Yaşam Büfesinde “Pulllu Tütün (RMZ)”

…Yıl 1986. CINOS’un ilk evresinde ikinci yılım. Özel sektöre uyum sıkıntılarım sürüyor. Kırkından sonra yön değiştirmek, yol değiştirmek zor işmiş. Antalya, Sera Otelde toplandık. SD, Avustralya’dan yeni yurda dönmüştü ve yıllık finansal tabloları ve stok yönetimini anlatırken pek iyi olmayan Türkçesi ile daha çok Amerikanca konuşuyordu ki otorite (AÜ) yabancı anne ve yabancı eşe sahip olmasına rağmen daha bir fazla öz Türkçeciydi ve onu uyarmaktan geri durmuyordu: “Ona emarpi değil, merepe diyeceksin“…ki söz konusu olan “Kaynak Planlama Yönetimi” sözcüklerinin İngilizce baş harfleri olan “MRP” idi ki çok geçmeden BMI, MSMP, MMC gibi pazarlama kavramlarıyla tanışacaktım ..”

RMZ72 PreSSTC Sahra Gücü : Manyas-Gönen Amerikan Tipi Tütün Tarlalarında MRP

Merhaba

Öyle ya da böyle söylemek çok mu önemli ? Herkes ne demek istendiğini çok iyi anladığına göre sözcüklerin seslendirilmesi bu uyarıyı hak edecek kadar önemli miydi ?

Çeşme’de deniz ve kenarı hem sabah hem de akşam üzeri, gün kavuşurken bir başka güzelleşti Ağustos başlayınca; nedendir bilmiyorum. Belki de ruhumdaki dinginliğin etkisidir algılarımı şekillendiren. Elimdeki son kitabı da bitirdim deniz kenarındaki çevre temizliğinden sonraki bir saatlik okuma seanslarında. Geçen gün İzmir’e gittiğimde sahaftan almıştım “Örümcek Kadının Ağı” isimli kızılderili masallarıyla şekillenmiş kitabı. Yazarı Susan Hazem Hammond’muş. Bakalım internette hakkında neler yazılı ?

“…Bu kitaptaki öykülerde kadın yaratıcı, doğaüstü güç, evrendeki değiştirici kuvvet olarak dile getirilmektedir. Hepimizin hayatını etkileyen birçok mesele, kadın gözünden yansıtılmaktadır. Bu öyküler birer tohumdur. Mesajlarının yeşereceği toprak ise sizlersiniz. Örümcek Kadının Ağı, içinizde yaşayan belli belirsiz duyguları harekete getirecektir. İçsel keşifleri için bir çerçeve oluşturmak isteyenler, her öykünün sonuna eklenmiş çok yararlı sorular ve öneriler de bulabilirler...”

