Yaşam Büfesinde “Mesafe”

“… “Algı” denilince, üzerine kitap yazılabilecek bir derinlik görülebilir. Esasen “algı” belirleyendir. Algıyı yöneten pazarlamanın önemli bir adımını tamamlamış sayılabilir… Endenozya insan merkezli yaklaşım ile maneviyat karakterinin meydan okumalarıyla başa çıkabilmiş bir ülkedir... Karanlık koridorda koşarken gülümsemiş. Kendisi henüz farkında değilmiş, ama ruhunu besleyen bir şeyi keşfetmiş aslında. Artık bazı şeyleri oluruna bırakıyor, ne olduğunu bilmese bile kendisini bekleyen şeylere güveniyormuş… Gerçek benliğin uyanışı sadece karanlıkta görülebilir demişti baykuş. Ping gözlerini yumup karanlığa daldı. Sadece ruhunun değil, kalbinin de bu arayışa ihtiyacı vardı. Öğrenci, öğrendiklerinin altından kalkabilen kişidir… Şef Penguen Profesörün eseri olan sunuma tekrar göz geçirdi. Aslında çok güzel yapılmıştı ama koloninin mesajı anlamasını sağlamanın çok zor olacağını aklından çıkaramıyordu. Endişeli, aklı başka yerde, şüpheci, geleneklere bağlı veya hayal gücü olmayan yaratıcılıktan uzak kuşlarla nasıl konuşurdunuz ?…”

Merhaba

Dün Çeşme’de yazamadım. Özel konuklarım vardı. Konuklarımın ilişkilerini güçlendirmelerine katkımız olsun istemiştik. Zenginleştirilmiş ve özgün kılınmış bir sofranın etrafındaydık. Onun hazırlıkları zamanımızı almış; huzurlu yorgunlukların sessiz sohbetinde yazıya vakit kalmamıştı. Düne düşünce düzeyinde de hazır olmaya çalışırken olur ya, DANS etmek gerekebilir diye senaryolar da aklımı dolduruyordu. Güzel bir gündü. Adına limonluk dediğim hareketli camlarla kaplı bölmenin içinde hem hava hem de ambians sıcaktı. Demir ve İrem’le çatı keyfine de zaman kalmıştı. Bir kalem demeti 2-5 yaş aralığına bu kadar mı haz verebilirdi ! O güzellikleri görüp şükrüm bir kat daha arttı Hürriyet’in pazar ekindeki sevgili Ayşe Arman‘ın özel konuğu ile yaptığı sağlık odaklı hüzünlü sohbeti okurken ruhum burulsa da… Altı ay kadar önce hocama yıllık toplantımız için çağrıda bulunmuştum. Basında gördüğüm fotoğraflardaki görüntüden ürksem de böylesi ciddi bir sağlık sorununu ona konduramıyordum. Birkaç sene önce İtalya yollarındaki ekstra turlara çıkarken elimde “Tazesi Makbuldür” vardı. Ondan birkaç sene önce de kırmızı tulumları sahnede giydirirken sunumlarımı “Mor İneğin Akıllısı” şekillendiriyordu. İkisi arasındaki bir zaman dilimine de “İnovasyon” konulu İstanbul konferansına Bursa’dan uzanıverişim sıkıştırılmıştı. Arabamda hâlâ bitiremediğim “Bana Bi Akıl Ver Hocam !” kitabı duruyor sayfalarını karalamaktan usanmadığım. Allah şifalar versin.

