Yaşam Büfesinde “Gönüllü(lük)”

“…Sokrat tüm insanların her şeyi bilerek doğduklarına ama yaşamın bir unutma süreci olduğuna inanıyordu. Onun açısından gerçek, özgün bilgeliğin sahip olduğu ve aslında hep bildiğimiz şeyleri unutmamak ya da hatırlamaktı. Bu “Sokratik Sorgulama Tekniği”nin en güzel örneklerini Platon’un Menon Diyaloglarında görürüz. Bu eserde Sokrat, eğitimden tamamen yoksun, cahil bir köle oğlanı alır ve bir dizi soruyla ona ileri matematiğin tüm ilkelerini saydırır. Bizimkiler de insana bildiklerini unutturmaya çalışır…”

Nothing compare to you / Emma ve Sinead > Benzemez kimse sana (sen eğer gerçekten gönüllü olarak hazırsan)

Merhaba

Gönüllü, gönüllülük (volunteer mi ? mutual mı ?); İkna (persuate mi, convince mi ?) > Belki de ikisi de doğru ve nüanslarına göre doğru kullanmak gerek…

Bugün görsel medyada gönüllülük teması işleniyordu. Temayı destekleyen diğer görsellerde ve ekranda İngilizce “volunteer” sözcüğü vardı. Bu sözcük beni yetmişli yıllardaki Enstitü çalışmalarıma götürdü. Hububat Hastalıkları Laboratuvarında sahra (arazi) çalışmalarında ektiğimiz buğday çeşidinden farklı buğdaylar da aynı parsellerde gelişirdi. Örneğin rahmetli İbrahim Kepsutlu’nun kendinden sonraki laboratuvar şefi olan rahmetli Dr.Coşkun Saydam’a emanet ettiği iki buğday çeşidi vardı: Karakılçık ve Akbaşak. İkisi de gösterişli, delikanlı buğdaylardı. Her yıl birer avuç tohum elde eder ve yeniden ekerdik. Buğday daneleri kehribar gibi olurdu. Daha sonra üretime verilen Meksika buğday çeşitlerinin bin dane ağırlığı 35 gramı geçmezken Akbaşak ve Karakılçık’ın bin dane 60 gramı aşardı. Boyları da beni aşardı. Bu nedenle diğerlerine “cüce buğday” diyor Canan hanım. Ancak kabul etmeliyiz ki cüceliği diğer bir deyişler kısa boylu oluşunu biz özellikle istedik. Bunu elde edebilmek için çok çalıştık. Aslında “biz” değil; bizim topraklarımızda, bizim doğamızda “onlar” çok çalıştı. Allah selamet versin lise ikinci sınıfta sınıf arkadaşım olan Erol’un ablası meslektaşım Ayla çok çalıştı. Sınıf arkadaşım (Ortaokul ve Üniversite) sevgili Çetin çok çalıştı. Fakültede hocam Basri bey çok çalıştı. Anadolu’nun “Gen Kaynakları” toplandı. Meksika’ya götürüldü. Soner beyin hep sözünü ettiği ünlü ailenin fon kaynakları cömertçe kullanıldı. Adına “Meksika Buğdayı” dediğimiz  (bu çeşitlere “cüce” demek bana pek uygun gelmiyor) “bodur” buğday çeşitleri elde edildi. Klasik ıslah çalışmalarını (melezleme ve seleksiyon) bunları elde edebilmek için kullanıldı. Bu işte hiç bir sakınca yoktu. Bu iş genetik yapıyla oynamak değildi. Bu iş buğdayın gen haritasında doğal olarak mevcut amaca uygun genleri yeni bir çeşitte kombine etmekti. Bu çabaların sonucunda beş çeşit ülkeye girdi: Nadadores, Super X, Penjamo, Lerma Rojo ve Pitic. Ovaya ekilen buğdayı suladık. Yatmadı. Gübre verdik. Yatmadı. Verim kaybı olmadı. Dekardan  (1000 metre kare) aldığımız ürün ikiy üz elli kilodan bir ton oldu. Ancak kalite düştü. Ekmeklik kalitesi bozuldu. Makarnalık olamadı. Kimileri kuş yemi gibi kaldı. Unu karardı. Üstelik 1968 de çıkan Pas Hastalığı (Puccinina spp) sonucunda sadece Penjamo ayakta kalabildi. Birkaç yıl sonra da biz “Aman Cumhuriyet’in 75 nci yılına yetişsin” diye biraz da aceleye getirip “Cumhuriyet 75” çeşidini Penjamo’dan yola çıkarak aynı yolla, klasik ıslahla elde ettik. Daha iyi bir çeşitti. Uzun yıllar devam etti. Şimdilerde durum nasıldır bilmiyorum. Bunca lafı neden ettim ?

*Canan hanımın “cüce” diye suçladığı buğday bizim özellikle istediğimiz bir özelliğe sahipti. Ticari üretim için, verimi artırmak için buna zorunluyduk. Bugün bile, aradan yarım asırdan fazla geçtiği günümüzde herkesin 20 liraya Siyez ekmeğine almaya, yemey gücü yetmediğine göre buna hala mecburuz. Kimse kalkıp da Canan hanım gibi “gezen tavuk yumurtasına iki lira” verecek durumda değil ve “ekmek bulamazlarsa pasta yesinler” demek ayıp oluyor.

Sadede geleyim. Akbaşak ve Karakılçık çeşitlerinde tohumluk elde etmek için ekim yaptığımız parsellerde başka buğday çeşitleri de gelişir. Bunlar bir önceki yıl hasat zamanı toprağa dökülen tohumlardan yetişir. İşte biz bunlara “kendi gelen” deriz ve İngilizce karşılığına da“voluntary” ki “gönüllü” olmaktan daha anlamlıdır bu çevirinin karşılığı olarak kullandığım “kendi gelen”.

Bir başka anıma gelince; daha sonra CINOS’lu çalışmalarımın (1985-2009) özellikle ikinci global birleşme yılında “gönüllü mecburiyet” kavramıyla yeniden gündemime girmişti “gönüllü ve gönüllülük”. Yeni milenyumun ilk yıllarında etkin güncel koşullara göre “kendimce kavramlar” uydururdum. Bu kavramları başta yıllık toplantılardaki sunumum için “ana mesaj” yapar ve sonrasında da yıl boyu (uzunca bir süre) kullanırdım. Bu yaptığıma da “papağanlaşma sendromu” derdim. Eller ne derse desin sen doğru bildiğin için sabır ve sebatla inat ve ısrar göster ki… Şimdilerde yaptığım da “Netgillerde Danışmanlık” için de anahtar sözcük “gönüllülük”tür.

Uyduruk Kavramlarım ve Beklentilerim

İstanbul’da Boğaz’ın güzelliklerine bakan butik otelin (LM) terasında yemek molası verildiğinde görevi sürdüren deneyimli genel müdürün karşısında “oyunu kaybetmiş gibi görünen” genç rakibi muzipçe gülüyordu. Yerel ve global ekonomik çöküşün ayak sesleri duyulurken kendini “kendini buğday ambarında gören tavuk” sanan otorite “mal bulmuş mağribi” gibi pazarlamaya çoğu subay on altı kişiyi yerleştirirken ne yaptığını, neye hizmet ettiğini, hangi eyleme kapı araladığını biliyor muydu ? Çok geçmedi. Altı ay sonra “Boğaz Ekibi” gitmiş; merkez İzmir’e, fabrikaya taşınmış ve “Malabadi Ekibi” başa geçmişti. Gerçek bir “radikal değişim” yaşanmıştı. Kısa bir süre önce Adıyaman’da yıllık toplantı yapan; Fırat’ın kenarında davul zurna çalarken “timsah göz yaşları döken otorite” ve grubundan sadece TF kalmıştı. O da fabrika müdürü olarak baştan beri İzmir’de olduğu için ve vazgeçilmez tek konu uzmanı olduğu için devam ediyordu. Yeni bir otorite grubu, genç baş otorite, zor çevre koşulları, “global emirler (+1b$ S; -0,45m$ E; max.16%FC ve min.20%MS)” altında çalışanların şu algısı: “Ben hadımım diyorum, sen bana kaç çocuğun var diyorsun”. Bu durumdaki “uyduruk kavramım” ve “ana mesajım” şöyle oluştu:

