Yaşam Büfesinde “Başparmak Mucizesi”

“…Dün gece muhteşem ziyafetten dönerken Eren yeni raketini gösterdiğinde birden 50 yıl önce İzmir Atatürk Lisesi’ne gittim. Ardından biraz silkinip 40 yıl öncesinde Enstitüde buldum kendimi. İlkinde raket bileğimle dik açı yapardı (ters açı değil).Başparmağım raketin arkasında, bana dönük yüzünde dururdu. Sola gelen toplarda SWOT umun “W” si açıkca görünürdü. Sağa gelen toplara çakardım ve çakarken de kısa boyum yetmiyor diye havalara zıplardım (bazen de masaya dayanarak). Enstitüye geldiğimde raket bu kez elime paralel duruyordu ve başparmağım bu kez raketin üst yüzündeydi. Her seferinde finale çıkıyordum ve bir kez de Öğüten’le birlikte çiftlerde şampiyon olmuştuk. Novarstis sürecine girdiğimiz oniki sene önce de finale kadar yükselmiştim ki araya ne olduğunu anlayamadan by-pass giriverince masa tenisine veda ettim…”

Merhaba

Dün bir yaz sabahının sıcaklığında adada yürüyüşü yaptıktan sonra İzmir’e gittik. Biraz daha döviz aldım. Kabuksuz çerezleri de vakumlattım. Nezuş’u beklerken bir de mükemmel bir kitap aldım oralarda okurum diye. Yazarı Roger Martin; kendisi “1998 den beri Toronto’daki Rotman İşletme Fakültesi’nin dekanı ve Rekabet ve Üretkenlik Araştırmalarının da başkanı. Kitap onaltı ay önce basılmış ve orijinal adı da “The Opposable Mind:How Successfull Leaders win through integrative thinking/ Ters Açı:Başarılı Liderlerin İlkesi“.

Kitabın sunuş’unu Anadolu Hayat Emeklilik’in genel müdürü Mete Uğurlu yazmış ve bir yerde diyor ki “…Başarılı liderlerin sırlarını ve onları farklı kılan yaşam enerjilerinin kaynağını merakla takip ederiz. Aslında, paylaşılan deneyimlerin zenginliği içinde bazı temel noktaları ve renkleri hemen görsek de bizi farklı kılacak uygun karışımı arayış hep sürecektir…”

“Uygun karışım ve bunu aramak“… Sanırım beni bu günlerde en çok etkileyen bir kavram oldu. Gerek geçtiğimiz hafta Adana’da şekillenen güzellikleri açıklamaya çalışırken (ki dört günün sadece bir yarım gününden aldığım derslerle önceki yazımı yazmıştım) ve gerekse Paris dönüşü Antalya-Mersin-Adana-Gaziantep-Şanlıurfa-Konya-Bursa hattında beni heyecanlandıran fırsatları hayal ederken hep bu kavrama takılıp kaldığımı anladım.

Dün öğleden sonra Karşıyaka vapur iskelesinin karşısındaki kütüphane gibi kitapçıda bir saat kitap okuyup yukarıda sözünü ettiğim kitabı aldım. Tam o sırada telefonum çaldı ve İzlanda’nın patlayan volkanıyla Paris’e gidemeyeceğimi anladım. Şaşırmadım. Ümit sabahtan uyarmıştı. Üzüldüm mü ? pek sayılmaz. “Her şerden bir hayır arayacaksın” der Nezuş. Önceden veda yemeği olarak organize edilmiş ise de ZİKgillerde mükemmel bir sofranın baş tacıydık. Yemeklerin güzelliği kadar katılımcıların kompozisyonu ve buna uzaklardan bir şelale başından yetişen diğer dört Copcu’nun neşeleri (kimin annesinin sesi daha gür çıkacak yarışması) ile sunumun zarafeti de ayrı mutluluk nedenimiz oldu. Eray, internetten gösterdiğinde bir başka haz duydum; A.B.D.lerindeki kongreye ülkemden tek çağrılan ve katılacak olan Eray ve hem de “The COPCU’s” tekniğini sunmak üzere. Geçen sevgili TA da yazdım: “Daha ne ister insan !”. Binlerce şükür.

Paris’e gidemeyince Çeşme’ye geri döndük. Hava da biraz serinledi. Çeşme (Germiyan yalısı)nin havası bir başka güzel. Yazımın başlığını acaba “Başparmak Mucizesi” yerine “Makosen Bağları” koysaydım daha iyi olur muydu ikilemi içinde laptopumun tuşlarına daktilo kullanır gibi hırçınca vururken (dün gece Can diyor ki “babam da öyle kullanıyor”. Demek bizim nesil sonradan bilgisayarlı olunca elinin ayarını pek tutturamıyor. Yine de sağlam aletlermiş ki tuşları aletin içine kaçmıyor)… İşte “elinin ayarı” nedeniyle Eren’in yeni raketine takıldı aklım. Masa tenisinde hep tahta raketi tercih ettim. Hızlı vurduğum için lastik kaplı olan rakette topu hedefe eriştirmeye alışmada hep sıkıntı yaşadım. Bir vakitler masa tenisi topu bulmak çok zordu. Alsancak’ta Amerikan Pazarı’ ndan alırdık. Üstelik çok da pahalıydı. Oyunda topu kıran bedelini öderdi. Tahta raketler de top kırmada hep önde olurlardı. Bedel meselesi.

Ensitütüme, masa tenisi ve “makosen bağları”na birazcık değineyim ve sonra Roger beyin kitabına döneyim. Ressam rahmetli Sadi bey (Sadettin Atlıhan) çok kaliteli oynardı. Kızgınlığı bile latif olurdu. Onun ağzından hiç kötü söz çıkmazdı. Yardımcısı, rahmetli Sülayman beyin oğlu Tuncel ise anasının gözüydü. Becerikliydi. İyi oynardı. Ön sıralara yükselirdi. Erdener ise solaktı ve ters köşeye yatırırdı. Fahri beyin kendine özgü bir stili vardı; oyunun heyecanıyla ağzımızdan istemeden çıkan yakışıksız sözlerden hemen alınırdı. Rahmetli Metin kızgın oynardı. Bir ara elinden fırlayan raket karşı duvarda parçalanmıştı. Allah karşısındaki oyuncuları ciddi bir kazadan korumuştu. Rahmetli İzzet abi hoşgörülüydü; espriliydi. Onun için birşeyleri yapmak, söylemekden daha kolaydı. Foto atölyesindeki tek masada öğle tatilinde oynanan oyun daha çok çok gofretine olurdu. Oyunun muhabbeti de iki saat sonraki çay saatinde devam ederdi.

Şimdi bir enstantane düşünün. Dört kişi oynuyor ve bizler seyirciyiz. İçimizden İzzet abi (İlikler) de seyirciler arasında. Top masadan uzağa onun yanına gelir. Oyunculardan en yakın olanı topu almak için seyirtir. İzzet abi topu alıp verecekmiş gibi yere eğilir. Koşan oyuncu durur ve topu atması için İzzet abiyi bekler. İzzet abi eğilir ve ayakkabı bağlarını bağlar gibi yapar. Oyuncu ter içinde, yarım kalan hareketi ve beklentisi içinde şaşkın ve kızgındır. Oyundaki kızgınlığı unutur ve bu kez kendisini yanıltan davranışı için seyirciye kızar. Kızgınlıkta hedef değişir. Gülüşmeler başlar. Komik olan da İzzet abinin ayakkabılarının makosen olması; ayakkabı bağlarının bulunmamasıdır. İşte “makosen bağları” bana, olmayan bir nesneyle bir eylem sergilemek ve bir başka eylemi durdurmayı anımsatır. Nur içinde yat İzzet abi.

Gelelim Bay Roger’ın kitabını kaleme alırken odaklandığı “başparmak mucizesi“ne.

“… Zeki iş adamlarının kariyerlerindeki en sersem edici, baskı yaratan çıkmaz ve ikilemler arasında nasıl düşündüklerini dinlerken, onların düşünce tarzının dinamiğini anlamamı sağlayacak bir benzetme yapmaya çalıştım. Bu şekilde düşünebilen insanların, bu her iki zıt fikri de hevesle aynı anda elinde tutabilme becerisi, bana diğer becerikli insanların ellerini ne şekilde kullandığını hatırlattı. Çok iyi bilindiği gibi insanlar hemen hemen tüm diğer canlılardan karşı duran bir başparmağa sahip olmak gibi fiziksel bir özellikle ayrılırlar. Başparmağımız ve diğer parmaklarımızın bu özelliğinden dolayı şükretmeliyiz. Bu sayede yazmak, iğne tutmak, elmas oymak, resim yapmak gibi pekçok muhteşem şeyi yapabiliyoruz. Tüm bunlar başparmak ve diğer parmaklar arasındaki hayati derecede önem taşıyan gerilme kuvveti olmasa mümkün olmazdı…”

Kitabın daha giriş kısmında karşıma çıkan, “Gerilme kuvveti” ya da “karşıtlığın sağladığı olanaklar” konusu beni kitaptan koparıp bugünlerde yapmak istediklerime ve bu isteklerimi ilettiğimde yaratttığım gerilimlere götürdü. Mayısın ilk günlerinde Mersin’de yapacağım iş oratklarımızı SSTC de buluşturan öğrenme yolculuğunun ne tür gelişmelere gebe olacağına takıldı aklım. Otuz yıldır özlemini çektiğim yeni bir yaklaşım içinde olacağım. Heyecanlanıyorum.

Zıtların ahengini sağlıyan bir zihinle çıkacağınız tüm yolculukların aydınlık geçmesi dileklerimle.

Öykücü