Yaşam Büfesinde “Terzi (Baba)”

“…G20/F35/s400 ve daha neler neler…Ölçülebilen değerler gelişir(miş) de terzi iyi mi ? Adamın biri terziye ısmarladığı takım elbiseyi denemektedir. Terziye “Bu kolu biraz daha içeri almalısınız !” der. “Fazladan üç santim uzun bu“. “Hayır” der terzi. “Kolunuzu dirsekten bükün…Bakın işte yen nasıl çekiliyor” (Lütfen dikkat: Buradaki yen ceket kolunun dirsekten aşağı bölümü, yoksa Japon para birimi değil). “E, tamam” der adam “Fakat şimdi de yakaya bir bakın. Dirsekten kolumu büktüğümde yaka ta enseme çıkıyor !”. “E,” der terzi “Başınızı dik tutun ve biraz arkaya atın. Şahane oldu şimdi”. Adam “İyi ama böyle yapınca sol omzum sağdan üç santim aşağıda kalıyor“. Terzi “Hiç dert değil, belden sola doğru biraz eğildiniz mi, tamamdır“. Adamcağız sağ kolu kıvrık ve yana açık, kafası dik ve biraz geride ve belden sola yatık çıkar terzinin atölyesinden. Sallana tökezlene bir garip yürümektedir. Aynı anda sokaktan geçen iki kişi adama dikkat eder. “Vah zavallı adamcağız” der birincisi “Genç yaşta sakat kalmış içim paralandı valla“. Diğeri de “Öyle ama terzisinin bir dahi olduğu kesin; baksana takım elbiseyi tam oturtmuş”. Bu terzinin diktiği takım elbise herkese tam oturacaktır; çünkü terzi adamı giysiye oturtmaktadır…”

Çifte kutlama (ÜC/53; BC/Hollanda Yolları) ve PARSAV6733 

Merhaba

Yazımın girişindeki fıkrayı “Felsefe ve Mizahı” birleştirip “Felsefespri” sözcüğünü yaratan Harvard’lı iki profesörün kitabından ödünç aldım. Kitabın 39 ve 69 ncu sayfalarındaki iki fıkra arasında seçim zorluğu yaşadım. Terziyi (69) seçtim; aklım hahamın önerisine (39) ve adamın son sözlerine takılı kaldı: “Akılsız, havlu işte böyle sallanır”. Tokyo’da Menemen bardağı gibi sıralanmış, adamın gözüne Holywood yıldızları gibi görünen bizimkilere baktım da “Terzi/Haham” ikisi de bize uyar (veya uydururlar) gibi geldi. Bu paragrafı üç gün önce yazdım. Araya “Alaçatı Dostları” girdi; kesintiye uğradı. Daha sonra, dün (14.07.2019), “Amerikalı Kuzen/Yeğen Plus” beraberliği yaşadık Nezuş’un her zaman olduğu gibi hünerli, mükemmel sofrasında ve içten sunumlarında. Böylece ardışık iki yoğun günden sonra  bugün yeniden laptopumun tuşlarına dokunabildim. Sözde bugün bayram…Neden sözde diyorum ?

Yol Ayrımı

…Bir gece cırcır böcekleri sessizken ve bulutlar ayı gölgelemişken Bob, gitarını aldı ve çiftliği terketti (Yetmişli yıllarda Hisarcami’nde sahte gözyaşlarıyla etrafa k*n saçarken Amerika’ya kaçmasına göz yumuldu. Yıllarca dil üstünde tutulup güçlendirildi. Ne istediyse verildi. Bu nedenle bu yazımın başlığını önce daha farklı düşündüm. Başlık için beğendiğim bir özlü sözü azıcık değiştirdim. Beğendiğim söz “her istediğini söyleyen hiç istemediğini işitir” idi. Boşboğazlık için, boşboğazlıktan sakınmak için en beğendiğim uyarıcı sözdü.  Bu sözü “her isteneni veren sonunda babayı alır” şekline çevirmek istedim özellikle “GAP Dengesi”ne olan inancımla. Bu nedenle yazıma önce “Baba(y)lanmak” başlığı atıp “baba”nın anımsattıklarını yinelemek istemiştim. Şimdi parantez içinde bugünün etkileşiminde “keşke”leri yazmaya çalışıyorum. Şu an görebildiklerim üç yıl önce bir birikim sonucu, paylaşmada çıkan anlaşmazlık sonucu, kan akmaya kadar giden gözü dönmüşlükle birbirleriyle çatışan suçlular -ki ben bunlara fetagiller diyorum- arada kalan, emirlere uyan suçsuzların kanlarını akıttılar, canlarını aldılar. Ve bugün utanmadan, sıkılmadan, ök(s)üzü kaçıran, dişlilerle birlikte, birşey oldu ama ne oldu anlamadım diyerek kendi takımını hezimete uğratan (13>806) Aİ ile birlikte bildiklerini okuyarak yola devam ediyorlar. Yirmi beş yıl önce benzer ekonomik krizin etkileri altında Vehbi’nin rucu şiirlerini okuyordum ve ne yazık ki ilk mısrada ele alınan kılıçtan ikinci mısrada verilmesi söz verilen bir kese altına ulaşmaya yetmiyordu aklımız ve dayanma gücümüz…Ne diyordu Sümbülzade Vehbi beyitlerinin ilk satırlarında:

(Azm-ü hamam edelim, sürtüştürem ben sana /….; Lal-ı şarab içirem ve ıslatıp geçirem /….; Eğil eğil sokayım, iki tutam az mıdır? /….; Diz çökerek önüne ılık ılık akıtam / ……; Salınarak giderken arkandan ben sokam / …..; Kulaklarından tutam,dibine kadar sokam / …..;Öyle bir sokayım ki, kalmasın dışarda hiç / …..; Eğer arzu edersen ben ağzına vereyim / ……; Herkese vermektesin, bir de bana versene /…..; Sen her zaman gelesin, ben Vehbi’ye veresin / Esselamun aleyküm ve aleykümüsselam ) Sadece son beytin tamamını yazdım. Diğer beyitlerin kılıç yerine bir kese altın hak eden ikinci mısralarını şu linkten erişip okuyabilirsiniz: https://www.chip.com.tr/forum/sumbulzade-vehbi-efendi-padisaha-yazdigi-siir-aci_t135900.html )

Yıllarca nemalanıp güçlenen gözü dönmüş fetagiller rucu şiirinin ilk mısraını düşünmediler ve ikinci mısrasıyla altınları paylaşırken üç yıl önce bugünü yaşattılar. Bugün buna bayram diyoruz; peki ya üç yıl önce bugün kime bayramdı ? Tam bir felaketti. Birden kılıçlar çekildi gözü dönmüş kindarların; aldıkları altınları unutarak…Parantez içi dışından daha çok veri doldu; kapatsam iyi olacak).

“…Bir gece cırcır böcekleri sessizken ve bulutlar ayı gölgelemişken Bob, gitarını aldı ve çiftliği terketti. Yıldızların ışığı altında tozlu yol ayrımına kadar yürüdü. Karşısına çıkan uzun boylu, karanlık figürlü adam Bob’un gitarını aldı, akordunu yaptı ve öyle bir çaldı ki gitarın telleri ölümcül bir duyguyla ağladı, çınladı ve daha önce duyulmamış bir müzik ortaya çıktı. Çalmayı bitirdiğinde yabancı kim olduğunu söyledi: O “Şeytan”dı. Şeytan, Bob’a bir teklifte bulundu: Bob’un ruhuna karşılık gitarın sesi. Bob bu teklifi kabul etti ve o güne kadar dünya üzerinde yaşamış en iyi gitarist oldu; şeytanın müziğini çaldı. Bu müziğin adı “Blues” tu. Bob ve müziği efsane oldu. Altı yıl sonra şeytan zamanın geldiğini söyledi ve Bob’un ruhunu aldı. Bob 27 yaşındaydı…”

Bu öykü ne tam doğrudur ne de yanlış… Bu öykü Alman efsanesiyle Afrika asıllı Amerikalıların bir efsanesinin karışımıdır. Alman efsanesi ise 16ncı yüzyıla uzanan Faust’un öyküsüdür (daha fazlası için “Bir Atı Kanatlandırma Sanatı” isimli kitabı okuyun). Blues’ta böyle bir gitarist vardı ve 27 yaşında ölmüştü. Belki şeytanla bir anlaşma yapmadı ama “en iyisi” için kendinle bir anlaşma yapmak için bir yol ayrımına gelmişti. Bob 19 yaşında evlendi. Bir müzisyen olarak sahip olduğu yeteneğe rağmen bir çiftçi ve bir baba olarak durağan bir yaşam tarzını benimsedi. Karısı Virginia doğum sırasında ölünce ruhunu şeytana satarak kendini sadece blues çalmaya adadı. Asıl adı: Robert Johnson’dur ve verdiğim “crossroad/yol ayrımı” şarkısı bir milyondan fazla izlenmiştir (https://www.youtube.com/watch?v=-BkPm8JIJJQ).

Terzi, Yol Ayrımı ve Baba(y)lanmak

Babamın bana düşkünlüğünü, bizim için özverisini ve çatışmalarımızı düşündüğümde oğullarımla ilişkilerimde ve oğullarımın torunlarımla ilişkilerinde nasıl bir kıyaslama tablosu ortaya çıkar ? diye dalar giderim çoklukla sabahın serinliğinde deniz kenarında, çevre temizliğinden sonra elimdeki kitaba ara verip denizin dalgalarına bakarken…Bunu C13 içinde ve “Copculaşmak” dediğim kavram çerçevesinde “Baba” figürü olarak irdelemeye çalıştıkça belirli bir yapı şekillenmiyor gözümde. Buna rağmen babamla ilişkilerimden bir kesit aldım. Ümitgillerin mangal partisinde bir kare oluşturmaya çalıştım. Sohbete: Einstein’ın yalan söylemeye ihtiyacı var mı ?”  sorusuyla başladım. Yanıt netti: Hayır. Bu soru bir başka soruyu tetikledi: “Yalan söylemek bir ihtiyaç mı ?”. Bence “Koşullu olarak yanıt EVET”. Ben babama yalan söyledim. Hem de bu yalana rahmetli sınıf arkadaşım Prof.Dr.L.Çağlayan’ı ve sevgili Yıldırım’ı da alet ederek. Çünkü ondokuzlu yaşımda kız arkadaşım Nezuş’la buluşmama izin vermiyordu babam (ki bir yıl sonra evleneceğimi, bizi evlendirmek gibi ödüllendireceğini hiç de tahmin edemezken). Yalan söylemenin neden ihtiyaç olabileceği konusunun “Açık uçlu sorularla” daha fazla açıklamaya ihtiyacı var (bir başka yazıya). Peki bizim @BİDE’nin “Neden hiç yalan söylemeye ihtiyacı olmadı ?”. Bu sorunun yanıtını yazıma eklediğim kolaja koymadım. Ayrı bir kolaj konusu olacak kadar mükemmel yanıtlar, yaklaşımlar var ki işin özünde “Dürüstlük” söz konusu. Çocukların ve ebeveynlerin birbirlerine karşı dürüstlüğü gerçek anlamda var olduğunda yalan söylemeye ihtiyaç olmuyor. “Peki sizce dürüstlük nedir ?” bu soruyu da gündeme getirip sohbetin içinde dillendiriyorum. İnşallah bir başka yazıya.

Yazım yan dallarla uzadı. “Baba”ya yer kalmadı. Halbuki seksenli yılların ortasında Koçarlı’nın köylerinde akşam üzeri kahve sohbeti yaparken şose yoldan tozu dumana katarak geçen konvoydaki sesler çınladı kulaklarımda: “Kurtar bizi baba !”. Aradan otuz yılı aşkın zaman geçti ve şimdi genç bir “Can Baba” ortaya çıkıyor bizi kimden, neyden, nasıl kurtaracaksa… Var mı aslında birbirlerinden farkı, zihniyet değişmedikçe…Barbaros Hayrettin’e kulak verirsek ruhunu şeytana satmanın gerçeğini görürüz ya da terzinin ustalığını (https://www.youtube.com/watch?v=QBB3ENbpYUM&list=RDQBB3ENbpYUM&start_radio=1&t=22) ve belki de bu gidişle bir yine GAP Dengesinde bu kez hiç bir şey olmasa bile bir şeyler olmasının karşılığında vereceklerimizle yine baba ile başbaşa kalırız…

Daha ne babalar kaldı dağarcığımda. Tozlu köy yollarında “kurtar bizi Baba” feryatlarından az önceydi. Rahmetli Özal cumbaba olma yolundaydı. Ankara’da bir resepsiyon vardı. Yabancı protokolden biri sordu (önce “Protokol” sözcüğünün Latince anlamına bakalım: (https://eksisozluk.com/protokol–51504) latince proto (birinci) ve kolos (g*t) kelimelerinin birleşmesinden oluşan, dolayısıyla “birinci g*tler” gibi güzel bir anlama sahip kelime ): “Sizin iki lideriniz vardı; biri romantik, diğeri klasik ne oldu onlara ?”. Rahmetli Ecevit ve Demirel’i soruyordu ve onlar Balmumcu’daydılar. Konuşmaya kulak misafiri olan ünlü bir gazeteci (sanırım Leyla Umar) hemen söze girer: Romantik’in “roman” ı gitti, geriye “tik”i kaldı. Klasik’in de “Kla”sı gitti ve… demeye ramak kala hemen birisi atıldı ve susturdu: “Aman dikkat” dedi “Özal hemen arkamızda ve bu tür sözleri sevmez”. Gazeteci hanım istifini bozmadı ve sözlerini şöyle sürdürdü: “Klasik’in de Kla’sı gitti; biz geride kalanına “baba” diyoruz”. Çok sevdiğim ve bence çok yerinde bir tanımlama ile cuk oturan bir yanıttır (şimdi bu kısa anlatımda üç kavram dikkati çekiyor meraklısına: Ramak kalmak; İstifini bozmamak ve Cuk oturmak”).

Bir diğer babalı günleri babasının malıymış gibi her şeyi satmanın öncüsü olan bir rahmetlinin sözlerinde yaşadım. Sıvı yumurtayı icat etti; yolları köprüleri “babalar gibi” sattı ve yol ayrımında babayı bulup göçüp gitti. İşte tüm bunlar “GAP Dengesinde Babayı Bulup Baba(y)lananlar” olarak belleğimde hak ettikleri yeri aldılar. Tüm bunların ışığında bugünü bayram olarak görebilmek için ne aklımda, ne ruhumda ve ne de yüreğimde yer kalmadı. Şu şarkının sözleriyle veda ediyorum: “Viraneye dönmüş gönlümde mecal kalmadı…”(https://www.youtube.com/watch?v=nbkEbF849PM).

Sağlık ve esenlik dileklerimde 29 Ekim gibi, 23 Nisan gibi, 19 Mayıs gibi gerçek bayramlarda “her şeyin daha güzel olmakta olduğunu” göreceğimiz günlerin keyfi, huzuru içinde görüşmek umuduyla yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü