boş gözlerle etrafa bakar oldum. Bu gidişatı sevmedim. Bay Balbay şöyle yazmış, geçen sene 25 Mayısta:

Fili yenmiş bir karınca, ateş bacayı sarınca,

Fil güya ulaşılmaz bir noktaya varınca, etrafındaki herkesi kırınca,

Kendisinden güçlü hiç bir hayvan olmadığını sanınca.

Sonunda olan olmuş, küçük bir karınca koca bir filden daha güçlü olmuş.

Böyledir hayat… En güçlü olduğumuz an aynı zamanda en zayıf olduğumuz andır. 

Hiçbir güç mutlak değildir doğada. Herkesi dize getirdiğini sanan.

Çöker bir gün diz üstü koca bir fili durduran da. Bir karıncadır altı üstü.

Ülkem karışık; aklım karışık… Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.


Bu yazıma eklediğim görseller geçen sene kış günlerinde ve Antalya’nın güzelliklerinde yaşadığım ustalık yolculuğundan kesitlerdi; sonra biraz daha emek verip değiştirdim; güncelledim.  Bugün “P”lerin yeniden gündemime düşmesinin nedeni belki de “Pi’nin hayatı” filminden etkilenmiş oluşumdur; ya da oradaki “Pi” ile burada yer verdiğim “Herkesin P’si kendine” yaklaşımım içinde dört karede dört ardışık mesajı bir kez daha vurgulamak isteğimdir. İtiraf etmeliyim ki bu gel-gitlerle, bu sapmalarla ilgi alanım ve etki alanımdan sıyrılıp odak noktama aldıklarımla yaşamı basitleştirmeye çalışıyorum. Şimdi yazımın girişindeki öyküyü bitireyim:

…Erkek kardeşlerden ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çocukları vardı. Diğeri ise bekardı. Her mahsul mevsimi sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kazançlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekar kardeş kendi kendine: “Ürünümüzü ve kazancımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil. Ben yalnızım ve pek fazla ihtiyacım yok” dedi.

Bu düşünceyle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada, evli olan kardeş kendi kendine: “Ürünümüzü ve kazancımızı eşit olarak bölüşmemiz, hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman 0nlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok” diyordu.,

Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki kardeş uzun süre ne olup bittiğini uzun süre anlayamadılar; çünkü ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu.

Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin depolarına tahıl taşırken çarpışıverdiler.O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.İşte bu iyi niyetli davranışlarından dolayı Allah da onların kazançlarına bereket ihsan etti. “Halil İbrahim bereketi” sözü bu olaydan dolayı söylenir oldu…”

Daha önce de defalarca (ve nazar değmesin ekiyle birlikte) dile getirdim. Benzerini ve daha nicelerini biz COPCULAR’da görmek olanaklıdır. Doksanlı yılların başında şirketimden satın aldığım arabam önce sevgili Eray’daydı istanbul’da uzmanlığa başlayınca. Daha sonra Aslıhan’ın rahatsızlığı ortaya çıkınca hemen Bursa’daki Ümit’e gönderdi arabayı. Kerem okurken internet ortamında iş de yapıyordu ve o günlerde  güçlükle alınan laptopunu  doçentlik hazırlıklarında gerekli diye hemen Eray’a vermişti. Daha ne ister insan ! Binlerce şükür.

Nice yaşamı basitleştirme ve bereketli kılma gayretlerinizin aydınlık yollardaki keyifli serüvenlerle hedeflerinize gururla erişmenize yardımcı olması dileklerimle.

Öykücü