Yaşam Büfesinde “Beceren”

“…Tam yirmibeş yıl önceydi. Karlı bir Ocak gününde tepelerde buluşmuştuk. Güzel bir gruptu. Yirmi seçilmiş kişiydik. Organizatör Nejdet’ti. Sponsor ise Selami. Bana düşen görevde hastalık ilaçları vardı. Enstitülü, doktor havam sürüyordu. Henüz kurumsal diyebileceğimiz bir kurum da yoktu yeni girdiğim koridorda. Alev’in albenisine, “parmağında yüzükler kolunda bilezikler” türküsüne kapılıp gelmiştim. Uludağ’da akşam olduğunda mükemmel bir otel odasında bu değişim yolculuğunu düşünmeye başladım. Hazırlık, yaklaşım ve sunumu optimize edecek SSTC çerçevesinden yoksundum. Ve otelin ismine baktığımda “Beceren” yazıyordu. Anlamında “becerili olma” masumiyeti mi vardı;  yoksa konaklayanları “becermek” mi pek ayırdına varamamıştım. O güne dek hiç böylesine bir otelde kalmamıştım. Enstitü yıllarımda konaklayabildiğim en gelişmiş otel Gönen’deki “Tayyare Oteli” idi; o da rahmetli Ayla hanımla paylaştığım Çeltikte Bitki Koruma Projesi’nin bir bölümündeki zorunlu konaklamaydı. “Becermek” sözcüğü yirmibeş yıllık öğrenme yolculuğumda farklı biçim ve anlamlarda benimle oldu; dilimden düşmedi. Hatta bir ara “becerilmiş beceriler” diye bir sunum seti de hazırlamıştım. Şimdilerde o gün beraber olduğum  gruptan kimler, nerelerde, neler beceriyor acep diye düşünüyorum Çeşme’nin yağışlı bu bahar pazarında…”

Merhaba

Lebap ve Gaziantep derken bu hafta da çok özel bir beraberliğin hazırlıkları ve gerçekleştirilmesiyle geçti. Tek kelimeyle “mükemmel”di.

Nesi mükemmeldi ?

diye sorduğumda kendime görebildiklerim şunlar. Onyıllık pazar lideri olan Japon firmasının karşısına yedi yıllık mücadele sonucu akıllıca çıkmak mükemmeldi. Onca emek ve masraf sonucunda “sakin ve sabırlı” olabilmek mükemmeldi. Sunumdaki mesajları netleştirmek, zenginleştirmek ve derinlik kazandırmak adına “prova” daki katkılar mükemmeldi. Hatta kimileri için “hadi canım sen de...” türünden tavırlara muhatap kılınanların “ben isterdim ki…” ile başlayan önerileri bile benim için çok anlamlıyıd. Her ne kadar W.Allen “hayatın %95 i şovdur” dese de ve ben “şovların ardını hep dolu tutmaya özen göstersem” de, bu kez dozu azaltmak gerekiyordu; aksi halde şakayla karışık “reklam bedeli” isteme sözlerinin gerçeklik payı artacaktı. Herşey böylesine mükemmelken, özel çağrıma ve toplantıya onbeş kala kantinde yinelenen önerime rağmen gelmeyen XX ve üst yönetimin tanıştırılmasında eksik kalan XX için yüreğimin bir kenarı burulmadı desem yalan olur. Yüreğimin sesi aynen Adana’lı gibi “ben isterdim ki…” diyor. Çünkü böylesi beraberlikler herkese, her zaman nasip olmaz ve öğrenme yolculuğunda çok şeyler katar ilişiklere.

İşte tam bu yargılarımda 2000 yılında “devşirme güçler“le Fethiye seralarından Nevşehir’in patateslerinde fırtına estirmeye çalışırken sınır tanımaz bireysel heyecanlarımla İsviçre-Almanya karşılaştırmasını (Gau/Cru) nasıl zora soktuğumu anımsıyorum. Montaj kasetlerimde “fair competition/Adil Rekabet” e pek uymayan açılımlarımla Niğde-Nevşehir hattında iki Murat’a karşı tek Murat’la savaşımı nasıl üstün kılmaya çalıştığımı düşünüyorum

Pişman mıyım ? Asla.

Şimdi de aynısını yapar mıyım ? Hayır.

Benim stilimde ya da tavrımda 2000 yılının geçit koşullarında, ikinci birleşmenin, yiv-set kalmamışcasına “umursamazlık” düzeyine inmiş sahra gücünde öylesi gerekiyordu. Böylece herkes bireysel becerilerini sergileyip, yeni kurumsal yapıda ayakta kalma, hayatta kalma mücadelesinde fark yaratacaklardı. Yarattılar da.. Yandaki resmi bu kez maskelemeden aynen vereceğim. Bu resimde “projeli yaşam” için program oluşturmaya çalışan sevgili Mehmet’in FC önündeki düşünceli halini görüyorsunuz. Mehmet Sultana’dan başlayıp, Malatya kayısı pazarında gelişip,  Urfa-Gaziantep hattında, Barak’ta  olgunlaşan kariyerini şimdi özlemini çektiği Türkiye’nin batısında sürdürüyor. Marmara Bölgesi sonrasında Niğde-Nevşehir hattında sahra gücü becerilerini geliştiren MA ise daha sonra Antalya üstünden bugün, üst yönetim zincirine girmiş gibi görünüyor. Hak ediyor. Mutlaka olacaktır da.

Fotoğrafın ortasında, Nemrud’un tanrılarının yanında, arı kovanı gibi kümelenmiş olanların hemen hepsi 2001 in kadrosunda yer aldılar. Sadece içlerinden “seracı mıyız ?” diye seslendiği için espri konusu olan Gökhan kendi isteğiyle ayrıldı ve kariyerini geliştirdi (!). Halbuki o doğrusunu yapıyordu. Kahveye girdiğinde ya da toplanmış bir gruba yöneldiğinde “AIDA” nın ilk “A”sı olan “Attention/Dikkat” i çekmek için bu tür seslenmeyi yeğlemişti. Bu onun stiliydi. Tıpkı ondan on yıl önce sevgili Naşit’in yaylı zımba makinasının tabanca sesi gibi güçlü gürültüsünü kullanıp grubu ürkütmesi gibi yapıyordu. Naşit de daha sonra kuyum zincirine katıldı.

Fotoğrafların ortak teması, “ister genç ol, ister yaşlı; önemli olan etkili ol” ve bunu “Bee And Mee” başlığıyla 2004 de Mısır’daki sunumumda kullanmıştım. Altı yıl önce de önemli bir dönüm noktasıydı benim için. Pazarlama müdürlüğünden emekli oluyordum. Kendime yeni bir rota çizme arifesindeydim. Bence SSTC den gelişmiş kimi temel “beceri“lerin etkisiyle dört yıl daha yaşadım kurumsal öğrenme yolculuğu çerçevesinde. Hem de o güne dek aldıklarıma yeni bir ruh katan “çerçeve” çalışmalarıyla Paris, Çeşme, Abant ve yine Çeşme kulvarında “kolaylaştırıcı-lider-koç” rollerinde gelişerek. Bir de üstüne 2006 da İsviçre’de SSTC güncelleme tam kaymaklı ekmek kadayıfı oldu. Benimle birlikte olup da o güzelliği yaşayan XX ı önce SSTC de hevesli bir konuma getirebilmek istedim. Oldu mu ? Sanmıyorum. Önce “niyet ve zihniyet” önemli. Ötesi hikaye. Zorla olmuyor. Hele bir de öğrenci hazır değilse gelen öğretmene yazık oluyor. Eğer tanımlanmış sorumluluk alanı içinde kalırsa kişi, “becerilmiş beceriler” örneğindeki gibi iyi bir devlet memuru olmanın ötesine geçmiyor. Kaderin sana biçtiği ya da senin şekillendirdiğini sandığın rollerin ötesine geçmiyor iş yaşamından aldığın zevk.

Bugün 14 Mart ve “Tıp Bayramı” beni farklı kulvardan bir fotoğraf seçmeye götürdü. Aileme döndüm. Bugüne baktım. Sahip olduğumuz ve “Copcu” olmayı simgeleyen güzelliklere dokunmak istedim. Dün Haber Türk’teki Prof.Dr.D.Cüceloğlu‘nun köşe yazısının etkisinde kaldım. Alman İmparatoru II. Frederick’in merak ettiği konuyu ele alarak yazmış yazısını Doğan hoca. İmparator’un merak ettiği konu “insanların doğuştan getirdiği dil” miş. Bunun için bir deney yaptırmış. Elli kadar bebeğe bakıcıları sadece mamalarını vermişler, altlarını değiştirip bakımlarını yapmışlar ve bebeklerle hiç konuşmamışlar.

Peki bebekler hangi dili konuşmuş sizce ?

Bu sorunun yanıtını kimse bugüne dek bilememiş. Çünkü bebeklerin hepsi konuşacak yaşa gelmeden ölmüş. Ölüm nedeni, sevgisizlik ve sessizlikmiş.  Vay canına ! Demek ki iki-üç yıl önce ben de, bebek olmasam da benzer bir sıkıntıyı yaşamışsım da nedenini anlayamamışım. Hani ünlü “on dakika veremeyen üst yönetici; iletişimden sorumlu iletişim sorunlusu yeni yönetici” benzeri rollerdekileri zorlayışımın iç dünyamda yarattığı fırtınaların, yinelen anjiografilerin sebeb-i hikmeti imparatorun merak ettiği konuymuş. Her neyse şimdi biz imparatoru bir kenara bırakıp cılız ve fakir bir İtalyanken, şişko, göbekli, Amerikalı profesör olan ve üniversitelerde “sevgi dersleri” veren Leo beyin “sevgi dokunmaktır” isimli kitabından yola çıkarak Copcu’lara gelelim. Odağımızda sevgi olsun; dokunmak olsun; öpüşmek olsun ve hepsi ortada bir anlam akışı havuzu oluşturan “abrakadabra/konuştukça yaratırım” olsun ki bakalım neler yaratmışız !

Benden daha çok dokunan, benden daha çok konuşarak ilişki geliştiren (abrakadabra‘nın anlamını anımsayın) ve hatta konuşmadan bile dostluklar kuran sevgili Nezuş’un bu güzelliklere olağanüstü katkısını düşündüm ve şu an erişebildiğim arşivimden yandaki fotoğrafı bulup yazıma ekledim..

Bu fotoğraf neler anlatıyor ?

İki Copcu’dan sağdaki “hız” odağında memeleri küçültürken kanser riskini de minimize etmeye katkı sağlasın için “The COPCUs Technique” ni dünyaya duyuran (inşallah Ağustos 2010 da birlikte Amerika’da olacağız); diğer genç ama hep sığındığımız liman olan Copcu da “The CDN Technique” ile uykusuz gecelerin ödülü olarak kariyerindeki “rota” sına karşıklı kazanma etkinlikleri sığdırıyor. Resimde olmayan büyük abi ve eriştiğimiz ilişki güzelliğini sürdürmede gözümü arkada bırakmayan Copcu da, “fark yaratma” nın ödülü olarak bugün Uzak Doğu yolcusu (geçen haftaki Hürriyet’te yer aldığı gibi, dünyadaki 90 fabrika içinde sektöründe ödüllü olan tek fabrikanın yöneticisi olmanın takdiri olarak).

Daha ne ister insan. Binlerce şükür. Allah herkese böyle güzellikler nasip etsin. İşte tam bu noktada “denge” için, “bedel” için hep yinelediğim penguenvari (yarısı beyaz yarısı siyah) sorumu sorayım:

“Şu GAT Dünyada MASlaşmak için RAW mısınız ?”

Yanıt, rahmetli Esengül‘ün şarkısındaki mısralarda , “uzaklarda arama, çünkü sen içimdesin. Taht kurmuşsun kalbime en derin yerindesin…”

Herşey sizin ellerinizde.

Herşey becerilerinizle değil; yapabileceklerinize inandıklarınızla sınırlı.

Yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü