Yaşam Büfesinde “Sessiz Gemi (MCV)”

“…(1/3): Yüksek potansiyelli her 3 çalışandan 1 i yaptığı işe tüm gayretiyle sarılmadığını kabul ediyor (MAS’laşamayanlar); (1/4): Yüksek potansiyelli çalışandan her 4 ünden 1 i bir yıl içinde başka bir iş verenin yanında çalışacağına inanıyor (Kovası dolmak üzere olanlar); (1/5): Yüksek potansiyelli her 5 çalışandan 1 i kendi kişisel beklentilerinin organizasyonun onun için planladıklarıyla taban tabana zıt olduğuna inanıyor (Kurumsal kalkanla, Kişisel kalkan uyumsuzluğu yaşayanların evde huzuru olur mu ? Olmazsa iş ve özel yaşam dengesi kurulabilir mi ? Sor bakalım bunların kaçı planladıkları yıllık izinlerini tam, kesintisiz ve zamanında kullanabilmiş); (4/10): Yüksek potansiyelli çalışanların 10 da 4 ü iş arkadaşlarına pek güvenmiyor ve hatta üst düzey yönetime hiç güvenmiyor (Bu oran CINOS’un özellikle ikinci evresinde neredeyse %100 e yakındı ve son evrede toparlanmaya çalışırken bile VOS sonuçları bunu açıkca kanıtlıyordu. Güven yok olursa ne işe yarar yüksek potansiyel ?)… Ne yapmalı, nasıl yapmalı ve neleri neden yapmalı ?…”

Kovanız dolunca bir karar verirsiniz ve “MCV2Sessiz Gemi”

Merhaba

Bu yazıma yine, yeni, yeniden “MCV2Sessiz Gemi” diye bir film ekledim. Neden tekrar tekrar aynı terane ? Aklımın kıvrımlarında “İlgi Alanımda” sürekli olarak Mayıs 2018 Kuşadası buluşmamız var. Bu ilgi alanının “etki alanında” sevgili Ersin’le sohbet konusu olarak seçtiğimiz “Strateji Tuvali”miz var. “Odak Noktamda” ise o buluşmada kullanmayacak olsam da bu çerçevenin özüme dönük etkileri var. Bu nedenle sürekli bir şeyler hazırlıyorum. Beğenmiyorum. Ertesi gün yenisini hazırlıyorum. Böylece “emeklilikte ne kadar hünerli olduğumu” da kendime göstermiş oluyorum. Vakit geçiyor. Vakit keyifli geçiyor. Akıl anılarla sınırlarını zorluyor. Böylece takıntılardan kurtuluyor. Çevremde gördüklerimin içimi sızlatan oluşumlarını görmezden gelmemi sağlıyor. Her iki tür MASlaşmaya olanak veriyor. Bir yanda “Mustafa Artık Serbest” arayışıma (2009 başları gibi) ortam yaratıyor. Diğer yanda “More And Smarter” düşüncesiyle yeni bir şeylerle avunmamı sağlıyor. Böylece emeklilikte hüner saydığım “para harcamadan vakit geçirmeme” yol açıyor. Neden “Sessiz Gemi (Sans Toi Je Suis Seul)” derseniz ?

Çok anlattığım fıkrada olduğu gibi yanıt net. Adam sünnetçinin vitrininde gördüğü çalar saate bir anlam veremez. İçeri girer ve vitrine neden çalar saat koyduğunu sorar. Sünnetçi “Ne koysaydım yani ?” der. İşte bu misal, yaş 73 olunca, meslekte 50 yıl dolunca kritik karar anları yaşanınca ve asıl önemlisi “Yaşam Büfesi” önünde üç evre tamamlanınca “Sessiz Gemi” den daha iyisi mi olur ? “Herkes Cennete gitmek ister ama hiç kimse…. istemez”. Yok öyle yağma… Her neyse “Yaşam Büfesi” önünde hangi aşamaları tamamladım da bugün bu aşamada şükür ve şükranlar içindeyim ?