MOB 2001 (Mutualy Obligation / Gönüllü Mecburiyet) > Tecavüz kaçınılmaz ise, zevk almaya çalışıyorduk ki Daniel’in dokuz yıl sonra TED’te yapacağı konuşmanın iskeleti, çerçevesi kendiliğinden oluşuyordu. Bay Pink’in 2009 yılında yaptığı konuşmanın adı “Motivasyon Bulmacası (MPA)” idi. Ben onu önceki yazılarımdan birinde “Motivasyon Haritası (MAP)” diye isimlendirmiştim. Dokuz yıl önce (2000) ikinci global birleşmenin sersemletici etkisinde henüz “Havuç ve Sopa” tedavülden kalkmamıştı (hoş daha yıllar boyu sürecekti ve sanırım hâlâ sürüyor). Daha tatlı havuç sunmak, daha keskin sopa ile dürtmek (siz “üvendere” nedir bilir misiniz ?) bugün bile “piramidin tabanında olanlar” için söz konusu. Geçen gün Utku’ya yazdığım gibi bu işin “hazır reçetesi” yok ve önemli  “NGŞ / AGM”. Diğer bir deyişle konuya, yere ve zamana, asıl önemlisi kişiye ve etkin koşullara göre pek çok eylem için olduğu gibi “etkin motivasyon ve yüksek performans” için “tailor made / ısmarlama” çözümler üretmek gerek. “Kişiye Özel” olduğunuzda ve bunu görünür kılıp da hissettirdiğinizde MOB’un ötesine geçersiniz. Bunun için “adil süreç inancı”nın gelişmesi, yerleşmesi ve değer bulması şart.

NON 2002 (Now Or Never / Şimdi ve Burada) > “zaman gelip geçiyor; dur demek kolay değil”…Satış, pazarlamanın önünde; varlığını göstermelisin, değişimle gelişinin fark yaratacağını kanıtlamalısın ve“ayakta kalma, hayatta kalma yolunda” sesin güçlü çıkmalı, adımların yere sert basmalı (S3S4S5: Strong Sound & Steps). Daha sonra “yere sağlam bastığını” gösterirsin. Ve  de öyle bir zaman ki “tavuk sersem”…Yapabilirsen “SWOT” taki “W: Zayıflığı” avantaj olarak kullanabilirsin. Ben Çeşme’deki yıllık sunumumda Elvis’in melodisiyle “HiFi/WAF:Yüksek Sadakat/Karının Kabul Faktörü”nden “CAF:Müşterinin Kabul Faktörü”nü yaratmıştım. Dört yıl sonra, 2005 de İzmir’deki “Beşinci MAS (Mükemmeli Arayış Sempozyumu)” ta çağrılı sunum yapan PHPS in Avrupa kalite müdürü “Müşterinin Kabul Faktörünü Yükseltme” yolunu anlatıp, formülünü verecekti. Yine Bay Pink’in sözlerine dönersek “MAP” için üç temel kriterin sizi bu yönde nasıl etkili kılacağını görebilirsiniz. Yeter ki siz isteyin. “MOB” sunuz dedim (Uludağ/2001); NON önemli dedim (Çeşme/2002) ve işe yaradı mı ? Daha önce de uyarmıştım.

DOD1 2001 (Do Or Die / Yapmazsan Ölürsün) > İstanbul’un butik otelindeki yapılandırma toplantısından sonra işler yolunda gitmedi. İç çatışmalar sürdü. Öte yandan ülkede finansal kriz 1994 den sonra yeniden hortladı. Derviş Amerika’dan geldi. Acı reçeteyi yazdı. Global trendin etkisi de üstüne bindi. Soner Yalçın’ın hep dikkat çektiği “komplo Teorileri” hızlandı. Daha sonra tek adam rejimine geçecek olan ülkenin siyasi yelpazesi değişti. Hazıra hazine dayanır gibi göründü. Ancak “abbasın yolcu olacağı” belli olundu. En kritik dönemde Antalya’da paint ball oynandı. En çok da genel müdür vuruldu. İsviçre/İngiltere kan uyuşmazlığının ötesinde baskın olan “ben senden daha önemliyim” performansı kötü etkiledi. Merkezi otorite yıl sonunu beklemedi. Bay Pink sekiz sene önce konuşsaydı belki de “masadan parayı kaldırıp; hakkaniyetli olmak”la ne dediğini anlayıp “akıllarını başlarına derleyebilir”lerdi. Her şey nasip meselesi; olmayınca olmuyor, otoritenin gözü doymuyor. Bugün tek adam; o gün otorite zarar yılında bile milyon dolar alabiliyorsa…DOD1 den, MOBlaşarak NONa inanıp BUS’ta doğru yerlere oturdular mı ?