Yazımın girişindeki yaşanmışlığa gelince; yine ve yeniden yukarıdaki anı, bugün tekrar neden yazıya döküldü ? Yakın çevremde gördüğüm “kaynak planlama becerisi” düşük olanlar yüzünden mi ? Yoksa internetteki bir paylaşım sonrası gelen bir uyarıdan mı ? Ya da aldığımız nefes dahil tüm kaynakların sınırlı olmasına rağmen sanki “bana bir şey olmaz” ya da “hazıra hazine dayanır” inadına tanık olmanın verdiği rahatsızlıktan mı ? Bir zamanlar hesapsız harcamaları savunmakla kalmayıp bununla öğünen ve bize bakıp “Siz şimdi kendinizi Çeşme’de yaşıyor mu sanıyorsunuz ?” diye alay etmekten geri kalmayan zamanın behrindeki varlık sarhoşluklarını savunurken “Allah yağ yakana yağ, bal yakana bal verir” demekten de geri kalmayanların bugünlerine bakıyorum da yaptıklarıma ve yapmadıklarıma şükrediyorum. Peki ya şimdinin varlık sarhoşluklarının yarattığı korkular… Üst düzey yöneticilik yapmış iki yakın dostumun daha düne kadar sahip olduklarını nasıl tükettiklerine bakınca 2009 yılında bir iş görüşmesinde söylediğim sözler aklımdan elime düşüyor: “Çok parası olanın çok paraya ihtiyacı oluyor; çok param yok ve çok paraya ihtiyacım da yok. Para için hiç bir işinizi yapmam, yaptığım işin parasını alırım” demiştim. Bu sözlerle başlayan beraberliğimiz bir yıl için planlanmış olmasına rağmen 28 ay sürmüştü. Ta ki Temmuz 2011 de Kırıkhan’da 47 derece sıcaklıkta pamuk tarlasına kırmızı tulumla girip de Adana’ya dönüşte Emir Royal’da “Ne işim var buralarda ? Ne yapmaya çalışıyorum ? Hani para için hiç bir şey yapmazdın ? Bu yaptığın ne peki ?” diye kendimi sorguladıktan sonra yazdığım bir ileti sonrasında beraberliğe son verişime kadar süren bu süreçte de beklentilerimi aşan öğrenimlerim ve kazanımlarım olmuştu. Ardından PLN ve AS ile periyodik beraberlikler, Utku ile farklı sektörlerde (boya, ambalaj, tekstil) SSTC çerçeveli öğrenme yolculukları derken 2012 Temmuzunda NETgillerle başladı “Dibine ışık  veren mum olabilmek” ve ustalıklara katkı sağlama gayretlerim. Şimdi yazımın girişindeki 1986 yılının yaz başlarına dönmek istiyorum. Neden mi ?

Geçen gün Facebook’ta sevgili Nejdet (CINOS’un ilk evresinde İçAnadolu Bölge Müdürü idi) benim kırmızı tulumlu bir Nevşehir patates tarlası fotoğrafımızı paylaşmış (1997 yılı olsa gerek). O günlerde bir tarım ilacının tarla performansını daha doğrusu çiftçi koşullarında “doğru kullanım izleme çalıştayını” bütünleyen bu fotoğraf dillendirilirken ilacın adını da yazınca “Neden ticari adını yazıyon ? Reklam mı yapıyon ?” tarzında bir uyarı da almıştı sevgili Nejdet. İşte o ilacın ülkemizde ilk ruhsatlandırma girişimlerindeki iki yılımda yaşadıklarıma, görünenlerin ötesindeki anılarıma değinmek istiyorum bu yazımda. Neler yaşandı ?

Bornova ZMAEnstitüsünde on beşinci yılımı doldurmuştum. Mesleki doyumum yetersizdi. Adıma bir laboratuvar açılmış ve şef olmuştum. Değerli müdürüm Dr.Kâzım Türkoğlu‘nun destekleriyle TÜBİTAK Teşvik Ödülü aldıktan sonra Bakanlık benim asistan masistan parçası olma durumumu düzeltmiş ve nihayet doktoram bittikten beş yıl sonra bana hak ettiğim kadroyu vermişti. Ancak geç kalmıştı. Annem vefat edince (1984) daha bir özgür düşünce yer etmeye başlamıştı arayışlarımda yaşamın dayattıklarıyla… Nisan 1985 in son haftasında Enstitü Araştırma Komitesi Başkanıyken sevgili Alev odama geldi. Elinde bir Bond çanta ve bir de araba anahtarı vardı. O Bond çanta hâla çatıda durur. İki gün sonra istifa edip CINOS’un ilk evresinde Ege Bölgesi Teknik Danışmanı olmuştum. Yazıma eklediğim slaytlardan derleme kolajda görüldüğü gibi “Cenaze Kaldırmaya” geldiğimi hemen anladım. CINOS ilk evresinde “Sağlık Müesseleri”nden “Ciba-Geigy” e dönüşerek büyümeye çalışırken Ankara’da rahmetli Talip Abi olmasına rağmen ciddi başvuru hataları yapmış ve gelişmeleri pratikte, bölgelerde, sahrada yeterince etkin yönetememişti teknik ekip (HD; Dr.ÜD; TT). Örneğin;