Yaşam Büfesi önünde bir karmaşa vardı. Yaşam Kavgasında rekabet, çekişme, “ben senden daha önemliyim sevdası” vardı. Daha sonra “Sıraya girdim ve oyunu kurallarına göre oynamayı öğrendim”. Bu ilk adıma ben “Bilmek” diyorum. Aslında sıraya girmek pek fazla zor değildi. Oyunun kurallarını bilmek için öğrenmek ve sırada yer aldığımı görmek ve göstermek eğlenceliydi. Zor olan “Sırada Kalmaktı“. Bunun için “Başarı Formülümdeki 2P” ye yürekle, yürekten inanmak ve akılla desteklemek gerekiyordu. Yoldan, sıradan çıkarıcılara karşı kararlılıkla direnmek gerekiyordu. Sırada kalmayı sistem disipliniyle desteklemek gerekiyordu. Sırada kalmayı alışkanlık kılabilmek için bilgi, beceri ve inancın ortak alanını genişletmek gerekiyordu. İşte bu zordu. Çünkü bunun adı “4H” li “Tutku” idi. Bir yandan ve öncelikle “Sağlığı korumak (H4:Health) için dikkatli olman gerekirken diğer yandan “Aklın Zoru (H1:Head > IQ)” ile sınırları aşman şarttı. Bu ikisinin bileşkesinde duygularının etkisiyle (H2:Heart >EQ ) “Emeğinin Meyveleri (H3:Hand )” seni sıradan çıkarmak için zora sokuyordu. Kolay değildi Yaşam Büfesi önündeki sırada kalmak. Kaldı ki, sırada kalmak yeterli de olmuyordu. Zaman geçiyordu. Yaş kemale ermeden kariyer merdivenlerinde ilerlemek de insan olmanın en önemli gereksinimlerinden biriydi. Üçüncü adım olan “Yaşam Büfesi Önündeki Sırada İlerlemek” şarttı. Bu durum bisiklete binmeye benziyordu. Duramazdın. Yazımın girişindeki alıntı Harvard İş Okulu Yayınlarından Haziran 2010 dandır. O tarih ki CINOS‘taki 24 yıldan sonra “MAS (Mustafa Artık Serbest)” demeye çalıştığım yeni bir sürecin başlangıcında oluşan, gelişen, 28 aylık öğretici bir beraberliğin ikinci yılıydı. Gördüklerim netti. Yüksek performanslı olanlar sıkıntılıydı. Neler yapılabilirdi de yapılmıyordu ? Neden aklın yolu böyle birken bu yoldan ilerlemeyi göze alamıyordu otorite ?

Yükselen yıldızların raydan çıkmasını istemiyorsanız ?” diye soruyor ve şöyle yanıtlıyor Jean Martin ve Conrad Schmidt: (https://hbr.org/2010/05/how-to-keep-your-top-talent)

1.Onların işlerine sadık olduklarını varsaymayın: Eğer yüksek performanslı çalışan yaptıkları işi heyecan verici bulmazsa, yeterince fark edilmezse ve başarılı olma şansı görmezse çok çabuk hayal kırıklığına uğrar.

2.Mevcut üstün performans gelecekteki yüksek potansiyelin garantisi değildir: Yıldız oyuncular daima daha zor rollere soyunmak zorundadırlar. Adayınızı üç kritik özellik konusunda açıkça test edin: Yetenek, İşe bağlılık ve İsteklilik.

3.Yeteneklerin gelişimini iş birimi yöneticilerine havale etmeyin: Bunu yaparsanız yıldızların fırsatlara erişimini engellerseniz ve onları iş birimlerinde istiflemiş olursunuz. Onların nitelik ve niceliklerini kurum düzeyine yönetin.

4.Yetenekleri korumaya çalışmayın: Onları yeni yetenekler kazanacakları “ateş içindeki” rollere soyundurun.

5.Yüksek potansiyellilerin takımdan herhangi biri olacağını varsaymayın: Yıldızın işe bağlılığını belirleyen kritik bir faktör de onun ne kadar fark edildiğidir ki bunun bir göstergesi de aldığı ücrettir. Bu nedenle A Takımı oyuncularınıza farklı bir ödüllendirme paketleri sunun ve onlara farklı davranın.

6.Genç liderlerinizi karanlıkta bırakmayın: Onlarla gelecek stratejilerinizi paylaşın ve bu geleceğin gerçekleşmesi için onlara biçilen rolü vurgulayın.

İlginç ! Yazım yine rayından, yolundan çıktı. Rotası saptı. Ben bunları yazmayacaktım ki. Ben kendi yaşamımdan (73 yıl) ve Mayısta sınıf arkadaşlarımla kutlayacağım mesleğimin “50nci Yıl” ından “Kovamın Dolduğu” anların öğretilerine yer verecektim. Şimdi yazımla filmin uyumu sünnetçinin vitrinindeki çalar saat gibi olmayacak mı ? Varsın olsun. Yukarıdaki altıncı maddeyle ilgili bir anımı da paylaşıp yazıma son vereyim.