BUS 2003 (Business as Unusual / İşler Eskisi Gibi Değil) > İstanbul’da butik otelin terasından Boğazın serin sularına bakarak pazarlamaya 16 kişi alan seçiciler kurulu ne yapılmak istendiğini bilmiyor muydu ? Böylece bir sonraki otoritenin elini güçlendirmeyi bilinçli olarak mı yapıyorlardı ? Ek olarak değişimin belirsizliğinde, karmaşa ve kaos ortamında çalışanları uyum becerilerini, adanmışlıklarını, ustalıklarını, özerklik arayışlarıyla inisiyatif kullanma düzeylerini, yonttukları taştan ötesine bakıp da “+1b$/-0,45b$/Max16%/Min%20” amaçlarına “gönüllü yönelişleri”ni ölçmeyi kolaylaştırıyorlardı. Tıpkı Daniel beyin altı yıl sonra TED yapacağı “Motivasyon Bulmacası” nın üç ana bileşeni olan “MAP: Ustalık-Özerklik-Amaç” için ellerindeki eleği duvara asmıyorlardı. “Ürün Grup Müdürü” ünvanı altında, “Çiftçi Destek Ekibi Projeleri”nin yan ürünleriyle destekli yaklaşımlar sonucunda çekirdek ekipten (toplam 6 kişi) iki kişilik “sahra gücünün uzmanları”na (BAKG) sahnede “kırmızı tulum” giydiriyordum. Sadece biri (BG) kırmızı tulumu sırtından çıkarmadı. Yine de…

DOD2 (Diffentiate Or Die / Farklılaşmazsan Ölürsün) > Bay Pink de aynı şeyi söylüyor. Artık siz piramidin tabanında değilsiniz. Artık amacınız salt “hayatta kalmak” değil. Artık işte amacınız “temel ihtiyaçları karşılamak” değil; hatta “fizyolojik ihtiyaçları karşılamak” da değil. Siz bunları aştınız. DOD1 in hedefi olan “yüksek performanslı ekip” olmayı sağladınız. Şimdi bir adım daha ileri, piramitte bir basamak daha yukarı çıkma zamanı. Bunun için ustalığınızı, farkınızı gösterin; bunun için özerkliğinizi sese ve eyleme dökecek olan özgüveninizin yüksekliğini işe yansıtın ve asıl önemlisi sınırların ötesine geçip daha büyük bir amaca olan inancınızı ve tutkunuzla “yönü belirleyin (pusulanın kuzeyindeki “set direction”). İşte bu düşüncelerle yeniden yükseliş dönemine giren Syngiller Antalya’dan sonra Mısır/Şarm el Şeyh yolunu tuttular. İlk defa yapacakları yurt dışındaki yıllık toplantının onları bir yıl sonra Brezilya/Rio’ya kadar yolcu edeceğini kimse bilemezdi. Otoritenin “başarı/ödül/motivasyon” etkileşiminde ayakları yere basmaya başlamıştı. Mısır’daki sunumumdaki uyduruk kavramım “BEE” olacaktı ki bunun hazırlıkları için Çukurova Buğday Tarlalarında “Ustaların, Özerk Uzmanların ve Daha Büyük Amaca İnananların Tutkuya Dönüşen Çablarındaki” DOD2 nin ilk ürünleri yaşama aktarılacaktı: Looking fort the best in the people (İnsanların içindeki en iyiyi eyleme dökmek). Mısır’da neler oldu ?

BEE (Be Effective / İster genç ol, ister yaşlı, etkili ol) > “Bee” ye “arı” demek de güzel. Ancak bu sizin bildiğiniz arılardan değil (tıpkı ormandaki yangında aslanın”alfabetik sıra ile çıkılacak” uyarısına rağmen ilk sırada yer alan bitin dediği gibi: “Ben sizin bildiğiniz bitlerden değilim”. Bereket aslan muhabbetin gideceği yeri önceden görüp de “sen ne bitisin ?” diye sormadı). Bu kavramı da 2004 ün gelişen koşullarında tökezleyen bir ilacın hedefinin üç katı satışla nasıl yıllık gelirin ilk sırasına yükseldiğinin öyküsü olarak kurumsal akıl arşivine yerleştirmiştik. Kırmızı tulumlu iki çalışan (MHCG) “bunu yazan Tosun; benim adım Kerim” sözleriyle “Cesur Adamlar” filmi ile sahneye taşıdılar genç otoritenin verdiği özgürlük ortamında…

…ve bu hikaye bitmez. Hani ne demişler ? Ayının bildiği kırk türkü kırkı da bal üstüne. Yaş yetmiş beşin dolmasına bir ay kala fikrinde ve zikrinde ne varsa o dökülüyor kelimelere. Başarı formülümdeki “Strong Sound & Steps” in amacı da niyet ve zihniyeti doğru ortaya koyabilmektir ve “ayinesi iştir kişinin; lafa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”. Belki de bu nedenle önü arkası iyice düşünmeden, kötü bir emele alet olunabileceğini irdelemeden Trakya’daki kanala gömülecek yokluğun son kırıntıları hangi akla hizmet olduğunu anlamakta zorluk çekiyorum. Allah akıl fikir versin ki yollar açık ve aydınlık olsa da gözler kör olmasın. Esen kalın.

Öykücü