Yaşam Büfesinde “Bisiklet”

“…”Nesnel (objektif) olarak birbirine eşdeğer olan çözümlerden birinde karar kılmaya “tercih” denir ve tercih öznel (sübjektif)tir. Çözüm geliştirmek zeka, en iyisini bulmak ise akıl ister” demiş Ege Bey. Kral Arthur da aynanın karşısına geçip dua ederken aynen şöyle diyordu: “Tanrım, bana doğruyu bulmak için akıl, seçmek için irade ve sürdürmek için de güç ver“. Kral Arthur akıllandı mı ? Asrın otoritesi akıllı değil mi ? Aşırı güç iradeyi bozar mı ? MRP II nedir bilir misiniz ?..”

Bisikletli Duru (20.03.2019); Baba Kerem ve Musto Dede’den seçmelerle MRP Üçlemesi
Merhaba

Bir yanda Ege beyin yazısının zihnimdeki izleri; diğer yanda gözümü kulağımı kapasam da öfke dolu yalanların yıpratıcı etkisi Çeşme’nin bahar güzelliğinde bile beni yoruyor. Akşam olunca kendime soruyorum: “Hangisi daha yorucu ?“. Çimleri baskılamış yabancı otları temizlemek için üstümdeki kırmızı tulumla ot yolmak mı ? Yoksa saat 19.00 olunca bay Portakal’dan haber dinlerken ar damarları çatlamış; şakaklarındaki gerçek damarları kabarmış öfke dolu gözlerle yalan dolu sözleri duymak mı ? İkincisi daha yorucu ve uykumda karabasanlara dönüşüyor. Çok sevdiğim bir sözü düşünüyorum: “Öfke gelir göz kararır; öfke gider yüz kızarır”. Bu sözü seviyorum da neden doğruluğunu göremiyorum ? Barış da öyle diyor Bağevinde “Dedeciğim ben senin dediğin gibi GAT Dünyasına inanmıyorum. Çünkü input (girdi) ile output (çıktı) arasında bir denge görmüyorum”. Aslında haksız da sayılmaz; demem gerekse de “Kelebek Etkisine” sığınarak her koşulda her zaman bir denge olduğunu savunuyorum. Çünkü çoklukla etki ile tepki, daha doğrusu sebeple sonuç arasındaki ilişki zaman ve mekanda birbirinden çoklukla uzak olduğu için ilişkiyi seçemiyoruz, göremiyoruz. Öyle ki bazen bir ömür yetmiyor ve öbür dünyaya bırakıyoruz açık hesaplarımızı. Ya da bugün ekranlarda bitmeyen hırsla, doymayan arsızlıkla öfkeleri hiç dinmediği için yüzlerini kızartacak aşamaya henüz gelmemiş oluyorlar; çünkü öfkeleri dinmiyor. Şurası bir gerçek ki artık işin şirazesi kaydı. İyi olur inşallah diyelim ve dileyim ki; gerçekten de “Martın Sonu Bahar” olsun ve biz dünden bugüne bakalım. Neden yazımın başlığı “Bisiklet” ?

Çok kere yazdım. Kaç kere yazdığımı anımsamıyorum. Anılarımdaki bisikletlere değineceğim. Bu sabah (20.03.2019)Duru evden okula bisikletle gitmiş. Sevindim. Demek ki dün İzban/Metro yapıp, Karşıyaka’dan Çankaya’ya inip de dönüşe geçerken gözüme takılan nesne için soru sormakla iyi yapmışım. Bu cümleye başlarken sonunun böyle getireceğimi düşünmüyordum. Önceki cümlenin içine “soru sorma” konusunu neden son anda ekleyiverdi ki aklım ve elim ? Geçen hafta Çatıdan indirdiğim ve İzmir’e götürmeyi unuttuğum için önceki yazıma tam olarak ekleyemediğim bir gazete küpürü var önümde. Onun başlığı da aynen şöyle “İnsanoğlu Soru Sormadan Yapamıyor“.

Onbir yıl önce; 5 Mart 2008 de Cüneyt Ülsever yukarıdaki başlığı taşıyan yazısına şöyle başlamış: “…Menkibeye göre Cenab-ı Allah, Hz.İbrahim’in Allah’ın ölüleri canlandırabildiği hakkında şüpheleri olduğunu bildiği için: “Yoksa bana inanmıyor musun ?” diye sormuş. Hz.İbrahim de Allah’a (mealen): “Önce aklıma hitap et ki, sonra gönlüme yerleşsin” diye cevap vermiş. Peygamberlerin bile aklının almadığını gönlü zor kabul ediyor…” Bugün bırakın aklı bir yana ne gönül kaldı ne de ahlak… Her neyse ülkemin genel perişanlığını bir yana koyayım ve 31 Mart sonrası için hayır dileyerek dünden 62 yıl önceye gideyim ve bakayım 1957 ile 2019 ilişkisinde “Girdi ile Çıktı” arasında bir denge var mı ?

Kör Şakir’in Raleigh (Rale “R”)‘siyle bilmem kimin Miele (M) ‘si arasındaki “seçim süreci“nde uykusuz gecelerim vardı 1957 yılında ilk okulu bitirince… Rahmetli babamın her “Fuar Zamanı“nda bana “Sor bakayım kaç paraymış !” diye “soru sormayı öğrettiği” yıllardı 1957 ve hemen öncesindeki yıllar. Daha sonraları, lise yıllarımın yaz tatilinde yedek parçacı yanında (Gönültaş Şeref Abi ve Halit Abi) çalışırken “Fuar Zamanı” ne demekmiş daha iyi öğrenecektim. Örneğin elli liralık “Göbek Saplaması“nı pazarlıkla yirmi liraya almaya çalışırsa müşteri, Halit Abi hemen “Fuar zamanı gel” derdi. Demek ki “Fuar Zamanı” olmayacak duaya amin deme zamanıydı. Bugün de ülkemde hak, hukuk, adalet, dürüstlük, ahlak ve etik değerler ne zaman yeniden hissedilir olacak diye sorsalar yanıt kısa ve net olacak: “Fuar zamanı”. O zamanlar üstelik “Fuar Zamanı” , 20 Ağustos ila 20 Eylül arasında tam bir aylık süreydi. Şimdilerde ise daha kısa ve artık “Fuar Zamanı“nın beklemekle ilgili olarak önemi de pek yok.  Üstelik o bir aylık sürenin “9 Eylül” ü kapsayan haftasının da ayrı bir anlamı olurdu “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” diye avazımız çıktığı kadar bağırırken. Her neyse rahmetli babam her yıl bizi “Fuar Zamanı” Soma’dan İzmir’e getirirdi. Ülkelerin pavyonlarını gezerdik. Bisikletlere hayran hayran bakardım. Babam da “Git sor bakalım kaç paraymış” derdi. Gider sorardım. Almazdı; alamazdı. Çünkü babam o yıllarda tütüncülükten, kahvecilikle köfteciliğe terfi etmiş sürekli hesap kitap yapan bir esnaftı. “Fuar Zamanı” nın alacalı bulacalı modern bisikletleri ne babamın bütçesine ve ne de benim yaşımla Soma’nın yokuş taşlı sokaklarına uygun değildi. Benim gözüm Cumhuriyet Meydanı’nın arka tarafında Demirciler Arastası’nın yan sokağı olan çıkmaz sokaktaki “Kör Şakir” in tavanına asılı duran haki renkli Rale (R) marka bisikletteydi. O bir hayaldi. Çünkü sözünü ettiğim bisikletin teker ölçüleri 28×1,5  (yirmisekizbirbuçuk) tu. Anlamı, en büyük bisikletti. Ben ise sıska ve kısa boylu, ufak tefek, kara kuru bir çocuktum. Daha küçük boyutta olan bisikletin bile selesine oturamıyordum. O zamanlar kız tipi bisikletler de yoktu (veya ben Soma’da görmemiştim). O bisikletlere sol tarafından binerken sağ ayağını orta şaşi demirinin arasındaki sokup sürüyordum; tıpkı Empoaska gibi yandan yana gidiyordum. Boyumu aşsa da her şeye rağmen ben o Rale (R)‘i istiyordum. Olmadı. Çünkü fiyatı 900 liraydı. Çok para. Sonunda babam elden düşme Miele (M) aldı; 250 liraya. “Balya Öküzü“nün boynuzları gibi gidonu (direksiyon) vardı. Ya da kamyon direksiyonu gibi kocamandı. Miele(M)‘nin boyutları ise 26×200 (yirmialtıikiyüz)du. Bu boyutlar ne tür farklar ortaya çıkarıyordu;  merak edersiniz diye açıklayayım.? Rale (R)‘nin teker çapı daha büyüktü (26 ile 28 in farkı olan 2×2=4 cm); Miele (M)’nin ise lastiğin yere değen yüzeyi daha genişti (2 nin 1,5 inç dan farkı olan 0.5×2.54= ~1.3 cm). Bunun sonucu olarak “Balon Lastik“li olan Miele (M) çok daha ağırdı (Gavur Ölüsü). Üstelik o yıllarda ülkede lastik sıkıntısı vardı (belki de sadece Soma’da ya da sadece bizim evin bütçesinde). Abartmış olmayayım 26 cm yarı çapında olan her tekerin lastiğinde yirmialtışar yama vardı. Yaz tatillerinde “Köfteci Fahrettin’in Oğlu (daha doğrusu Çırağı)” olan ben Mustafa’nın günde iki saat sokak izni olurdu. Miele (M) alındıktan sonra bu iki saatin yarım saati yandan çarklı olarak bisiklet binmeye giderken geri kalan bir buçuk saatinde elimde zımpara, eski lastikten kesilmiş yama ve sülüksüyonla lastik tamirinde geçerdi. Aradan bir kaç yıl geçti ve İzmir’de ortaokul yıllarım başladı. Miele(M) ile Zeyinlik’teki günlerimin çevreye olan etkisini rahmetli Lâtif anlatırdı. O bisikletten nasıl kurtulduğumu, babamın kime kaça sattığını hatırlamıyorum. Tek aklımda kalan çocukluğumda ben mi Miele (M)‘ye bindim yoksa o mu bana bindi ? sorusuna hâla yanıt arıyorum…

Aradan yıllar geçti. Evlendim. Ümit oldu. Askerden döndüm. Babamın desteğiyle Ümit’e bir bisiklet aldım: Pinokyo (P). Direksiyonu ve selesi (oturulan yer) ayarlanıyordu. Bazen Ümit bazen de ben biniyordum. Zamanının en iyilerindendi. Çankaya’dan almıştım. Satan dükkanın satıcısı Ortaokuldan arkadaşım Hüseyin’di. Sanırım 1.700TL na almıştım. Sarı-kahverengi arası bir renkteydi. Kimi akşamlar sıkıntıyla Pinokyo(P)’ya biner ve Tepecik’ten Konak yoluyla Güzelyalı’ya kadar gider gelirdim. Üç katlı evimizin girişinde dururdu. Bir gece hırsız girdi Pinokyo(P)‘yu çaldı. Ne kadar üzüldük ? bu sorunun yanıtı da şu an aklımda net değil…

Altmış yılı aşkın geçmişin izlerindeki üç bisikletin, Miele(M), Rale(R) ve Pinokyo(P) nun baş harflerini buluşturduğumda MRP ortaya çıkıyor. Bu sözcüğü ilk defa 1986 yılında İsviçre’den dönüp de yeni Gn.Md.müz olan ( o zamanlar CEO nedir bilmezdik) Sayın AÜ’nın yürüttüğü yıllık toplantıda duydum. İki düzine yılımın geçtiği üç evreli iş yaşamımda CINOS’un gelgitlerinde İsviçre disipliniyle yapının güçlendirildiği yıllardı seksenlerin sonları. Önümüzü görememek hemen her koşulda söz konusuydu ülkemin koşullarında ve bizim alışkanlıklarımızda (!). Buna karşılık Merkez (İsviçre-Basel) gelecek 24 ayın kestirimlerini istiyordu. Amacı da “MRP” idi. Açılımı “Management Resource Planning / Kaynakları Planlama Yönetimi” idi. Biz bu kavramla yeni tanışırken İsviçre’de MRP II e geçilmişti. CINOS‘un ilk evresi olan Ciba-Geigy’de ikinci yılımdı. Yıllık toplantıyı Antalya’da Sera Otelde yapmıştık. Otel yeniydi. Otele hayrandım. Onaltı yıllık Enstitü yaşamımda “Kamu Kurumu” olmanın köhneliği ve yetersizliğinden sonra bu tür otellerde yıllık toplantı yapmak apayrı bir şeydi benim için. Üstelik “Yapı/Sistem/İnsan Üçlemesi” ile büyüme, gelişme, değişme ve dönüşme yanında sürekli öğrenme yolculukları da bir başka keyifliydi. Finanstan sorumlu olan hanım arkadaşımız (SD) Avustralya’dan yeni gelmişti. Konuşma dili Türkçe’den daha çok İngilizce’ye yatkındı. Gerçi Gn.Md.müz için de öyleydi. Onun da tahsili Amerika ve annesi ve eşi de Amerikalıydı. Buna rağmen Türkçe’ye özen gösterir ve özellikle yazı dilinde Türkçe’yi çok iyi kullanırdı. Finansçı hanım MRP II yu “Emarpitu” olarak söylerdi ve her seferinde Gn.Md.müz “Merepeiki” diyeceksin diye uyarırdı. İşte oradaki “MRP” ile beni etkileyen, yaşamımda iz bırakan üç bisikletin baş harflerinden oluşan “MRP” zihnimde buluştular. Nereden nereye ? “İnsanoğlu kuş misali” derdi rahmetli annem ve zihindeki düşünceler de bağlantı oluşturmak için aynı şekilde kuş misali: Beyin ne ararsa onu buluyor

Yıllar yılları kovaladı ve seksenli yılların başlarında Kerem’in üç tekerlekli bisikleti ve ardından da oturarak ayak pedalıyla sürülen “Düldül“ü oldu. Düldül’ü hırsız çalmasın diye ikinci kata, kapının önüne koyuyorduk. Bir gün evden haber geldi Enstitüye: Kerem Düldül’le merdivenlerden inmiş ve yuvarlanmış. Haydi doktora. Allah korudu. Daha sonra Çeşme’li günler başladı. Kerem büyüdü. Bir gün Çankaya’dan geçerken ona yeni çıkan bisikletlerden aldım. Görünüşü güzeldi. Dağ bisikleti gibiydi. Ancak ya bizim yollardaki pıtrak dikenleri çok güçlüydü ya da bisikletin lastikleri yatıktı. Çokça lastik sorunu yaşadık. Keyifli bisiklet binmeler pek nasip olmadı gibi Kerem’e de benim çocukluğumdaki Miele’nin azizliği içinde… Bereket Kerem hızlı büyüdü de bisiklet sevdası benim çocukluğumdaki gibi olmadı. Ya da olduysa da ben CINOS‘taki 24 yılın hay huyu içinde bunun pek farkında olamadım. Eray haklı. Ortanca çocuk olmak zor. Ümit’in Pinokyos’su oldu; Kerem’in Düldül Plus’ı; Eray’ın bisikleti olmadı. Ellili yılların Soma’sından düne geliyorum. Altmış yılı aşkın süre geçmiş aradan…

Kerem, Duru’ya “Sana scooter alayım” demiş yaş günü hediyesi olarak. Duru da “Babaannem bana bisiklet alacak” demiş. Dün akşam üzeri (16-18 arasında) iki saatlik bir zamanım vardı. Çeşme’de hem LG hem de Sony’nin uzaktan kumandaları bozuldu. Onları uygun yenisini almak için İzban-Metro yoluyla Çankaya’ya gittim. İhsan adında sevdiğim bir satıcı var. Ona gittim kumanda almaya. Yerli Elektronik’ten Aytaç’a gönderdi beni. Yolumun üstünde bisikletçiler vardı. Bir bisikleti gözüme kestirdim. Alsam mı almasam mı diye tereddüte düştüm. Çünkü ABİDE‘mizin yaş günlerini kutlarken bu yıla kadar önce tam (Ata) sonra yarım altınla kutlarken bu yıl yüz dolara döndük stok yönetimi açısından. Bu nedenle seçim yapmakta zorlandım. Biraz da “bisiklet”konusunun ne kadar hevese, heyecana, sevince yatkın olduğuna emin değildim. Kerem’e sordum. Kararı bana bıraktı. Bisikletçinin önünde iki tur attım. Sonra almaya karar verdim. Aldım almasına da şimdi onu Metro-İzban ikilisinde Çankaya’dan Karşıyaka’ya nasıl götürecektim ? Yolda yürüterek Metroya geldim. Kucakladım (ağırmış) turnikeden zorla geçirdim. Güvenlik kontrolu yapan gençler halime acımış olmalılar ki bisikletli geçişime ses çıkarmadılar. Metroda iniş binişlere azıcık zorluk yaratmış isem de kimse sesini çıkarmadı. Hava serindi. Ben sıkıntıdan terledim. Halkapınar’da inip İzban’a aktarma yapmak için turnikeye geldim. Güvenlik görevlisi hanım “Amca bisikletle binemezsin” diye yolumu kesti ve duvara asılı uyarı panosunu gösterdi. Metrodan geldiğimi, sorun olmadığını ve şimdi bu arada ne yapacağımı acınası halde yansıtınca amiri görünümde olan Tahsin’e seslendi. Tahsin bize bakarken daha acınası bir tavır takınıp bisikleti havaya kaldırıp turnikeden geçme hazırlığı yaptım. Tahsin halime acıdı ve eliyle “geçsin” işareti yaptı. İzban daha kalabalıktı. Karşıyaka’ya kadar olan altı istasyonda her “Dikkat kapılar açılacak/kapanacak” uyarısını duyduğumda inen binenlerin gidonun ucuna takılan popolarından ses gelecek diye daha bir fazla terledim. Aslında yetmişinden sonra da olsa kamu ulaşım araçlarında buna benzer zorlukları zaman zaman yaşamak insanın vigorunu azıcık da olsa artırıyor gibi geliyor bana. Rahmetli annemin dediği “Şeytana azapta yaraşır” sözüne bir kez daha inandım. Satın aldığım bisikleti eve taşımanın yarattığı bu zorluğun bir benzerini Pinokyo’yu alınca da yaşamıştım. O günün koşullarında parasal olarak devlet memuru olmanın sıkıntılarıyla bisikleti alınca cebimdeki son metelikle Tepecik dolmuşuna binmiş ve bisikleti de bagaja sığdırmıştım. Çankaya’dan binip, bir durak sonra, Basmane’den dolmuş sağa döneceğine sola dönünce anladım ki yanlış dolmuşa, Kahramanlar dolmuşuna binmişim Tepecik diye. Hemen Fuar’ın köşesinde indim ve Pinokyo’yu ittire ittire eve kadar yaya olarak geldim. Demek ki yaşamımda  bisikletin Miele olmasının lastik tamiriyle, Pinokyo olmasının yaya yolculuğu ile ve dün Prenses olmanın İzban sıkıntısıyla bende, öykü yaratacak etkileri anıları oluyor. Bunlar sıkıntı gibi görünse de heveslisine öğrenme mesajları da veriyor.; tıpkı HAGEM‘deki konuşmamda dikkat çektiğim “Her piyon potansiyel vezirdir” sözü gibi. Yeter ki kişi almaya hazır olsun, istekli olsun kişi…

Bu kadar yetsin. Şimdi yazıma görsel olarak ne ekleyebilirim ona bakayım. Sağlık ve esenlik dileklerimle bisikletli günleriniz hep açık ve aydınlık yollarda keyif ve huzur dolu olsun.

Öykücü