Yıl 1994. Aylardan Mayıs. CINOS’un ilk evresinin son demlerinde teknikten satışa geçtiğim günler. Zor günler. Ülkesel kriz tam anlamıyla yıkıcı ve yakıcı. Yüksek devaluasyonla satan yanıyor; satmayan batıyor. Tam bir kaos hali. Satış müdürüm rahmetli İsmet Uğur (EÜZF/ 1967 mezunu). Çoklukla sözel bazen de yazılı olarak çatışma halindeyim. Hatta bir keresinde yazdığıma aldığım yanıt “Bu uslup hiyerarşik iletişime uygun değil” diye en zarif şekilde eleştiri, uyarı alıyorum. Bu gelgitler altında satışın bölgesel sorumluluğunda bunalmışım. Henüz ufukta satış sorumluluğum yokken Mart 1993 de Alicante (İspanya) de yaptığım “IPM (Entegre Zararlı Mücadelesi)” sunumumun ikinci adımı olan Budapeşte (1994) toplantısından sedye ile dönmüştüm (sıkıntıdan zona olup). İki üst müdürüm Bay J.P.Krotosyner (Belçika asıllı, dünyalar iyisi, Ivory Coast ve Bengladeş deneyimli) “pazarlama” sorumluluğu ile bölgemi ziyaret ediyor. Alsancak’ta Kervan Pasajı (Amerikan Pazarı) yanında bir kebapçıda öğle yemeği yiyoruz. Kendisinin Bengladeş’te nasıl bilgi paylaşımı ağı dışında tutulduğunu anlatırken aynen şu sözleri söylüyor ve ben de onları hemen masadaki kağıt peçeteye yazıp kalıcı kılmaya çalışıyorum:

“I must be a mushroom. Because I am in darkness and they feed m by bulshit / Ben bir mantar olmalıyım. Çünkü karanlıktayım ve beni gübreyle besliyorlar”. Otorite bunu çok yapıyor. Belki de hâla “bilgi güçtür” diyerek çekmecesinde sakladığı bilgilerle güçlü olduğunu sanıyor. Belki de dillendirdiğinde şuna inandığı için endişeli: “Hiç bir kral uşağının gözünde büyük değildir”.

Sözün özü; kovanızın dolduğu anlar olur. Bir etki güçlenir. Sizden bir tepki gelişir. Öncelikle şunu hep anımsayın “Etki ile tepki arasında bir boşluk vardır ve bu boşluk sizin özgürlük alanınızdır“. Bir karar alırsınız. Kararınızın “Kelebek Etkisi” olur. Sizi zamanda ve mekanda beklediklerinize ulaştırır; ya da bambaşka yerler savurur. Filmde kullandığım fotoğraf benim en çok sevdiğim fotoğraftır. Bu fotoğrafa üç kavramla bakmak anlamı zenginleştirecektir.

1.İlgi alanı,

2.Etki alanı ve

3.Odak noktası

Sevgi dokunmaktır

Ben bu fotoğrafı çok seviyorum. Çünkü otuz yıl önce kendini ve üstünlüklerini kanıtlamaya çalışan özel sektör çalışanlarının hedef müşterideki rekabeti var bu fotoğrafta ve buna rağmen iki temel güzellik öne çıkıyor:

1.Gülmek ve

2.Sarılmak (dokunmak).

ABD’de bir zamanlar “Sevgi Dersleri” veren İtalyan asıllı profesör Leo Buscaglia diyor ki “Sevgi dokunmaktır”. Leo beyden çok seneler önce doğudan bir bilge de demiş ki ” gülmesini bilmeyen dükkan açmasın“. Dükkan bizim değildi. Ancak o dükkandan ekmek yemek için dükkanın açık kalmasını sağlamak şarttı. İşte bu çekişmelerle Menemen’de en potansiyel müşteride (Turhan Civan’ın oğulları Aziz ve Cengiz) buluşmuştu Mustafa (ben) ve Ertuğrul (rahmetli). Biri CINOS’un ilk evresinde teknik danışmandı; diğeri de rakiplerden birinin satış bölge müdürüydü. Sevgili Ertuğrul yıllar sonra Bostanlı sahilinde her sabah sarı yağmurluğu ile yürüyüş arkadaşımızdı. Uzunca bir süredir rahatsızdı. Ağır aksak yürürdü. Yüzünden gülümseme eksik olmazdı. Benden çok Nezuş’un sabah yürüyüşünde sohbet arkadaşıydı. Birkaç yıl önceydi. Sanırım Aralık ayıydı. Hafta sonu yürüyüşünde Garip’in Yerinde geçen keyifli bir anın sohbeti arasında, sırasında Nezuş onun sağlık durumundan endişe etti. “Pazartesi Dr.Apti’ye götüreyim seni” dedi (Tıpkı 1993 yılında sevgili Fatoş’un rahmetli Lâtif’e dediği gibi). Nasip değilmiş. Ertesi hafta vefat haberi geldi. Biz Ertuğrul’u çok severdik. Kerem’lerin apartmanında otururdu. Sabahları görüştüğümüz için pek fazla ev ziyaretimiz olmazdı. Rahatsızlığı döneminde bir kez Nezuş’un lor kurabiyesi ile gitmiştik. Sınıf arkadaşı ve Tekel’deki üretici ve yönetici deneyimleriyle eşi Özlü hanım da mükemmel bir meslektaşımızdır. Daha gerilere gidersem (yetmişler ve seksenler). Sevgili Ertuğrul Fakülteden bir sınıf önce arkadaşımızdı (1967 İlk beş yıllıklar). O sınıfın sosyal beraberlikleri çok güçlüydü. Erol’un abisi Yurttabir, çok sevdiğim Kemal Yasemin, CINOS’un ilk evresinde birlikte çalıştığım Dr.Selami Özel (Favori’nin sahibi) ve diğerleri içinde sevgili Ertuğrul’un lakabı “Abem (abi demek olsa gerek)” idi. Kökenimiz de birbirine yakındı: Ben Soma’lı, o Akhisar’lı. Mesleğe başladığımız devlet memurluğu görevlerimiz de mekan olarak yakındı: Ben Bornova ZMAEnstitüsünde, o İzmir ZMveKBaşkanlığında. Dostluğumda, rekabetin gerekliliğine rağmen neler, hangi güzellikler vardı ? Bu fotoğrafı okursanız neler görebilirsiniz ? İşte benim yanıtlarım:

1.Olağan görünümün altında yatan “GİZLİ ÜSTÜNLÜKLER“;

2.Bilgiden daha çok “ANLAYIŞ”;

3.İfade dolu “SESSİZLİK”;

4.Kendini kanıtlama gereği duymayan “TEVAZU“;

5.Hakimiyet peşinde olmayan “OTORİTE“.

Bu beş niteliğin tümüne ne denir ? Bunları düşündüğümde CINOS’un ilk evresinde aynı çatı altında görev yaptığım bir arkadaşımla (EK) birlikte geçen sekiz yılım (1985/93) gözlerimin önünde canlandı ve bunların hiç birinin aynı hedefe doğru giden, rekabetten çok bütünleşmesi gereken beraberliğimizde olmadığını bir kez daha acı bir gülümsemeyle anımsadım. Neden o günlerin kıymetini bilemedik; neden pastanın paylaşımında sıkıntı yaşadık ? Neden sevgi yerine elinde kırbaçla satış ekibini iki gruba ayırıp “parçala ve yönet” taktiği ile davranmayı tercih ediyordu ? Neden yaşamında güvene yer yoktu ? İkimiz arasında hiyerarşik bir bağ yoktu. Ancak aynı çatının altında “idari bütünlük” sergilememiz gerekiyordu. Çatışmalar eksik olmuyordu. Kader onu önce ayrılmasına fırsat yaratarak ödüllendirdi; daha sonra CINOS’un ikinci evresi için global birleşme olunca grup dışına çıkararak cezalandırdı. Ancak belki de bu cezalandırma olmadı ve kendi şirketini kurup daha iyi yerlere gelerek bunu da ödül kıldı kader. Demek ki yine de benim göremediğim bir hakedilmiş varmış. Her şeye rağmen ruhunda aynı harflerle yapılandırılmış iki heceli isimlerin hece sıralaması farkıyla ayrıştırılmış olan “T.N.R vs .RT.N” kıyaslamasında neden ve nasıl seçimi kaybettiğinin izleri kalmış mıdır ? bilinmez.

Ne oldu ? Yazım nereden nereye geldi ? Odağımda “Kovanız Dolunca” vardı. Tek bir fotoğraf karesinden rahmetli, sevgili dostum Ertuğrul’un anıları öne çıktı. Yetmedi. Kıyaslama ile EK’ın özellikleri yeniden yazıya döküldü. Ne işe yaradı ?

Özetlersem; kovanız dolar ve bir karar verirsiniz. Verdiğiniz kararın görünür sonuçları olur. Ne var ki zaman ve mekanda farklı yansımaları olan “Kelebek Etkilerini” bilemezsiniz; göremezsiniz. Önemli olan karar anında ve sonrasında “Strateji Tuvalinizin” önünde fırçayı elinize aldığınızda neleri artıracağınızı, neleri azaltacağınızı, nelerden vazgeçip, neler için yeni yollar arayacağınızı “niyetin safiyeti” ile belirlemenizdir. Kendinize verdiğiniz sözlerin arkasında durmanızdır. Kendinizi sorgulamanızdır. Her zaman anımsayın “size hiç bir dilek verilmemiştir ki gerçekleştirmek için gerekli olan güç de beraberinde verilmemiş olsun“. Her şey sizin ellerinizde.

Yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü