Yaşam Büfesinde “Yalancı Termitler”

“…Adi ve yalancı (*)… Biri ekmeğime saldırıyor; diğeri ise yoğurdumu yalnız bırakıyor. Aslında onları adi ve yalancı yapan kendileri değil; biziz, bizim algılarımız ya da tanımlamalarımız. Ben onların bir adiliğini görmedim. Uzaktan uzun uzun baktım onları adi kılacak bir görüntü oluşmadı. Yalancılıkları tutundukları dalın şeklinden olsa da asıl yalancı olan termitler. Ekmeğime saldıran adinin adiliğini daha önce de yazmıştım. Yalancı olanı aramak için yollara düştüğümde Fethiye’nin güzel bir köyüne düştü yolum ve yalancıyı sorarken gayet safiyetle Ahmet ağa “Bana hıyar ağası derler” dedi yüzündeki gülümsemeyle ki belki de hayatında ilk defa yüzüne gülümsemenin hoşluğu çöküyordu. Bazıları kendini biliyor ve bunu da açıkca söylemekten gocunmuyor. Bazıları da kendini köyün ağası sanıyor. Bu kendini bilmeyenlerin mutluluğu da çok kısa sürüyor. Dudaklarında donup kalıyor gülümseme hem de dudak uçuklatırcasına. On üç yıl önce katıldığım bir öğrenme yolculuğunun defterime düşen notunda olduğu gibi: “Ne oldum” deme “Ne oluyoruz yahu ?” de…”

Merhaba

Yarın “Yaz Bekarlığım” sona erecek nasipse. Sevmedim bu işi… Üstelik bir kaç tehlikesi de söz konusu yaşam gölünün karşı kıyısı görünüyor olsa da…Bugün öğle yemeğime iki konuğum vardı; biri Bülent diğeri de bir martı. Bir süre bahçemde gezindi. Uçamıyordu. Yaralı değildi. Kediler rahat bırakmadı. Kucaklayıp deniz kenarına bırakıp geldim. Bu sırada yıkılıp giden Fethi’nin müşterileri Cura’lı olacak demek ki onların da masaları bir çoğalmış, bir çoğalmış ki sormayın gitsin. Sınırlarını bilmeyene bir öğreten çıkıyor bir biçimde. Ekmeğimizi kurtarmak için az uğraşmadık “Adi” ile mücadele ederken. Yetmedi daha sonra da “Yalancı”nın yıkıcılığında bulduk kendimizi. Son 50 yılımı “Bilmek”, “Yapmak” ve “Olmak” üzere üç evreye ayırdığımı yazmıştım. İlk evrenin 16 yılında “Adi” ile mücadelemiz her cephede sürdü. “Adi” nin kenar çizgileri kadar içindeki görüntüye de dikkat ettik “Sen hangi tür “Adi” sin veya biz hangi tür adi ile uğraşıyoruz ?” sorusuna doğru yanıt verebilmek. Bu “Bilme” amaçlı 16 yılda “Yalancı” bir alt kattaydı. Sadece ilgi alanımdaydı yalancı. Onunla “Komser Osman” ilgilenirdi. Benim odağımda “Adi” vardı. Daha sonraki 24 yılımda “Bildiğimi Yapmak” için süren gayretlerimde “Adi ve Yalancı” ilgi alanımdan etki alanıma girmişti. Ne var ki henüz ikisi tam olarak odak noktamda bir araya gelmemişti. Her ikisiyle de ilgileniyordum; ancak ayrı ayrı. İkisini aynı “Potada” ya da aynı “Salata Kâsesinde” buluşturmuyordum. Ne zaman ki MAS (Mustafa Artık Serbest) laştım ve üçüncü evreye eriştim; işte o zaman “Adi ve Yalancı” buluştu, kaynaştı, tek beden oldu ve gözlerimi kapasam da ruhumu uzak tutamadım adiliklerinden ve yalancılıklarından… Psikoloji alanının kurucusu efsanevi Lewis Terman “Adi ve Yalancı” olanların adiliklerini ve yalancılıklarını aşmaya çalıştı. Zeka yaşını, takvim yaşına bölüp yüzle çarpınca IQ değerini buldu; “Başarı ile Zeka (Deha) ilişkisine baktı (http://www.filozof.net/Turkce/tarihi-sahsiyetler-kisilikler/17152-lewis-terman-kimdir-hayati-eserleri-hakkinda-bilgi.html ). Yüksek IQ lu bin beş yüze yakın çocuk seçti (1470).  Bunlara “Terman’ın Çocukları” ve hatta “Termitler” dediler. Terman bu çocukların tüm hayatlarını kendi çocukları gibi izledi; inceledi, kayıt tuttu ve gördü ki “Başarı ile Zeka (Deha)” arasına bir ilişki yok. Hatta kitabının dördüncü cildine geldiğinde artık arayşınıda “deha” nın “d”si bile kalmamıştı. Bu nedenle günümüz “Adi ve Yalancı”larının (eğer öyle görülüyorsa) başarılı oluşları zekanın sonucu değil; kabullendikleri ve söylemekten utanmadıkları adi ve yalancılıklarına alışmış ve inanmış olmalarından.  Öte yandan yorgun, ölü balık bakışlı, donuk suratlara bakınca adi ve yalancı olsalar da onların da yaşamaktan yorulduklarını görüyorum (http://www.ideaport.org.tr/blog/yasamaktan-yorulmak). Ne diyeyim “Bu dünya GAT dünyası”…