Yazım hafta sonunda olmayınca ve Pazartesi günleri haftayı şekillendirecek gündemle dolu olunca bu kez yazımın girişini dört farklı kaynaktan alıntılardan oluşturdum. Mavili ilk kısım Capital’in Nisan 2011 sayısının ekindeki bir kitapçıktan alıntı. Bu ödünç almaya neden olan “algı” sözcüğü oldu. “Algı” sözcüğünü çok severim. Vaziyeti kurtarmanın kolay yollarından biridir. “Algı”yla ilk resmi temasımda onbeş yıl kadar önce SSTC öğrenme yolculuklarımı zenginleştirirken Dr.Hardmeyer‘in “Liderlik ve Performans Yönetimi” odaklı toplantılarındaki bir İngilizce tümcesiyle olmuştur. Aynen şöyle dediğini anımsıyorum : “Perception is an individually interpretation of reality / Algılama gerçeğin bireysel yorumudur”. “Gerçek ve Doğru” ayrırdına dikkat çektikten sonra, “Bireysellik ve Yorum” ile söylemek istediklerinin sınırlarını kendin çizmen daha kolay oluyor. Bir bakıma daha baştan “Rubigon’u Aştığı“nın bilincinde olarak atağa kalkıyorsun. Yazımın girişindeki mavili ilk kısmında iki kişinin sözleri var. İlk koyu mavili kısım kitabı Türkçe’ye kazandıran Sinpaş Grubun Başkanı Sayın Avni Çelik’e ait. Devamındaki açık mavili kısımsa kitaba önsöz yazan Endenozya Cumhurbaşkanı S.B.Yudhoyono‘ya ait. “Maneviyat karakterinin meydan okuması” güzel bir ifade.

“Algı” neden aklıma bu denli takıldı ?

Açıklayayım. Geçen hafta Çarşamba günü EgePark D&R’da rafları karıştırıyorum. Algıyı yönetmekten söz eden yaşı yaşıma uygun, ama İsviçre’de şekillenen Alman kültürü ve İstanbul iş yaşamıyla çerçevesi farklı bir uzman yeni bir kitap yazmış. Rafın önünde hareketsiz bir saati aşkın durup kitabı baştan sona hızla okudum. Algıda seçicilikle beynim aradıklarını buldu. Satın almaya karar verirken ilk sayfalardaki yasal uyarının dozundan etkilendim. Sevmedim. Çünkü satın aldıklarımdan veya edindiklerimden yazılarıma ödünç alıntılar yapma gibi bir alışkanlığım var. Ancak bu kez öylesine dozu yüksek bir uyarı algıladım ki korktum. Başım derde girer diye korktum. Sonra kitaba şöyle bir alıcı gözüyle bakınca bu denli sert uyarıyı gerektirecek öyle ahım şahım bir orijinallik de göremedim. Bildiğimiz Prof.Kotler‘in 5P’siyle ile hedefi tanımlayan 3C nin kombinezonlarını yine artık anonim olmuş çerçevelerle açıklayan sayfalara konulan sınırlandırmayı algılamakta güçlük çektim. Kitabın yapısında “öyküler anlatma“nın ağırlıklı olduğu açıkça görülüyordu. Yaş altmışı geçince, başarı şan ve parayı getirince kişisel hatalardan söz etmek hatalardan öğrenmeyi paylaşmak kolaylaşıyordu. Çünkü hataların da zaman aşımı vardı. Ya da yiv-set kalmayınca kendini örneklemek zor gelmiyordu. İçine baktığımda altı yıl önce “Mükemmeli Arayış Sempozyumu (MAS)” da tanıştığım bir diğer paylaşma fakiri uzmanla işbirliklerinin örneklerini de gördüm. Yadırgamadım. O sempozyumdan sonra Oyak-Renault Genel Müdürü Sayın İ. Aybar ve Avrupa’lı kalite uzmanı Dr.Carlos sunumlarının tümünü ekleriyle birlikte talebim üzerine benimle hemen paylaşırlarken o itibar uzmanının da talebime sessiz kalışını unutamamam. İşte o kitabın başındaki “alıntı yaprsan ellerini kırarım” benzeri uyarının irrite edici etkisiyle, “Hacker Etiği“nin bile sosyal paylaşıma katkılarından bihaber algı ustasıyla itibar uzmanının (ASKgiller) yaklaşımı beni yazımın başındaki mavili kısımdaki “algı“lı bölüme götürdü. Prof.Kotler‘in Bay Hermewan ve Iwan’la iki yıllık çalışma sonucunda 2005 yılında ASEAN Zirvesi‘nde sundukları taslak metinden esinlenen kitapları 2010 yılında yayımlanmıştı. Hem de hiçbir kısıtlama koymadan. Ondan sonra bizim yerliler diyorlar ki “yok abicim onu bırak sen bize bak“. Ne diyeyim ?

Peki yazımın başlığındaki “mesafe” ne alaka ?

Açıklamaya çalışayım. Pekçok anlam içinden seçmeye çalışan aklım karışık. Düz ve sade anlamıyla mekanda ve zeminde aradaki uzaklık gibi birşey demek istediğim ya da burada demek istemediğim. Aslında demek istediğim tam olarak “mesafe“yi ikiye bölmek. Farklı bir anlam çıkarmak. Değişik algıların oluşmasına neden olmak. Örneğin “me safe” gibi yazmak. Özümü korumaya çalışmak. Bunu yaparken de yukarıda sözünü ettiğim ölçülerde bencil olmamaya gayret etmek. Hoşgörü ölçütlerini geliştirirken dikkatli olabilmek. Hiç beklenmedik andaki “alınganlık“lara hazır olabilmek. Etki ile tepki arasındaki boşluğu iyi değerlendirebilmek. Bu özgürlük alanındaki “mesafe“lerle “me safe“leri dengeleyebilmek. “Behzat Ç.”nin düdük çalan kısımlarındaki kulak çınlamalarından sakınabilmek. Yazımın girişindeki diğer üç alıntıya baktığımda önceleri “Yaşam Büfesinde Hayvan Hikayeleri” diye bir başlık atmak istemiştim. Neden mi ?

Yaşam Büfesinde Hayvan Hikayeleri” ne demek ?

Ellili yıllarda ilk okul birinci sınıfta okumayı çözüp Alfabe’nin son sayfasına geldiğimizde “Karga ile Tilki“nin öyküsünü okurduk. Sanırım Ezop‘tan alınmıştır. Şimdilerde de var mıdır; olmasa da öğretmenler bir biçimde yeni nesilllere bu şiirsel güzelliği aktarıyorlar mı bilmiyorum. Ancak ben torunum İrem’le geçen sene oyunlarımıza bu öykünün şarkı gibi söylenişiyle başlıyorduk. Daha sonraları La Fonten‘le tanıştık “Karınca ile Ağustos böceği” öyküsünde. Adına “fabl” denen bu öykülerle öğrenme son zamanlarda iş kitaplarında da moda oldu. Ne kadar günün akıntılarıyla oluştu; ne kadar özel amaçlı seçmelerle karar kılındı ve ne kadar küresel dinamiklerle ortak akıl eseri oldu bilmiyorum ama dört yıl önce CINOSluluğumun son günlerinde üç hayvan hikayesi kitabı hem aramıza “mesafe” koydu hem de beni “me safe” kıldı.

Girişteki kırmızılı kısmı açıklayayım. Soğuk bir Şubat günüydü. Masamda bir kitap gördüm. “Peynirimi Kim Kaptı ?” diye soruyordu Dr.Spencer. Bu doktora yabancı değildim. Doksanlı yılların ortalarında, CINOSun ilk aşamasında orta düzey yönetici olduğumda Dr.K.Blanchard‘la birlikte yazdıkları bir dizi liderlik kitabı elimdeydi; bugün de çatımda. Sadece bana ters geleni; Jim Amcanın “Good to Great“ından sonra bu seçim bana çok hafif gelmişti. Mesajı algılamakta güçlük çekmiştim. Her satırını özenle okudum. Steinbeck‘in “Fareler ve İnsanlar” kitabının sadece adının etkisiyle bu küçük cep kitapçığının Mırın ve Kırın‘ını anlamakta pek becerili olmamıştım. “Algı Ustası“nın son kitabında yaptığı gibi bugün “hata etmişiz” demek kolay geliyor bana. Ancak o vakitler kitabı diğer üst düzey müdürlerin de masalarında görünce merak edip bu kitap seçimini kim yapmış diye öğrenmeye çalışmıştım. Daha sonraları bana yazılmış B.Shaw’dan alıntı sözdeki “… bense hayal ederim “neden olmasın” diye…” mealindeki ifadeyle bize bir vizyonu olduğunu anlatamaya çalışmasına karşılık haksızlık ettiğimizi şimdi kabul ediyorum. Demek ki algı böyle bir şeymiş.

Havalar ısınmıştı. Yazımın girişindeki yeşil kısıma geçiyoruz. Bu kez üst ve ortalar Çanakkale’de toplanmıştık. Ustalık yolculuğuna çıkmıştık. Janet ve Zeynep uygulamalı öykülerle kolaylaştıcı koçluk adına ilk adımları atmamıza yardımcı oldular. Temmuzun son günlerinde dördüncü günün sonunda armağan olarak verdikleri kitap da bir hayvan hikayesiydi. Bay Gold’un tarzıyla yeni bir göl arayan kurbağanın öyküsü de tıpkı çalınan peynir gibi yeni zorunlu arayışlarla ilgiliydi. İki hanımın imzaları ile yazılan mesaj da “ilham al, ateşi yak” idi. O yılın sonunda çerçeve çalışmalarının üçüncüsünü yapabilmiş olsaydık eğer konumuz da, kolaylaştırıcı koçlukta yola düzülmüş olan CINOSlu liderlerden “ilham vermek” üzerine olacaktı. Nasip değilmiş !

Aradan bir sene daha geçmişti. Girişin son morlu kısmına geldim. Ben CINOSta inkitaları oynuyordum. Mart ayının son günlerinde aklım Çeşme’ye takılı kalsa da Nice-Monaco yollarındayken elimdeki kitapçık da bu kez penguenler üzerineydi. Harvard’Profesör Kotler‘in Bay Holger’le birlikte kaleme aldığı kitaba bu kez Dr.Spencer önsöz yazmıştı. Bu dünya “al gülüm ver gülüm dünyası”. Penguenlere baktım ve onların “insan, şirket, topluluk, sukunet, izole, gelenek, tutucu ve basitlik” kavramlarını simgelediklerini anladım. “Buzdağı”nın da “21nci yüzyıl, gelecek, küresel ısınma, büyüklük, görünen-görünmeyen, sadelik ve korku” yu anlattığını gördüm. İçinde bulunduğum durumla özdeşleştirdim. Yurda dönünce önerdim. Karar verici bir set satın aldı. Bir hafta sonra üst düzeylerin sehpalarındaydı. Okudular mı ? Sanmıyorum. Okuyanlar ne anladılar acep ? Bilmiyorum. Algıları nasıl şekillendi acaba ? Allah bilir !

Nol’cek şimdi ?

CINOSu tamamlarken, tüm SSTC dökümanlarımı derledim. Gönüllü yardımcı eğitmenler aradım. Dört tane buldum. Afyon ve Çanakkale’deki son iki öğrenme yolculuğu öncesinde hem sunum becerilerini geliştirsinler ve hem de SSTC i kendi stilleri içinde özgünleştirip zenginleştirsinler diye bu üç kitapçıktan satın aldım ve herbirine armağan ettim. Bir ay sonra “ne anladıklarını ve SSTC ile nasıl bir bağıntı kurduklarını” sunmalarını istedim. Mükemmel birer sunum yaptılar. Sonra neler oldu ? Sonraki adımlar için bu çabalar ruhlarından içeri girdi mi ? bilmiyorum.

Bildiğim ve görebildiğim o ki; 1998 de Nevşehir‘de SSTC yolculuğumu S.Covey’in “Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı“ndaki “karşılıklı bağımlılık” prensibiyle bütünleştirmiştim. Bu ay da Prof.Kotler ve arkadaşlarının yazımın girişinde mavilerle sözünü ettiğim “Pazarlama 3.0” ve “İnsan ruhuna geçiş: 3İ Modeli” bölümünde de aynı kitapta sözü edilen bütünsel insanın dört bileşenini anlatıyorlar: Beden, Beyin, Kalp ve Ruh. Demek ki insan, bütünleşik olabilmek için dört temel yapı taşı arasındaki mesafeleri ayarlayarak “me safe” olabilecek. Bunun için de kendisi için yazdığı ve anlatmaya heves ettiği öyküsüne bakmalı öncelikle. Öykülerle öğrenmeli; öykülerle öğretmeli; özetle öykülerle pazarlama becerilerini geliştirmeli. Ben de buna bir kavram uydurayım istedim ve “Marketing by Storing Around (MaSA)” dedim. Ben yaptım oldu ! McKee ne diye gelmişti ülkeme birkaç yıl önce.

“İnsanları etkileyen hikayeler” bölümünde neler yazmış Prof. Kotler ?

Birkaç yıl önce Çeşme-çatıda oturmuştum. Basındaki ilanlara bakıyordum. Bay McKee gelmiş ülkeme. İstanbul’daki büyük salona çağırmış iş aleminin ileri gelen öğrenme heveslilerini. Kişi başına da beşyüz dolara yakın para istemiş. Amacı hikaye anlatarak öğrenme yolculuğuna çıkarmak. Güzel işti. Ben de o sıradaki kurumsal çerçeve çalışmalarımızın küresel boyutta yirmibini aşkın çalışanımıza ulaştırmaya çalışan usta uzmanlarımızın “tell us your story/bize öykünü anlat” çağrısını yerelleştirmeye ve zenginleştirmeye takılmıştım. Bu çağrıyı yapanlar “etkili öykü anlatma teknikleri“ni de veriyorlardı motive edip katılımı artırmak için. Komite toplantısında sitem eden bir üst düzey yöneticiye yanıtım da şikayet etme bir mum yak benzeri yaklaşımla dört öğretici öykü göndermiştik yurtdışına. Birine S2S (Seed to Soil/Tohumdan toprağa) demiştik. Diğerine de “alet kapınızın önünde” diyorduk. Çevrem gülüp geçse de bizde de E.D.Bono‘nun “Surpetition/Rekabetüstü” kitabında sözünü ettiği gibi bir “kavram üretme merkezi” yaklaşımı yaratmaya çalışıyordum. Gelelim bay McKee‘ye. Bakın Prof.Kotler, 2010 yılında küresel yaşanmışlıklarla “Pazarlama 3.0″ kitabının yetmişikinci sayfasına neler yazmış:

“…Ünlü senaryo yazarı Robert McKee insanları birşeye inandırmanın iki yolu olduğunu düşünüyor. İlki, fikirlerinizi bir dizi olgu ve rakam üzerine inşa etmek ve insanları düşünsel kanıtlarla meşgul etmek. İkincisi ise fikirler etrafında etkileyici hikayeler yazmak ve insanları duygularla meşgul etmek. Steve Jobs daima ikinci yoluı tutar. Aslına bakarsanız biz Jobs’ı tarihin en iyi hikaye anlatıcılarından biri olarak görüyoruz. Jobs her zaman bir hikaye anlatarak başlar. Hikayenin ardından olgular üzerinde konuşur… Yatay dünyada bir markanın etrafında dönen hikayenin büyük kısmı kollektif aklın ürünüdür. Birinden diğerine aktarılırken hikayeler sürekli yeniden kaleme alınır. Şirketler pazarda sürekli dolanıp duran hikayenin son halini tam olarak bilmeleri mümkün değildir. Bu yüzden daha baştan sahici hikayeler anlatmak en iyisidir…”

İlginç ! Yazıma Prof.Kırım‘la başladım ve Prof.Kotler‘den Bay Jobs‘a değinerek bitiriyorum. Her ikisinin de bugün ortak olan yanı çok ciddi birer benzer hastalıkla savaşıyor olmaları. Her ikisine de şifalar diliyorum ve yaşam büfesindeki öğretici ve paylaşımcı öykülerin nice sağlık ve esenlik müjdeleriyle dolu olmasını ve öykülerin “me safe” li hep aydınlık yollarda yazılması dileklerimi sunuyorum.

Öykücü