* Bağda külleme için TLT mi yoksa TPS mı olsun diye karar verme sıkıntısı yaşarken CINOS’un ilk evresi otoriteleri, rakiplerin atı Üsküdar’ı geçeli dört sene olmuştu. Bizimkilerin başvurusu ise “sistemik ilaçsa hayır” yanıtı ile duvara toslamıştı. Bu durumu düzeltmek gerekti ve “Lokal sistemik/Translaminar etki” tanımı ortaya çıktı arkadan dolanabilmek için…

* Mildiyö hastalıkları için RMZ isimli karışım ilaç için durum daha bir fazla içler acısıydı. Rahmetli Dr.MG hıyarda Yalancı Mildiyö için ilacı yetersiz etki ile ret etmişti. İşin ilginç yanı bize hiç bir favörü olmayan rahmetlinin cenazesini kaldırmak yine bizimkilere nasip olmuştu…Laf aramızda hastalığın adına bakıp da hıyardaki mildiyönün neden yalancı olduğuna aklınız takılmasın. Onun yalancılıkla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Hele bir de bugünün yalancılarına bakınca… Bu ürün ve hedef hastalık için Bornova ZMAE’de “Komser Osman” ve arkadaşlarıyla Ödemiş’teki tarla denemelerinden sonra “Kuru Köfteci Hüseyin” de çok öğle yemeğimiz olacaktı resmi tavsiye almak için desteklerini sağlamada gerçek tarla performansını yakalayabilmek yolunda…

* Zeytinde Marmara Birlik’in yıllardır kullanmakta olduğu SPC için Yalova Enstitüsü kapılarını aşındırmak; bağda kabul edilmeyen PLT ile özellikle RA’ı yeniden deneme yapmaya ikna etmek deveye hendek atlatmaktan daha zordu.

* Tütüne gelince…Benden bir yıl önce uzaktan kumanda ile Ege’de karar vericilerle kontak kurmuş olan sevgili Dr.ÜD yanlış sularda gezinmişti. Ruhsat amaçlı denemeyi Bornova ZMAE uzmanları (Dr.AK ve Dr.EO-ki daha sonra Celal Bayar Üniversitesine transfer olup profesör olacak) yapacak olmalarına rağmen o, Ege Üniversitesi koridorlarında dolaşmış ve hocaya İsviçre seyahati sözü vererek etkisiz elemanlarla vakit geçirmişti. İşin bir kaç boyutu vardı. Amerikan Tütün Şirketleri bizim o ilacımızı mutlaka istiyorlardı. Hemen hemen her yıl Yunanistan’dan kaçak olarak getirtip Burley/Virjinya Tütünlerinin üretim alanlarında kullanıyorlardı. Bu konuda Ankara’da kulis yapan üç yabancı şirket vardı: Philip Morris (PM), Reynolds ve British American Tobacco. Ankara’da bakanlık ilişkilerinde dikkat çeken isim ise rahmetli Altemur Kılıç‘tı. Ben daha sonra Ege’de Dr.Yuda ile Dr.Akın’la beraber olacaktım “Adil Süreç” ile sonuca ulaşma girişimlerimde…

İlk ziyaretim PM in tütün gereksinimi karşılayan İzmir’deki Herman Tütün‘e olmuştu. Orada hem Dr.Yuda beyi hem de İzmir Atatürk Lisesi mezunu levantenlerden Frederick Kramer’i tanımıştım. Marmara Bölgesinde (Manyas ve Gönen) tarlalara gittiğimizde ise meslektasımız genç Cumhur ile M.Mennell ve R.Fazen ile tanışmıştık. M.Mennell aynen şöyle diyordu : “Bu tütünleri RMZ den başkası mildiyöye karşı koruyamaz”. Ben henüz enstitülü olmanın etkilerini üzerimden atamamıştım. Ege Bölgesi koşullarında tütünde Mildiyö (Downy Mildew) ya da çocukluğumdan beri bildiğim adıyla “Maviküf (Blue Mold)” sadece fideliklerde önemlidir; kurak olan tarla koşullarında pek görülmez inancım ziraat mühendisi olarak da baskındı. Bu nedenle Bay Mennell’in sözleri bana fazla ticari gelmişti. Böyle olmadığını, taşın sert, ateşin yakıcı olduğunu yakında anlayacaktım.

Ne var ki Tütün de Zeytin gibi, Turunçgiller gibi ilaçlı savaşım konusunda çok duyarlı bir üründü. Daha doğrusu ruhsatlandırma otoriteleri hem merkezde masa başında ve hem de pratikte araştırıcı ve uygulamacı kuruluşlarda çok duyarlıydı tütünde ilaç geliştirme çalışmalarına yeşil ışık yakmak… Çok zor denemeye alma kararı alıyorlardı. Söz konusu ilacın diğer gelişmiş tütüncü ülkelerde ruhsatlı olması ilk koşuldu ve Avrupa ülkelerinde tütün ön sıralarda olmadığı için ruhsatlı ülke bulmak kolay değildi. Tarla denemelerinde sonuçların etkili bulunması yeterli değildi. Kalıntı analizleri yanında, tat, içim analizleri yapılıp içim kalitesini bozmaması gerekiyordu. Bu testler ise Tekel’in sorumluluğunda ve daha çok kişisel degüstasyon kriterleriyle değerlendiriliyordu. Tam bir “Tripod Management” olayı söz konusu idi. Hepsi aşıldı. Neler kaldı belleğimde, bohçamda, heybemde ?

Bu tür konularda, özellikle ikna ve iletişim becerilerinde usta olmak için SSTC’ye katılmam için daha iki yıl var olduğunu bilmiyordum. Çünkü SSTC den haberdar değildim. Dolayısıyla “Yaklaşım Teknikleri“ni bilmiyordum. Soru sorma becerisi yerine bildiklerimi ortaya koymaya çalışıyordum. İyi bir dinleyici değildim. Sunum becerilerini gerçek anlamda etkin kılmak, bir formata sokmak, bir tarz yaratmak için 1997 yılını beklemek ve Merih hanımla tanışmam gerektiğini de bilmiyordum. Hele hele Dr.Kern’den “Pazarlama ve Konuşma Eğitimi” konusunda öğreneceklerimden bihaberdim (habersizdim). Bu nedenle itirazlarla baş etmek, mülteri responslarının ele alınması gibi müzakere becerilerinden yoksundum. Altı yıl geçmesi ve global birleşmenin ikinci evresinin ayak seslerinin duyulması gerekiyormuş Hardmeyer, Coleman ve Duble Peter‘dan “Liderlik ve Koçluk Eğitimi” almam için.  İlk yılın sonunda İsviçre’de “Aplikasyon Teknikleri Eğitimi“ne katılacaktım ve Ciba’nın Les Barges Çiftliğinde on beş günde, Enstitüde on beş yılda öğrendiklerimden daha çok şey öğrenecektim. Henüz bu öğrenmelerden yoksundum. Henüz “VMD/NMD” gibi ilaçlamanın kalitesini hacim ve sayı olarak ortaya koyacak “Ortanca (Median)” sözcüğünü bile bilmiyordum. Tüm bunlardan yoksun olarak ve henüz doçent olmamışken 1986 ve 1987 yıllarında tütün gibi duyarlı bir üründe, RMZ gibi kabul kriterleri oluşmamış bir ilaç için kimlerle dans ediyordum ?

Enstitüden en yakın arkadaşlarım Dr.AK ve Dr.EO bilimsellik ve dürüstlük sınırları içinde ellerinden gelen her tür yardımı veriyorlardı. Yabancı şirketlerin tarladaki sorumlusu genç mühendis Cumhur babasının Rodezya’daki görevi nedeniyle bu tür tütüne benden daha yakındı ve bize yardımcıydı. On beş günde bir fidelikten başlayan çalışmalarımız 1986 ve 87 yıllarının Nisan-Eylül ayları arasında düzenli seyahatlerle birinci öncelikli programımdı. Ortak amacımız tütünde gerçek bir mildiyö, maviküf ilacını çiftçinin koşullarında uygulanabilir kılmaktı. Yine de çok dikkatli olmak gerekiyordu. Görünenlerin ötesinde küçük konular önemli oluyordu. Neler mi ?

Enstitü yıllarımda tarla çalışmalarında en büyük sıkıntı araziye çıkmak için araç bulmaktı; benzin sıkıntısı ortamında araç için yakıt bulmaktı. Buna bağlı olarak konaklama yeri bulmak da ciddi bir sorundu. Kamu kuruluşlarının misafirhaneleri ne kadar kirli olursa olsun bize yer verdiklerinde bayram ediyorduk. Özel sektörde bunlar çoktan aşılmıştı. Araç hazırdı. En iyi otelde kalmana kimsenin itirazı yoktu. Yemek konusuna gelince istersen cebinden öde ve yemek parasını aylık olarak al, istersen yediğin yemeğin fişini götür karşılığını al, her ikisi de geçerliydi. Karar senindi. Ancak daha bir yıl önce enstitüde aynı sıkıntıları yaşayıp da şimdi özel sektörlü olmanın konforunu böyle bir ortak çalışmada paylaşmak bana pek doğru gelmiyordu. Çıtayı yükseltmek iç dünyalarında bir çatışma yaratabilirdi. Şöyle düşündüklerini varsayıyordum: “Biz bunca ter dökeceğiz. Zaten verdikleri deneme ücreti devlete para kazandırmıyor. Onlar keyif çatacaklar. İlaç satılınca para kazanacaklar vb…” yargılarından korktum (Belki de yersiz bir korkuydu; belki de şimdilerde de varlık sarhoşluklarından korkum da yersizdir. Eskilerin bir sözü buraya biraz budayınca uyar mı ? “Alışmadık g*tte don durmaz” ki uysa da yazdım uymasa da). Bu nedenle araç, konaklama ve beslenme sıkıntıları hâla yaşayan Enstitü arkadaşlarımla Gönen’in Yıldız/Yeşil Otelleri yerine Tahirova Alman Çiftliği‘nin misafirhanesinde kalmayı yeğledim her seferinde. Burada da sıkıntı şuydu: Otelde kalsam ve 1986 yılı için 250TL otel faturası versem sıkıntı yoktu; ancak misafirhanede kalıp da hepimiz için 40TL fiş götürdüğünde ödeme sıkıntı oluyordu. Aynı şekilde öğle ve akşam yemeklerini Gönen’deki köftecide yiyip bedelini almak kolaydı. Ancak belediye parkında çiğdem (ayçiçeği) çitlemek ve çay içmek için verdiğim on lirayı gider makbuzu ile almak sorun oluyordu. Henüz özel sektörlü olalı bir yıl geçmişti ve işin pushtluklarını öğrenmem için zaman gerekiyordu. Öğrenebildim mi ?

 S216

Yine bu düzenli seyahatlerden biriydi. Bu kez sevgili Dr.GD (daha sonra doçent oldu) de katıldı aramıza. Görüşleriyle bize katkı sağladı. Özellikle ilaçlamaların etkilerini saptamada, hastalık şiddeti değerlerini doğru belirlemede EPPO 0-5 Skalasını uygulanabilir kılma gayretlerimize destek oldu. Bu seyahate ben de oğlum Kerem’i almıştım. Kerem altı yaşındaydı. Akşam yemeğini Tahirova Alman Çiftliğinin biraz ilerisindeki bir benzin istasyonunun restoranında yemiştik. Grubumuza sigara içenler vardı. Firmacı olarak sigara alıp ikram etmek gerekirdi. Gidip Samsun 216 aldım. O günlerde popülerdi ve üst gruptaydı. Ben bir aralar sigara içmiştim. Özellikle Allah selamet versin, kulakları çınlasın çok sigara içen Mustafa Öğüt’le aynı odayı paylaştığım Enstitü günlerimde paket bile taşıdığım olmuştu. Daha sonra pek içmedim. Ara sıra kıramadığım durumlarda tüttürmüşümdür. Hiç bir zaman sevmedim; sevemedim. Daha sonraları da adeta nefret ettim. Sigaralı ortamlardan hep kaçındım. Buna rağmen 2000 yılında by pass oldum. Her neyse Gönen’e geri dönelim. Gidip benzinlikten Samsun 216 sigarası aldım. Ben de bir sigara içtim. Eve döndüğümde Kerem “Babam 216 içti” diye herkese duyurdu. Belki de bu son içtiğim sigara oldu.

Vehbinin Kerrakesi (https://www.pusulahaber.com.tr/anlasildi-vehbinin-kerrakesi-8509yy.htm)

Bunca lafı neden ettim ? Neden tütüne bu kadar önem verdim ? Meslek yaşamımda tütün en önemli tarımsal ürün müydü ? Çocukluğumun anılarında (Soma/Ellili yıllar) tütün çok yer mi kaplıyordu ? Babam bakkal, köfteci ve kahveci olmazdan önce tütüncüydü ve anneme babamın “haydi hanım eskilerden bahsedelim” diye diyalog geliştirme girişimlerinde “biz uzun tarlaya tütünü askerden önce mi sonra mı dikmiştik ?” ya da “Hatırlıyor musun biz o sene Aksekili İbrahim’den daha fazla kaliteli almıştık...” sözleri mi tetikledi bunca anlatımı ? Ya da ok yapmak için veya kasnaklı yıldız uçurtma yapmak için İstasyon Yolunun sağında kalan tütün fideliklerindeki kapancalardan saz söküp almam mı tütünlü anılarımı pekiştirdi ? sorularını kendime sordukça “Anlaşıldı Vehbinin kerrakesi” sözlerini duydum iç dünyamda. Belki de hiç ilgisiz, ilintisiz bir çağrışım oldu bu açılım. Buna rağmen sözlerimin arasına yine Sümbülzade Vehbi girdi ki özellikle zor yıllarda “rücu şiirleri” ile aklımdan hiç çıkmadı. Sahi hangi tarım ürünleri mesleki yaşamımda ağırlıklı olarak yer aldı ve hangi anılarla öğrenme yolculuklarıma katkı sağladı ?

Enstitü yıllarımda (1970/85) Hububat Hastalıkları Laboratuvarı’nda çalıştığım için ilk sırada buğday vardı. Rutin ilaç denemeleri bir yana bu proje çalışmalarına katma değer yaratmak için “Ürün Kayıpları”nı değerlendirme gayretlerim; elde ettiğim sonuçları kongre ve simpozyumlarda sunma çabalarım pek çok anı ile belleğimde yerini aldı. Özellikle Alman Beynelmilel Kalkınma Teşkilatı’nın ikinci el hasat makinalarını Türkiye’ye kakalama girişimlerinin bir parçası olan simpozyuma gece otobüs yolculuğu ile katılıp ertesi gün, sunumumdan hemen sora sözde uçakla dönme anısı da o günün yaşam biçimimde ayrı bir etkiye sahiptir. Septorya yaprak lekesine önem çekmek için oluşturduğum basit (ve amprik) bir ürün kayıp formülü de bir süre literatürde yerini aldı. Böyle bakınca mesleğimin ilk 15 yılımda buğdayın yerini %50 ağırlıkta olarak görüyorum öğrenme yolculuğumda. İkinci sırada Çeltik gelir. Önce doktora çalışması için beş yıl ve daha sonra da su sıkıntısı yaşanınca sulama rejiminde arayışlara yönelik TÜBİTAK Projesine destek olmak amaçlı çalışmalarda yine Tahirova anılarıyla süslü günlerim(iz) oldu. Böylece çeltik için de %30 luk bir pay yazabilirim Enstitü yıllarıma. Laboratuvar şefim rahmetli Dr.C.Saydam‘ın doktora çalışmalarına yardımcı olmak üzere pamuktaki Vertisilyum Solgunluğu çalışmaları da mesleki yaşamımda %5 lik paya sahip olduğunu biliyorum. Bu çalışmaların uzantısı olarak hastalık etmeni Verticillium dahliae’nın mikroskobik zerafetine duyduğum hayranlık nedeniyle zeytin ve sebzelere açılımlarım da bana ek yayın olanakları sağladı. Bu da 1989 da özel sektörde doçentlik başvurumda değer kazandırdı. Enstitü yıllarımın %5 inde de bağ, üzüm vardı. İlk günlerde Antraknoz hastalığına karşı çözüm ararken “zaç yağına karaboya” karıştırıp fırça ile sürmekle bağa girmiştim Aykut’la birlikte. Daha sonra Aykut Devlet Lisan Okulu’na gidince yine bir TÜBİTAK Projesi olan “Ölü Kol Hastalığı“na çözüm arayışlarında daha çok bağcı olmuştum. Peki ya özel sektöre geçince hangi ürünler yaşamımda öğretici roller üstlendi ?