Bu linkle izleyeceğiniz gerçek termitlerle bugün ekranlardaki örgütlenme ne kadar benziyor …

(https://www.youtube.com/watch?v=l4PJfZr3fG8)

Şimdi termitleri “Adi ve Yalancılar”la bir yana bırakalım ve “Yeni Bir Türk İmajı Yaratmak Mümkün mü ?” sorusuna kim, nasıl yanıt vermiş ona bir bakalım.

MTG Genel Yayın Yönetmeni GÖO düzenlemiş bu etkinliği (konferans), daha sonra yapılacak düzenli “Türkiye Markası”nın yaratılması etkinliklerine öncül olarak. Konferans başkanlığını da Ali Saydam üstlenmiş. Severim Ali beyi (Berksay Danışmanlık). “Algılama Yönetimi” kitabını okurken “Alman Ekolu”nde yetişmiş olduğunu ve bana yakın yaşlarda olduğunu anımsıyorum. İsviçre’de Kimya Tahsil ederken çöp torbası konusunda yaşadığı kısa öyküyü de “Ülkesel Sistem Disiplini” açısından güzel, anlamlı ve somut bir örnek olarak zihnime kazımıştım. Onaltı yıllık adına “yapmak” dediğim orta dönemimde İsviçre hep aklımın ve ruhumun odağımda yer aldı ve her seferinde ayrı bir haz duydum. Daha çok köylerinden ve anı sanı duyulmasa da adilik ve yalancılıktan uzak şaraplarının lezzetinden mest oldum. İlki 32 sene önce Les Barges’da başlayan adi ve yalancılıktan uzak öğrenme yolculuğumun on altı günlük süresine hayranlıkla takılıp kalmıştım. Neyse biz yine konferansımıza dönelim ve “Adi ve Yalancılık”tan uzak yeni bir Türkiye markası yaratabilir miyiz ? ona bakalım. Sonuçlarını küçük bir kitapta yayımlayan GÖO nun önsözünde “düşünceleri kalıcı kılmak ” amacı dikkatimi çekiyor ki bu amaca ulaşıldı mı ? Bence kesinlikle hayır. Söylenenler laf olsun torba dolsundan öteye geçmedi. Üstelik bir de yabancı gözüyle nasılız diye Mısır ve Dubai’den gelen konuşmacılar da olmuş. “Aktararak Bilgilendirmek” de amaçlanmış ki demek ki esas oğlanlar (Audi Murphy) gelmemişler. “Pekçok değere sahip olduğu herkes tarafından bilinen ülkemizin uluslararası platformda sahip olduğu imaj,..” sözlerine bakınca da körler ülkesinde miyiz ? diye düşünmekten kendimi alamadım. Ne imajı, ne itibarı abicim ? Ne deseydi yani !!! Bu nedenle yayın yönetmenini bir kenara bırakalım. Ondan sonra gelen Bakan, Başkan ve diğerleri de laf olsun torba dolsunla havanda su döğmüşler ki sonuç ortada. Çünkü sen ne yaparsan yap el oğlu (daha doğrusu el kızı) “Pembe Dizileri” bile eğitici birer görsel olarak savunabiliyorsa var sen “Adi ve Yalancı” nın gücünü hesapla. Laf aramızda ben bile Kate hanımın anlatısına hayran kaldım. Öyle ki düşünmeye başladım; “Ufak tefek Cinayetler” ya da şimdilik favorim olan (ki Nezuş/Musto Beraberliği için; ikinci televizyonun ayırıcı özelliğini etkisiz kılmak için izlediğim) “İstanbul’lu gelin” için bile Kate hanımın söyledikleri doğru gibi geliyor bana. Neymiş “Pembe Dizilerin” bize öğrettiği “4 Hayat Dersi” derseniz işte size linki hem de kalitesi açık olan bir TED konuşması olarak).  https://www.ted.com/talks/kate_adams_4_larger_than_life_lessons_from_soap_operas?language=tr#t-730987

Yine de GÖO nun açılış konuşmasında Nazım Hikmet’in sözlerine yer verişi “Adi ve Yalancı”nın gücü karşısında içimi sızlattı. Cemil Meriç’in sitemi de ne kadar doğru: “Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır“. Bugün (hangi gün, hangi yıl ve gerçek bugün / 24.04.2018)fırtınası hâla dinmemiş ülkemin insanını cesaretlendirmek için söylediği şu sözlere ne demeli ? “Ulu çamlar fırtınalı diyarlarda yetişir” ve Atilla İlhan’nın Anadolu’su dillenir:  “Sabırlı, bağrı yanık insanlar memleketi / Bulut gibi köpürmüş topraktan bereketi” … Hey gidi günler hey ! Yedi ülkeden biriydik. Şimdi Kanada’nın mercimeğini fırına verirken Sırp etini ve Bulgar samanını kendimiz için kullanıyoruz. Üstelik ne şekerleri ellerinden gidenler, ne yerli karası bile kalmayanlar hâla ateşin yaktığını ve taşın sert olduğunu anlamıyorlar. Ölü toprağı serpilmiş üstümüze. Kış uykusuna yatmış gibiyiz. İyi olur inşallah. Otorite şaşkın. Payandacı güldüğüne güleceğine pişman. Suçlu bulundu. Şimdi artık ağzıyla kuş tutsa yaranamaz. Ona bu gölge etkisi yeter (Spartaküs 99 ncu hanımın üstüne düşünce i..e olmaktan kurtulamayacaktır). Bir daha Cumartesi günlerini atlamaz; Cumartesi işini Pazartesiye bırakmaz. Bu kez atı kim aldı da Üsküdar’ı geçti; kim eşeğini Niğde’ye sürecek ? Sözler güzel ama söyleyene ne demeli ? Aradan zaman geçti ve “Zaman”ın ne olduğu gerçeği ortaya çıktı. İşte GÖO ile ilgili olarak yazılanlardan bir bölüm:

Z…n köşe yazarı GÖO A…t 2000 …. Sokak 5 nolu villada senelerdir oturdu. 20 Temmuz 2014 de GÖO nun villasını soyan çete, içinde 800 bin dolar olduğu yazılan kasayı, soydukları villaya ait jeepe yükleyip kaçmışlardı.Bu soygundan sonra apar topar, Z… yazarı korkudan villasını başka mahalleye taşıdı. Evine kiralık ilanı astı.   Çıkardığı dergide ne diyordu : A…te yaşamak keyiflidir ” Villası bariyerlere, özel Çetin Güvenlik’e rağmen soyulan, tam takır edilen GÖO 3 gün içinde evini kamyona yükleyip korkudan kaçıp gitti…” İşte bu tür “Adi ve Yalancı”ların elindeydi ülkemi kurtarmak. Sadece bu kadar mı birlikte çalışanlar ne diyorlar ? “Dışarıda gayet demokrat görünüp kendi şirketinde terör estiren patron. Dergisinin gündem toplantılarında kendisinden başkası kahve söyleyemez. Dergi çalışanı olarak kendisiyle birlikte asansöre binerseniz, düğmeye basmak için onun inmesini beklemek zorunda kalırsınız…” 

Ne demişler ? “Hacı hacıyı Mekkede, derviş dervişi tekkede bulurmuş”. Tam da çağına uygun yapıdaymış ki ben onun adını ilk kez “Atları da vururlar” başlıklı bir yazısından tanımıştım. Öyle ya da böyle devrinin otoritesi ile kol kola uyum içinde yoluna devam ederken tökezlemiş ve yine de konuşmasında Nazım Hikmet’ten yaptığı alıntıyı alıyorum:

“En güzel deniz: Henüz gidilmemiş olandır / En güzel çocuk: Henüz büyümedi / En güzel günlerimiz: Henüz yaşamadıklarımız / Ve sana söylemek istediğim en güzel söz: / Henüz söylememiş olduğum sözdür”. İşte bu da umutlarımı artırıyor.

Her neyse yine daldan dala atladım ve yazmaya başlarken çizdiğim hedefe erişmeden yan yollarda kayboldum. Hoş görüle. Bir yanda “Adi ve Yalancı” kavramlarının yarattığı kıvrımlar; diğer yanda güncel ayak oyunlarıyla ilk defa umutlandığım kurtuluş ve öte yandan da 2003 yılında, 15 yıl önce yapılan konferanstan yaptığım alıntı ile yiten ve daha da kötüye giden 15 yıl ile vardığımız çukur (ya da debelendikçe dibe battığımız bataklık) beni bu gelgitlere savurdu. İyi olur inşallah.

Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü

(*): “Adi ve Yalancı” tanımlamalarından “Adi” olanı Tilletia foetida / Tilletia caries‘ in Buğdayda yarattığı “Sürme” Hastalığına İngilizce “Common Bunt” demişler ve biz de Türkçeleştirirken “Adi Sürme” demişiz. Halbuki buradaki “common” sözcüğü “yaygın” demek ki ne sürmenin ne de Tilletia’nın adilikle ilgisi yok. Adi olan insan oğludur… “Yalancı“ya gelince. Hıyarın en önemli hastalığı olan “Mildiyö” nün etmeni olan fungusun Latince ismi “Pseudoperonospora cubensis” tir ve onun yalancılığını da biz uydurmuşuz. Bu kez Latincedeki “pseudo” sözcüğünün “yalancı” oluşunu esas almışız. Buradaki yalancılık aslında Tütün Mildiyösü etmeni olan “Peronospora (tabacina)” dan farklı olan spor taşıyıcılarının uç özellikleridir. Etmenin yalancılıkla ilgili hiç bir günahı yoktur. Yalancı olan insan oğludur.