Yaşam Büfesinde “Patlayan Lastik”

“… Dört tane üniversite öğrencisi uyanamadıkları için matematik finaline geç kaldılar ve okula gidince hocaya arabalarının lastiğinin patladığını söylediler. Hoca önce inanmadı, ama öğrencilerin yalvarmalarına dayanamayarak onlara üç gün sonra sınav yapacağını söyledi. Sınav günü gelince hoca, dört öğrencinin her birini boş bir anfinin ayrı köşelerine oturttu.Sınav geçme sistemini açıkladı. “100 üzerinden 50 puan alan herkes sınavı geçebilir“. dedi. Hocanın hazırladığı sınavda ise ön sayfada 10 ar puanlık 4 tane basit matematik sorusu vardı. Bunları kolayca çözdüler. Arka sayfada ise 60 puanlık tek bir soru vardı: “Patlayan lastik hangisiydi ?”…”

Merhaba

Bu kez kısa öykünün tamamını girişte verdim. Sizi yazının devamına doğru yönledirmede zorlayıcı olmak istemedim. Mart ayı geldi. İzmir için bile ayın karakteristiklerini yaşıyoruz. Gerçi bizim gibi Karşıyaka/Mavişehir konforunda yaşayanlar için “kapıdan bakmak, kazma kürek yakmak” gibi bir seçenek nostalji olsun için bile söz konusu değilken, ülkemin özellikle iç ve doğusu için böyle yaklaşmak bana biraz ayıp gibi geliyor. Özür diliyorum. Bostanlı sahilindeki sabah yürüyüşünde bu yazımın çerçevesini ve ana mesajını oluşturmaya çalışırken soğuklar, Soma’da zeytin toplarken çatlayan çocuk ellerim; ev yapımı gliserinle çözüm gayretleri gözümün önünden hızla geçti. Kavramlar karıştı aklımda; aynı zamana indirgemeye çalıştığım geri dönüşlerde yer ve mekanlar yer değiştirdi ruhumda. Sonrlarda adını “Bermuda” koyup da bana beğendirmeye çalıştıkları ve o çağda nefret ettiğim kısa mı uzun mu bilemediğim pantolonumu anımsadım; kara kuru köy çocuğu görüntüsüyle ellili yılların başlarında ebeveynlerimle çıktığım Bursa yolculuğu fotoğrafı geldi gözümün önüne… Tütün tarlaları, Akpınar Zeytinliği, Köfteci Fahrettin, Sakız Bakkaliyesi, Bakkal Teyze olan annem, YSE geceleri,  hepsi hızla geçerken yaşam büfesinde sıraya geçmenin ne denli sivri köşe taşları olduğunu gördüm yaşamımda. Kırk iki yıl önce Sam’in Kanada yolculuğunda kendi gözünden olan zorluklar acaba bugün benim için ebeveyn olmanın gözünde doğuya açılan kapıdan geçecek olan C3 için nasıl bir serüven olacak ?

Mart ayının süren soğuklarına bakıp da özellikle İç Anadoluda söylenen “Kork aprilin beşinden öküzü ayırır eşinden” sözündeki aprilin bizim bildiğimiz İngilizce’deki “April/Nisan” ile tıpa tıp benzerliğine şaşıp “Vay canına onlar bile benden iyi İnglizce biliyorlarmış” demekten kendimi alamadım. Geçen gün sevgili Sam (ya da Muhsin ve Ahmet’in de gönülleri olsun diye “Şükrü” olsun) in “bana doğruları gösterme” gayretine müteşekkir kalırken “Willingness” sözcüğünü “istemek” sığlığından kurtarıp içine “niyet” ekleyerek zenginleştirme açıklamaları bana çok güzel geliyor özellikle “öğrenmenin yaşı, yeri ve zamanı yok” diye bir başka mutlu olurken.

Yarın 4 Mart ve benim için, bizim için farklı bir gün olacak. Bundan sonraki yazımda inşallah bu farkın anlamını yansıtacağım ve hepimizin başlangıç responslarından etkilenen algılarımı paylaşacağım. Ayda bir bu konuya bir yazımı ayırmak istiyorum. Bu ayın yazısına başlık olarak da “Yaşam Büfesinde PAK Ü MAR” koymak istiyorum. İlk bakışta aradaki “Ü” bizden birini doğruca çağrıştırmakta ise de Lise Edebiyat dersinden, Divan Şiirinde anımsadığı aradaki “Ü” nün “ve” bağlacı olduğudur. Tıpkı yayınlarımızda literatür bildirişi yaparken üçten fazla araştırıcının ortak isimle yayınladıkları çalışmaları kaynak olarak gösterirken yaptığımız “Saydam et al” daki “et” gibi bir “ve” bağlacı olarak vermeye çalışacağım aradaki “Ü” yü.

