Yaşam Büfesinde “Lokma”

“…Oksijenli su; Tendürdiyot; Pansuman; Asprin; Bir fincan kahve; Hipnoz; Göz boyama; Akupunktur; Koca karı ilacı; Sülük; Boynuz; Hacamat; Cambaz… Kaybolan anahtarı ışığın altında arayanlar; Doktor neredesin ? Hastane mi, Şifa Evi mi ? Operasyon ne zaman ? Bazen tedavi, hastalıktan daha fazla acı verebilir; vermeli… “Yak oğlum, yak artık şu ormanı…” demişti rahmetli Prof.Dr.Vamık Tayşi “Ekoloji” konulu doktora dersimin sınavında ormandaki zararlı böcekle ben ne yaptıysam baş edemeyince kırk yıl önce… Çekirge misali kademeli zıplayan doların on lira ya da yüz lira olmasını engelleyecek hangi önlem var ki ? Asprin bile yok; hacamata razıyım; Hacivata değil… Bu da geçer yahu !…”

Eren’in İstanbul (Sabancı) oluşunda “yolu açık olsun” diye ve rahmetli Nezih abinin de mekanı cennet olsun diye “Çeşme’nin, Nezuş’un Lokması”

Merhaba

Lokmaya gelemiyor aklım. Boğazıma takılıyor lokma. Elimdeki lokmanın deliğine bakıyorum ve ülkemin içler acısı soyulmuşluğunu aklımdan atamıyorum. Yazıma başladığımda Türk Telekom soygunu vardı zihnimi meşgul eden. Yazıma ara verdiğimde gece yarısı Halkbank’ın islami usullere göre soyulduğu mesajı düştü internete. İnanmak istemedim. Türk Telekom’u, Halbank’ta doları, bu tür satanın, buna göz yumanın,  onaylayanın, soyguna ortak olanın; takip etmeyenin; engel olmayanın, önlem almayanın hepsinin sülalesini sinemaya götüreyim demek yerine tüm mal varlıklarına el konulmasını istiyorum. Yılmaz’ı okudukça kahroldum. Ne bizim bu Lübnanlılardan ve yandaşlarından çektiğimiz. En kolay şer ortaklığı onlarla mı kuruluyor. Ülkesi, şehri fark etmiyor; ne zaman “Ürdün, Lübnan, Beyrut” üçlüsünü duysam tüylerim diken diken oluyor. Aramilerden bu yana haramilerin ana merkezi olan bu g*t içi kadar iki ülke nasıl oluyor da Kral Hüseyin’den komşusu Harariye, dünden bugüne her tür entrikanın içinde yer alıyor ? Yerli ve milli ortaklıkları olmasa böylesi aleni, apaçık soyguna kim, nasıl ve neden göz yumabilir ki ! Baştan sona faul; tüm süreç soygun ve geri kalan enkaz el yakıyor. O ülkenin Başbakanı bu ülkenin bilmem ne bakmayanı ile nerede, nelere anlaşıp da taşınmazlardan bakır kablolara kadar her şey satılıyor ? Bunlara baktıkça Bayramdan bu yana “İlgi Alanım” içinde mutsuzluğum arttıkça artıyor. Ruh halim bozuluyor. “Silkinip, kendine gel bre gafil !” diyor iç sesim.  “Etki Alanım” da gücümü derlemeye çalışıyorum. Yaza veda ederken içim pır pır. Yaz bitiyor. Dönüş hazırlıkları başlıyor. Çeşme’nin Seyir Tepeleri’ndeki havuzlu, barbekülü, hoş sedalı beraberliklerle sonbahara, güze, okulların yeni sezonuna ve kışa moral depolayıp Mavişehir’e doğru yolculuğumuz başlıyor. Önce Ümitgiller yolcu; çünkü İzmir Amerikan Koleji erken açılıyor. Sevgili Barış için en kritik süreç başlıyor. ABİDE’mizin tümünün sağlık ve esenlik içindeki başarıları ve özellikle Eren’in Sabancı’lı olmasının gururu var; sevinci var “Odak Noktam”da. Bundan teselli arıyorum; buluyorum. Baba-oğul üniversite sınav sonuçlarını bekleme sürecindeki ilişkileri düşünüyorum.  Elli beş yıl öncesinden bugüne “Copculardaki Üç Neslin” üniversite macerasına bakınca neler görüyorum ? 

Elli beş yıl önce, Copcuların ilk lise mezunu bireyi olan ben, İzmir Atatürk Lisesi’nden 1963 yılında mezun olmuştum. Soma’dan sonra Tepecik’ten Agora’ya ve Alsancak’a uzanan orta öğrenim yıllarımı çok mutlu olarak geçirdiğimi anımsıyorum. İzmir’in en zor ve en disiplinli orta okuluydu Tilkilik Erkek Ortaokulu ve ben orada iki yılımı geçirdim. Hem de dört yarıyılda iftihar listesine girerek. İftihar Listesi salona asılan camlı bir çerçeve içindeki fotoğraflardı. Her sınıfın ders notları en yüksek olan birinci ve ikinci öğrencisi ilan edilirdi. Hani daha sonraları iş yerlerinde yapılan “Ayın Elemanı” posteri gibi. Taşradan gelmiş kara kuru bir çocuktum. Zıpırdım. Yaramazdım. Ancak çalışkandım. Üstelik 1958 yılında, daha ortaokul ikinci sınıftayken aşık olmuştum. Bu hızlı ve erken aşkın nedenlerini düşünüyorum. Neye vurulmuştum ki ? Tamam komşu kızı Nezuş güzeldi; yakındı, samimiydi, konuşkandı ve içten yaklaşmayı biliyordu. Ancak hangi görseller taşralı Mustafa’yı daha ilk anda aşka odaklandırdı. Belki sadece yapısının buna açık oluşuydu; belki her zaman buna yatkındı. Ancak Soma’da mahallesinde nalın giyen çatlak topuklar vardı. İzmir’e gelince arkası açık yazlık ayakkabılardaki pembe topuklar mı yoksa puantiye elbiseler mi, uçuşan etekler mi etkili olmuştu ? Yanıtım daha çok “Pembe Topuklar”dan yana ( https://www.youtube.com/watch?v=TO02ywI72HI). Yine aklım gitti. Hüner Şencan’ın “Güdük Minare“sinden “Maya Dağı”na uzandı (https://www.youtube.com/watch?v=r3aC3Z5GJkc). Ortaokul ve lise hayatım bu sevdanın etkisinde başarı açısından az inişli, çok çıkışlı geçti. En kritik yıl Lise ikinci sınıftı. Lisenin zorluğu, Hocaların eksantrikliği (rahmetli Sururi’den alınan Fizik gibi) ve dört yılını dolduran sevdanın romantikliğinin zenginleşerek yoğunlaşması notlarda dip yaptırdı. Ben, rahmetli Lâtif ve Mahmut karnesinde kırık not olmayan üçümüz de Lise 2 nin ilk yarı yılında altışar zayıf not getirdik. Rahmetli babamın nasıl dellendiğini net anımsamıyorum. Sadece aklımda kalan sözler şunlar “Anladım, sen okumayacaksın. Sana bir eşek alayım da briket taşırsın” dediği kulaklarımda çınlar. Sanırım bunu da ciddiye almamış gülüp geçmişimdir. Neden eşek ve neden briket derseniz ?

Tepecik/Zeytinlik arasındaki 1148 sokakta bakkal dükkanımız vardı. Dükkanımızın hemen karşısındaki boş arsada briket imalathanesi vardı. Briketler eşeklerle inşaatlara taşınırdı. Buna bakan babam bana hemen iş ayarlamıştı. Kız olsaydım hemen evlendirirdi. Hoş erkek olmama rağmen hemen evlendirdi. Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz. Babamın sevdama tepki olarak söylediği ilk evlendirme teklifine hemen evet demiştim. Fakülte birinci sınıfta nişan, ikinci sınıfta evlilik ve üçüncü sınıfta babalık; ilk oğlum: Ümit. Hızlıydık ? Hâla da hızlıyız. Şimdi sadece yetmişi aşınca yaşam gölünün karşı kıyısında beklemekte olan radardan korkumuzdan dolayı frene basmaya çalışıyoruz. Her neyse ikimiz, ben Lâtif kırık notları düzelttik. Sene kaybı yaşamadan İzmir Atatürk Lisesini bitirdik. O yıllarda her fakültenin sınavı ayrı ayrı yapılıyordu. Lâtif’le ikimiz hem en yakınımızda hem de adında “Mühendislik” kelimesi var diye Ege Ziraat Fakültesini seçtik. Ben Coğrafya Dershanesinde sınava girmiştim. Kaç soru vardı bilmiyorum. Ancak tam puan 90 dı. Yine İzmir Atatürk Lisesinden olan Yıldırım ve Erol, 90 üzerinden 86 puan alarak ilk sıradan fakülteye girdiler. Ben 66 puan almıştım. Rahmetli Lâtif ise sınır puan olan 56 puanla son sırada Ziraat Fakültesine girmişti. Ben birincilikle, Latif, Yıldırım ve Erol da iyi derecelerle fakülteyi bitirdik. Lâtif akademik kariyeri seçip profesör oldu ve ne yazık ki genç yaşında kansere yenik düştü. Neyse 1963 e geri dönelim. Bu geri dönüşüm bugün Eren’in İstanbul ve Sabancı’lı oluşunda ebeveynleri Eray ve Özgen’in neler hissettiği ile ilgili. Ayrıca daha bir yıl varsa da Barış için de Ümit ve Pınar’ın hissiyatıyla ilgili. Onları bilemem. Ben Eray’ın Ege Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandığında Çeşme’de müjdeli haberi aldığımız günleri düşünüyorum. O gün için de, bugün için de aradaki Yedikule, Yeşilyurt, Aydın, İzmir’de adım adım yükselen kariyer yolculukları için de gurur, kıvanç, şükran ve şükür dolu olduğumuzu hiç unutmuyorum, unutmuyoruz. Bu nedenle hâla sabah sahil yürüyüşünde önce ayaklarımın bastığı, sonra elimin uzandığı ve ardından da gözümün gördüğü yerlerdeki çevre temizliği, çöp toplama işini yaparken kirletenlere kızmadan, yaptığım işi kendime yük kılmadan, beş aşamalı dualarımı ederken “daha ne ister insan” diyerek binlerce defa şükrediyorum. Ne var ki içimdeki çöpleri, safraları, gereksiz tortuları atmada pek başarılı değilim. Tortular birikiyor. Rahmetli babam divanın üzerinde bağdaş kurup uzaklara bakardı. Sesi çıkmazdı. Sigara üstüne sigara yakardı. Gün boyu konuşmadan Zeytinlik’ten denize kadar uzanan ufka bakarken neler düşünüyordu ? Kızgın mıydı ? Mutsuz muydu ? Nesiller arası konuşmamız yetersizdi. Konuşmanın  diyalog denen anlam akışına dönmesi pek kolay olmuyor. Ne zaman ki lokma boğazına diziliyor; işte o zaman diyalog gayreti hızlanıyor. İşe yarıyor mu ? Nezuş gibi yapabilirsen iyi ama o da her kişinin haddi değil. Bu nedenle rahmetli babam sessizdi, ben de sessizliği yeğliyorum. Tek yapabildiğim yazmak. Ben neden yazıyorum ?

İki zıt amaç için yazıyorum. Unutmak için yazıyorum. Yazınca zihnimi temizliyorum. Kafamdaki tartışmaları sonlandırıyorum. Ya da ben öyle sanıp kendimi avutuyorum. İkincisi hatırlamak için yazıyorum. Daha sonra, istediğim anda yazdıklarımı okuyarak aynı anı yaşıyorum. Bunun her zaman iyi bir şey olduğunu iddia etmiyorum. Kimi zaman da yazıların izleri istenmeyen yöne giden algılara da neden oluyor. İlginç olanı ne biliyor musunuz ? Bence birkaç müdavim dışında (!) artık kimse okumuyor yazdıklarımı. Kimi zaman ilgili kişilere link veriyorum. Hiç bir geribildirim almıyorum. Bazen film montajlarken başımın üstünden bakan bir göz görüyorum. Ancak montaj bitince şunu bir seyredeyim demiyor o bakan göz. Ara sıra, üçüncü bir kişinin varlığında, dikkat çekecek bir karenin (örneğin ekli filmdeki Duru’nun “Kız kardeş” konusuna “Şükrü abi var ya” deyişi gibi)  etkisinde birkaç dakika süren ilgileri hemen kayboluyor ve “Alaçatı’daki kahvede oynanan okeye dönüyor”. Laptopu kapatıp filmi yarıda kesince “Bak yine tepkiye girdi” deseler de “Tüh Allah kahretsiz, bir daha yapmasam iyi olur” dediklerini sanmıyorum. Aynı havayı soluyorsun ama aynı yerlerde değilsin. Doğaldır. Peki ya sonuç ! Yazmaya devam ediyorum. Bunu gören Nâzım abi “kıskanıyorum seni” diyor. Aslında kıskandığı ne biliyor musunuz ? İkimiz de emekliyiz ve ben para harcamadan vakit geçirebiliyorum. Kıskandığı sadece bu. Bu nedenle şundan ya da bundan yazarak vakit geçiriyorum; geçirebiliyorum. Nereden nereye geldi yazım ! Bitirmeliyim. Mesajım ne olabilir ?

Ergenliğin son yıllarında üniversite sınavı gerginliklerinde baba-oğul ilişkilerini C13 içinde ve öncülünde bakınca üç evrede bakış açımı netleştirmeye çalışıyorum. İlkinde (1963) sadece oğuldum ve ne hazırlanırken, ne de fakülteyi kazandığımda babamın olumlu olumsuz tepkilerine dair hiç bir iz yok belleğimde. Mutlaka çok sevinmiştir. Çünkü Copcuların üniversiteye gidecek olan ilk bireyi idim. O yıllarda üniversite mezunu olmanın iki temel hedefi, iki ana faydası vardı. Birincisi “Devlet Memuru” olma şansı; ikincisi ise askerliği yedek subay olarak yapıp da askerlikte dayak yememek beklentisi. Üniversite mezunu olunca ikisine de kavuşmuştum. Babamın keyfini devlet memuru olduğum an anımsıyorum. İkinci anım oğullarımın üniversiteli oldukları yıllardaki baba olarak duygularımdı. Ümit fakülteyi kazandığında devlet memuruydum. Mühendis olacağı sevincinin izlerinden çok ilk yılların adaptasyon sıkıntıları var belleğimde. Bunu da Comoder 64 e bağlarız zaman zaman. Nezuş’un çırpınışları ve Fatoş’un dost katkılarıyla sıkıntıları aşarken Les Barges’ın çevresindeki en güzel bağların, en leziz şaraplarının tadına bakmadan tamamlanmıştı İsviçre’deki ilk öğrenme yolculuğum. On beş yıl sonra küçük oğlum Kerem’in mühendislik fakültesine başlıyor olmasının da baba olarak heyecanlarımı pek anımsayamıyorum özel sektörün gelişen ilişkiler ağında. Ne var ki ortanca oğlum Eray’ın Tıp Fakültesini kazanmasının “Kol Saatli Emel” öyküsü hâla dilimizdedir. Oğullarımla ilgili üç sevinç de baba olarak gurur duyduğumdur. Süreç her zaman kolay geçmese de binlerce şükür. Özel sektörlü oluşumun ilk heyecanları yaşanmaktadır. Babamın son yılıdır. Hiç unutmadığım Eray’ın Anatomi dersi sınavından çıkarak babamın cenaze namazına yetişmesidir. Anatomi ikinci sınıf dersi olduğuna göre Eray otuz iki yıl önce doktor olacağının müjdesini getirmiştir Çeşme’nin tozlu yollarında. Ve şimdi de oğlu Eren bugün İstanbul yolcusudur hem de yeni alınan Scirocco ile. Yolu açık ve aydınlık olsun; kazasız belasız sağlıklar içinde kullansın. Darısı seneye Barış’ın başına. Şimdi üçüncü evrede görebildiğim dede olarak hem babanın hem de oğulun sevinçleridir. Yaşıyorsan bitmemiştir. Sınamazsan gücünün sınırlarını bilemezsin. Utku’nun paylaştığı videoya EKU Trio’dan hiç bir geribildirim almadım. Belki de karar vermenin zor olduğu günlerde verilmiş bir karar varken aklı bulandırmaya ne gerek var yargısı ağır basmıştır. Doğru görülebilir. Ancak daha önemli mesajlar vardır genç Burak’ın paylaştığı görselde. Üniversite yıllarında kurulacak “networking”in önemidir; seçilecek arkadaşların ortalaması olunacağıdır. Her neyse şimdilik bu noktada kalsın. Ben Burak’ın yaklaşımını Bay Jobs’un öyküsüne benzettim (hhttps://m.youtube.com/watch?v=XVvTfqGjGtc). Herkesin rahmetli Jobs yapısına sahip olması beklenemez ki !

Yaza veda ederken, güze hazırlanırken, kış ve bahardan müjdeler beklerken, helal lokmalarla hak edilenlere erişmek ve hayırlı olacak olanlara kavuşmak dileğiyle sağlık ve esenlikler içinde, nice ustalıklar bekliyorum açık ve aydınlık yollarda…

Öykücü