Bunu da yazmaya kalkarsam bu satırlar asker mektubuna benzeyecek. Burada kalsın. Ana mesajım da “beyin ne ararsa onu bulur” olsun ki bunu çağrıştıran anıda oturum başkanı rahmetli Prof.Dr.İ.Karaca idi. Solgunluk Simpozyumu düzenlemiştik Türkiye Fitopatoloji Derneği olarak. Sebzelerde (domates, biber, patlıcan ve bamya) solgunluk etmeni olarak Verticillium dahliae’nın yaygınlığını ve “Çapraz Bulaştırma Testleri“nin sonuçlarını ortaya koyarak etmene dikkat çekiyordum. Bu arada Komser Osman da (O.Yalçın) domateste solgunluk hastalığını Fusarium oxysporum (lycopersici) etmeni ile uzmanlık çalışması olarak inceliyordu. Aynı domates tarlasına giriyorduk. Ben örnek alıp etmeni in vitroda Verticillium olarak izole ediyordum; Osman ise Fusarium olarak… Bu durumda bir çelişki gibi görünüyordu simpozyumdaki sunumlarımızda. Haklı olarak da soruldu, bu nasıl iştir diye…Biz eveleyip geveledik. Halbuki yanıt gözümüzün önündeydi. İmdadımıza rahmetli Karaca yetişti. Biz izolasyon çalışmalarında “su agar” ortamını kullanıyorduk ve Verticillium için seçici olduğu için V.dahliae’yı elde ediyorduk. Osman ise “PDA (Patates Dektroz Agar)” ortamını kullanıp Fusarium elde ediyordu. Ortada bir çelişki yoktu; beyin ne ararsa onu buluyordu. Çünkü bulmak için gerekli koşulları hazırlıyordu. Ortada bir sürpriz yoktu.

Bu kadar yetsin ve mesleki yaşamımda fitopatolog (bitki hastalıkları uzmanı) olarak çok sevdiğim iki fungusun (mantar) adını ve nedenlerini yazarak yazımı bitireyim. İlki spor taşıyıcısına bağlanışındaki zerafet ve görünüşündeki basitliğin çarpıcı etkisi nedeniyle Verticillium dahliae fungusudur. Benzer görüntüye vermeye çalışarak beni yanıltmaya kalkan Fusarium moniliforme’ye kimi zaman kızsam da çeltikteki doktora çalışmam sırasında “Bakanae Sendromu” ya da “Erkek Çeltik” kavramını düşününce byu kızgınlıklarımın yok olduğunu keyifle anımsarım. İkincisi ise gerçekten bir başka güzeldir. Onun da spor taşıyıcısına bağlanan dibindeki özel çıkıntısı; iki hücreli yapısının ucundaki zarif ve sivri ucu ve “Kışlama (Over wintering)” çalışmalarında ortaya çıkışında verdiği müjde ile her zaman sevgi ve özlemle anacağım “Yanıklık Hastalığı” etmeni Pyricularia oryzae‘dir. İşte böyle bir şey. Yaş yetmişi ortalayınca, yaşam gölünün karşı kıyısı görününce ve Çeşme güzelliklerinde başta sağlık olmak üzere her şey yolunda gidiyorsa şükür ve şükranlar yanında duaların gücü hepimizi mutlu ediyorsa daha ne ister insan ? İki fungusun zerafeti bile yetiyor dinginse ruhun ve yoksa başka arayışların…

Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü