Yaşam Büfesinde “NEM Üçlüsü”

“… Sahipsiz toprakların kimsesiz bireyleriyiz…Quinn ameliyatta, Carrie üzgün ve hemşire soruyor “Size bekleme odasını göstereyim mi ?“. Carrie “İbadethane var mı, ne tarafta ?” diye soruyla yanıt veriyor. Ameliyat süresince Carrie orada (şapel mi demeli ?) dua ediyor…Arabistan buğdayları...Aç kapıyı bezirganbaşı…

Merhaba

Yazımın girişindeki üç renk tam anlamıyla saçma sapan bir şeyler. Ruhum da öyle…Ülkeme bakıyorum; hırsızların soysuzların arlanmazlıklarına bakıyorum ve Erzincan Hal Müdüründen yapma / çakma bb’ı bile özliyorum. Aziz Nesin’e hak verip padişahın eşeği gibi ağlamak geliyor içimden. Otorite tam anlamıyla Ali Kemal ve şürekası; Mustafa Kemal olması gerekenler de tam anlamıyla arazi…Yazımın girişindeki mavili cümleler Homeland dizisinden beni etkileyen enstantanelerden. İlk cümle dördüncü serinin 12 nci bölümünün 39 ncu dakikasındaki sözler ki tam da ülkemi ve beni anlatıyor bana. Sonraki mavili cümle beşinci serinin 12nci bölümünün 29 ncu dakikasından. İlk bakışta normal bir cümle ve yazımın burasında ne işi var ? Bu sorunun çok basit yanıtından önce kırmızı ve yeşil kopuk cümleleri açıklayayım. Bunlar benim çocukluğumun (ellili yılların ortalarında Soma yaşamı) sokak oyunları. O zamanlar düşünmezdim “Arabistan bir çöl; orada buğdayın ne işi var ?” diye ki aslında doğruymuş. Doksanlı yılların başlarında CINOS’un ikinci evresinde bölgesel satış sorumluluğundan hemen sonra “Pazar Geliştirme Müdürlüğüne” atandığımda global öneme sahip bir külleme ilacımızın ana pazarlarından birinin hedef ülkesi meğer S.Arabistan’mış. Uçaktan çekilen bir fotoğrafta center pivot yağmurlama sistemiye sulanan daire şeklinde ekilmiş yüzlerce dönümlük buğday ekili tek ve bütün tarlalar tam bir fotoğraf şenliğini anlatıyordu. Peki sizce Allah’ın çölünde hem de yağmurlama ile sulayacak suyu nereden buluyor ? Buğdayda yeşilli “Bezirgan başı”na gelelim (http://www.nedirnedemek.com/bezirganba %C5%9F%C4%B1-nedir-bezirganba%C5%9F%C4%B1-ne-demek). Önünü sonunu düşünmeyen, ağzının ayarı kaçık, gözleri kin dolu bir bezirganbaşının hoyratlığında ülkem operasyonlarla boğuşurken bekleme odası yerine Carrie’nin ibadethane arayışı beni ne kadar içtenliğe inandırıyorsa; imrendiriyorsa; dün neden ben de Torbalı’da aynısını yapmadım diye özeleştiri duyguları yaşıyorsam;  benzeri ülkemde, bir dizide, hastanede mescit arayan bir hasta yakını olarak gösterilseydi beni o derece rahatsız ederdi. Neden ? Çünkü Allah’la aldatmayı meslek edinen bezirganbaşıların açtıkları kapılar, yollar, köprülerle satılan vicdanlar, oturtulan kucaklar, oramıza buramıza konan bir şeyler, dinciler, dindarlar, kindarlar benim inancımı eritiyor. Beni kahrediyor; ruhumu yaralıyor. Nereye kadar ?

Ramazanın son günleri oldukça hareketli geçiyor. İki İzmir seferinde hastalığa çözüm, hastaya yardım arayışlarına destek olma gayretlerimiz vardı. Bana düşen görev (kendime çıkardığım vazife) kararlaştırılan programı sorgulamadan uygulamaktı. “Hastayı gerçekten dinlersen sana teşhis koymanda doğru ipuçlarını verir; işin kolaylaşır” diye okumuştum bir yerlerde. Buna benzer bir yaklaşımı da rahmetli R.Williams’ın “Patch Adam” isimli filminin bir sahnesinde anımsıyorum. Hayatta her şeyi yapan, mutluluğu yakalayamayan Adam sonuna kendi isteği ile akıl hastanesine yatar. Burada da sürekli gözlemcidir. Bir ara doktorun yanındayken çatlamış olan kağıt bardaktaki kahvenin sızdığını görür ve bir kâğıt parçasını koparıp çatlak yere yapıştırır. Bundan dolay adı “Patch” e çıkar (yama, yamalı). Bir de benden bir sınıf geride (ve aynı talebe derneğinde yer aldığımız) bir meslektaşım vardı. Yüzündeki şark yarasına rağmen yakışıklı, karizmatik bir erkekti (Allah selamet versin hâla da öyledir). O da firmacıydı (yabancı bir firmanın bölge müdürlüğünü yaptı). Şimdilerde kendi firması ile ruhsatlandırma amaçlı ilaç denemeleri yapan sektörün içinde saygın yerini koruyarak mesleğini sürdürüyor. Yolu açık olsun. Doksanlı yıllarda, satışın bölgesel sorumluluklarını üstlendiğimiz dönemlerde zaman zaman rekabetin öngördüğü çatışmalar içinde olsak da birbirimizi severdik. Yüzündeki yaradan dolayı ona “Yamalı İ…t” derdik ki bu yakıştırma bile onun sesindeki tenörlüğe daha bir güç katardı (tıpkı rahmetli Atıf Atilla’nın sesi gibi gürdü sesi). Nerden nereye geldi daha yazımın başlarında konu ? Bu noktada elimdeki kalem (klavye) iki farklı yöne doğru gitmeye hazırlanıyor. Birisi “Yama” ve “Şark Çıbanı” konusunda doğru/eğrinin birbirine karıştığı “5 Klor mu 6 Klor mu ? Ne fark eder ? Kırmızılaşan Değirmen Taşları” na giden yolda ahkam kesmek; diğeri de…

Biz yine gelelim bizim “Patch Adam”a… Akıl hastanesinde de pek durunamadı bizim Robin. “Ben” dedi “Hastaneden çıkıcam ve doktor olucam”. Karşısındaki doktor “Dokor benim” dedi. Adam “Sen doktor değilsin. Çünkü beni dinlemiyorsun” diye yanıt verdi. Anahtar sözcük “Dinlemek”. Gerçekten adam gibi dinlersen, empatik dinlersen, sinerjik dinlersen, etkili dinlersen işin (sorun çözmek, yardım etmek, yol göstermek, vb) yarısını becerdin demektir. Evet biz de (NEM Üçlüsü >) iki İzmir seferinde çok acılar çeken bir hastamıza pekçok açıdan yardımcı olmaya çalıştık. Umarım emekler işe yaramıştır (ya da yarayacaktır). “NEM Üçlüsü”ndeki hissedilen acıyı ve çırpınışlara bakınca yetmişli, seksenli yıllardaki benzer durumları anımsıyorum. Buna en yaygın kavram “deja vu” olsa gerek. Allah kimseye göstermesin “Sen evlat acısının ne olduğunu bilmezsin” diyerek tabanacayı ateşlemeden önce babasına sesleniyordu Kördüğüm’ün Feyza’sı geçen akşam. İşte yaşamın taa (tee) içinden yaklaşık kırk yıl öncesinin etrafında üç evlat acısı vardır kayınvalidemde. Üçü de kırk yaş çevresindediler. İlki bir trafik kazasıdır ve dünyalar güzeli Hayriye abla Ödemiş’e giderken minibüste torunu yolu görsün diye yerini değiştirip öne oturur ve Menderes yakınlarındaki trafik kazasında bir tek o vefat eder. Kader nasıl bir yazgıyı ona yazdırmıştır , bilinmez. Torunu Ziya bugün meslektaşım olarak Hollanda kültürlü eşiyle birlikte Antalya’da kendi işlerinin başında başarılı bir iş adamıdır. İkincisi bir “Esentepe” dramıdır ki kayın biraderim Kazım abi de kırklı yaşları yeni aşarken ceketini omzuna atmak için yaptığı hareketle merdiven boşluğuna düşüp vefat etmiştir. Aradan çok zaman geçmeden baldızım İkbal abla da kansere yenik düşmüştür. Oniki Eylülün öncül ve ardıllarını yaşadığımız sıkıntılı günlerdi. Oğlu gazeteci Bülent Tariş’in basın sözcüsüyken göz altına alınmıştır. Baskını yapıp “Merek etme abicim yarın serbest kalırsın” diye avutarak göz altına alan da çocukluk arkadaşım polis Şerafettin’dir. Hemen ertesi gün dışarı çıkarmak için çok uğraştıysa da ne yazık ki üç yıla yakın süre Buca, Selçuk ceza evlerini her pazar sabahı ziyaret etmek bizim rutin programımız olmuştur. Henüz kesin ceza kesilmeden tutukluluk durumunda çaresizliğin kıskacında kıvranan İkbal abla kanser olmuş ve hastalığa pek fazla direnememiştir. Çocukluk arkadaşım Şerafettin de polis olamayacak kadar hassas bir çocuktu ve o da kısa bir süre sonra kanser olup vefat etti. İşte kırk yıl öncesinin çevresinde, kırklı yaşlarının başlarında, üç kardeşle ard arda gelen üç evlat acısına katlanan kayınvalidem 1984 yılında bir günde ölüveren annemin vefatını öğrenip de zor yürüyen ayaklarla kuş gibi seyirtip gelmiştir Esentepe’den Zeytinlik’in yokuşundaki evimize ve çok geçmeden aynı yıl o da vefat etmiştir. Demem o ki kırk yıl önce ebeveynlerimizin son günleri ve çocuklarımızın ilk yıllarıyla daha çok acılarla şekillenen yaşam büfesinin önünde sırada kalmak pek öyle kolay değildi. Öldürmeyen her darbe bizi yüceltirken; yoldaki engeller gelişmemizi, değişip dönüşmemizi sağladı. Bugünlere binlerce şükür. Şimdi de ikigün önce NEM Üçlüsünden N’in ısrarlı, surekli, açık, net talepleriyle, E’nin mesleki ilişikileri ve kişisel özverileriyle ve M olarak da bana düşen sadece istenenlerin yapılmasını sağlama gayretleriyle Torbalı’da, Ayrancılar’da adını yeni duyduğum ve çok beğendiğim (yapı, sistem ve insan olarak) MEDİFEMA Hastanesinde kritik bir operasyonu aştık. Acılar dindi mi ? Operasyon sonrası neler, nasıl gelişecek, bilmiyorum. Prof. Müftüoğlu’nun benzetmesini anımsıyorum: Elinizde iki zar var ve düşeş (altı altı) atarsanız öleceksiniz. Zaten iki zardan biri Allah şeş (altı) atmış sizin için (genetik mirasınız) size düşen diğer zarın şeş olmasını önleme gayretidir ki heyhat…Ciğerlerin ancak %30 u çalışırken Khoa alıp başını giderken onca acıyı çeken hasta henüz narkozun etkisi geçmeden, acıları (ağrılar) hissetmezken hemen  hastaneden çıkıp da bir sigara yaksam sevdası çektiği tüm acılara rağmen sürüyorsa elden ne gelir ?

Elden ne mi gelir ? Yine yazımın başındaki “Yamalı”lık durumu ve “Şark Çıbanı” na gelmek istiyor ruhum. Amacı da kırk yıl önce cıvalı tohum ilaçları yasaklanınca devreye giren “Beş Klorlu Azotlu Benzen” yapısındaki ilaçlarda oynanan komediye değinip “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” deyişine geçebilmektir. Ancak bunu bir başka bahara bırakıp İkbal ablada yaşadığımız 1968 Anadol ile İstanbul yollarını düştüğümüz (son yolculuk) acıların çaresizliğine bir kez daha duçar (mecbur ve mahkum kalmadan) olmadan inşallah bu kez acıları daha kolay aşarız (Deja vu Korkularımız). Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler. Yolunuz hep açık ve aydınlık olsun.

Öykücü