Nereden çıkarıyorum böylesi uyduruk kavramları ?

diye soracak olursanız önce derin bir iç çekerim. Ardından da “Biliyor musunuz, bir zamanlar, tam yirmibeş yıl önce, Adana’da bir atölye çalışması başlatmıştık ‘ Konusu da mesleğimizin özel bir bölümünü kapsayan ve sevgili Alev’in öncülük ettiği “herbigation” idi...” dersem hemen spesifik bir konuya dalacağımı düşünüp sabırsızlık etmeyin. Sakın bir de öpmeyim senin “herbigation”ını falan demeyin. Bana birazcık şans verin. O zamanlar ben bir garip teknik danışmandım. Pratik olmanın zorunluğunda, teorinin keskin kenarlarını törpülemeye çalışıp uygulanabilirlik sağlama gayretindeydim. Bölgesel bazda her şey yolundaydı. Böylece çiftçi koşullarında yönetilmesi oldukça zor olan bir ilaçlı savaşıma “ihtiyaçla örtüşen ölçülebilir, gerçekçi” bir çözüm sunuyorduk. Emek ve ustalık isteyen bir işti. Riski yönetmek gerekiyordu. Değişken koşullara uyumu sağlamak, tarlaya özel davranabilmek gerekiyordu. Manisa’da Bay Koca’nın tarlasında başlayan ustalık serüveni başarılı sonuçlarla, satışa, gelire, bütçe başarısına yansıyan değerler yaratıyordu. Bunca emek boşa gitmiyordu. Bakanlığı bile ikna etmiştik. Ancak o toplantıda Pazarlamanın başı olan rahmetli SHG aynen şöyle demişti “Böylesine uyduruk bir metodla...”  Şoke olmuştum. Mum dibine ışık veremiyordu. Henüz taze özel sektörlüydüm. Kanım kaynıyordu. Takdir beklerken bu eleştiri canımı yakmıştı. Şöyle bir baktığımda böylesine uyduruk bir yönteme dayalı olarak bütçesini aşan satışlara ulaşan, uygulamada yakın desteklerle başarısını maksimize edebilen ve pastanın paylaşımında mutlu olan rahmetli SHB yükü bize yükleyip üstüne üstlük bir de onca emeği küçümsüyordu. O gün bugündür sebep sonuç ilişkisinde samimi olmayan yüzüne gülen gözlerden kaçırırım gözlerimi; bu etki bulaşmasın diye. Her neyse yirmibeş yıl sonra da MAS derken, aman ha GAT a dikkat derken; Sayın İzgören’in TOMBUL’unu ilk kez Dr.Kern’den duyduğum SMART’la buluştururken, RAW mı olsun yoksa RAF daha iyi mi diye düşünürken, taaa Florida’dan destek veren Sam’i yadırgayan “Ağa”lara bugün aklım takılırken hep bu uydurduğum kavramlara bakıyorum ve…

Yirmi yıl önce kim, neden bana dönüp de “kavram üret arkadaş” demişti ?

Şirketlerin ayakta kalmak, hayatta kalmak adına rekabet edebilmek, kârlılıklarını korumak ve itibarlarını geliştirmek ilk adımlarını salimen aştıkları anda gündeme büyümek, gelişmek, değişmek ve asıl önemlisi dönüşmek konuları düşüverir. Aslında hep gündemde olan bu oluşumlar, “”hızlı kazanımlar/quick wins” i “mühim” kılan kısa dönemli baskıların çerçevesinde sıkışıp kalmışlar; gözden ırak düşmüşlerdir. Şimdi yazdığım bu cümle beni bugün okuduğum gazetenin köşesindeki küçücük bir ifadeye götürdü. Bak sen şu Allah’ın işine nereden nereye nasıl bir bağlantı çıkıverdi yazımın sözcüklerinden. Behzat Ç. i dün gece de sonuna kadar izleyemedim; uykum geldi. Okudum ki son sekiz bölümünü yaşıyormuş ve ondan sonra tarih olacakmış. Yaratanlar, sonlandırırken çok fazla sıkıntı çekmiyorlar. Çünkü sıradanlığın baskısı altındaki dar çerçevede boyayı sana verilen sınırların dışına taşırma özgürlüğün yok benzeri bir şeyler okumuştum da hoşuma gitmişti. İşte dönem dönem hoşuma giden yazılardan yaptığım seçmeler beni bir çerçevenin içinde oynatıyor. Doksanlı yılların ortalarında görev alanımda değişiklik olunca yeni işlere uygun okumalara başladım. Bir yanda Dr.Blanchard‘ın “bir dakika yöneticisi/one minute manager” serisi bir yanda da “şapka”, ayakkabı” serisine giden yolun ilk rehberi olan Bay Bono‘nun “Sur/petition: Rekabet üstü” kitabıydı elimden düşmeyen. Bunun için “by-pass” ve “tahrik” yöntemlerini sevmiş ve uygulamada test edip benimsemiştim. Aynı anda “twix”in yaratılma nedeninin “iki yarım günah“ın bir tam günah etmediği yaklaşımıydı. Israr ediyordu Bay Bono ve açık, net bastırıyordu “kurumlarınızda kavram üretme merkezi” kurun diye. Etkiyi ve akılda kalıcılığı artırmak,, anımsa ve ölçülebilir uygulamayı sağlamak içindi bu öneriler. Ben kişisel olarak sevmiştim. Önce yirmibeş yıllık dostum SSTC nin orijinal açılımını Türkçe anlamıyla zenginleştirmiştim. Sevgili Temizel’in isim babalığının hakkını da vererek “Soru Sorarak Tabiiki Canım” ı yaymaya başladım. Ardından “Selling Skills by Trained Competence/Eğitilmiş Yetkinlikle Satış Becerileri“nin yolunu yapmaya başladım. sadece işte değil, yakın çevreme baktım, aileme baktım ve bugün Medikal Park’ta yarını bekleyen sevgili Tekin ve diğerlerine önce ABİDE (Aslıhan/Barış/İrem/Duru/Eren) nin beş torunum olduğunu Casa De Maris filmiyle anlattım. Daha ne ister insan ! İşte bu ortamda vize yetişirse yarın uzun soluklu bir iş serüveninin ilk ciddi adımlarını atacak olan oğluma aylık yinelenecek  kavramlarla moral vermeye çalışacağım.

Hangimiz daha çok korktuk ve korkuyoruz ?

diye sordum Barış’a birkaç yıl önce bir akşam üzeri Bursa’da TED Kolejinden almaya gittiğimin korkularını yaşarken. “Bu akşam üzeri ben alayım Barış’ı okuldan” dedim aileme. Geçit’teki CINOS”a uzak değildi okul. Akşam üzeri hava kararmaya başlamıştı. Zil çaldı. Sınıflar boşaldı. Servislere giden yolun üst başında, merdivenlerin en üstünde durdum. Kartal gibi herkesi gözlüyordum. Servis şoförüne söylemiştim “Barış’ı ben alacağım siz beklemeyin” diye. Sıkıntılı bir çeyrek saat geçti. Herkes gitti. Bir ben kaldım ortada Barış’sız. Nasıl paniklediğimi görmelisiniz. Göz göre göre okulun çıkışında kaybettim Barış’ı. Şimdi buraya “Aman Allah’ım” diye yazmalıyım; yoksa “Oh my God!” diye yazarsam “Sam’laşan Şükrü” yazılarına gidecek yine aklım. Bunları araya sıkıştırıyorum ki “68liler Grubu” elektronik postalarıma eklediğim blog yazılarımı bakalım birileri okuyup da bana “geribildirim” verecek mi ? Her neyse ! Biz gelelim yine o akşam üzerine. Panikledim. Servis şoförünü telefonla aradım. Onlar da görmemişler; almamışlar. Okula girdim; salonları, sınıfları aradım, yönetime çıktım. Barış yok, yok… Çıldırmak işten değil. Çaresiz bir şekilde arabamın yanına geldiğimde Barış orada sakin, hüzünlü, pek ağlamaklı değil gibi ama buruk bir yüzle beni bekliyordu. Şoke olmuştum; ilk anda sevinemedim bile. Biraz durulunda önce içimden kendime, daha sonra da yüksek sesle Barış’a sordum “Sence hangimiz daha çok korktuk Barış ?” Bugün hâla ürperirim o anları düşünürken.

Eveet. Neden konular birbirine girdi; neden PAK Ü MAR derken korkularıma geçtim ?

Yıllar sonra, biz (MNC) yetmişe doğru yaklaşırken, ömür gölünün karşı kıyısına kulaç atarken, yaşam büfesinde sıraya girme ve sırada kalma yarışında iddialarımızın gücü tükenirken kim daha çok korkuyor acep ? Giden mi, kalan mı ? Bilinmezlerde yeni bir kariyer yolculuğunun heyecanları içinde görev, kültür, dil çatışmalarını aşan mı, nasıl aşıyor acep diye elini uzatıp tutamayanlar mı ? Duaların gücüne inanan bizlerin burada sığınacak pek çok limanı var ve yine inanıyoruz ki niyetin safiyeti içinde mutlaka güzel günler olacaktır. Duamın yeni eklentisini (upgrade/update) yinelemek istiyorum “… Allah’ım bizi başladığı işleri keyfile başaranlardan; hedefine gururla ulaşanlardan eyle…” diyorum.

Bekleyenlerin ve beklenenlerin yollarının hep aydınlık olması dileklerimle.

Öykücü