Yaşam Büfesinde “Dönemeçler 1”

 

“…Kızılcabölüklü köy grup teknisyeni Şahin neden şaşkındı ? …“Ne verdik de ne istiyoruz ?”You don’t get money from Government !... Bildiğimizi sanmamız öğrenmemizin en büyük düşmanı olmuştur...Ben, bir şey bilirim; o da hiçbir şey bilmediğimdir…Kral Konstantin neden özel isimdir; ya da neden özel isim değildir…”

Sizce bu dünya nasıl bir dünya ?

Merhaba

Yetmiş üçü tamamlayıp yetmiş dörtten gün almaya başlayınca, kışı yaşamadan baharı hisseder gibi olunca, uzunca bir süre hasret kaldığımız Çeşme’de iki gece konaklayıp şömineli ve Mehmet Ali Amcalı ve dualı bir akşam yemeğinin keyfine varınca, tramvay-vapur ve otobüsle altmış beş yaş üstü olmanın beleş seyahatini yaparak yine bir Kemeraltı ve Kızlar ağası hanı nostaljisi yaşayınca Albatros’ların kafeteryasında bir yazı yazmak hevesim depreşti. Havaya baktım ve hava karar veremedi; kapansın mı yoksa parlasın mı ? 

Yetmiş yılın içindeki 50 yıllık ziraat mühendisliğinin en ciddi dönemeci: 01.05.1985

Bu kararsızlık sürecinde sahneye çıkan ihtiyar delikanlı (bizim ziraatçı) önce sessizliğin gücünü kullandı. Yan salondaki kokteyle geçme moduna girmiş olan grubu beş dakika daha yerinde tutması gerekiyordu. Bu nedenle fazla sessiz kalmamalıydı. Üstelik AIDA‘nın ilk “A”sını kullanmanın tam zamanıydı. Konuşmasına tek bir slayt görüntüsü eşlik edecekti. Aslında bu tek slayt animasyonluydu ve en az beş slayt yerine geçerdi. Neden animasyonlu tek slaytı beş slayta tercih ediyordu ?

Bu sorunun yanıtı için anılarını yokladı. İki anı sorunun yanıtı için tetikleyici oldu. Bunlardan ilki 1993 yılında Alicante (İspanya) de yaptığı uluslararası toplantıdaki sunumuydu. Bu sunumda yaptığı hataydı. O zamanlar bu hatanın farkında değildi. Kendinden hoşnuttu. Hoş grup da ondan hoşnut kalmıştı. Çünkü en çok alkışlanan tek ülke temsilcisi olmuştu. Birkaç güzel şey yapmıştı. Özellikle sunum sonunda gösterdiği “pilicin arkasından koşan ateşli horoz” farklılık yaratan vurucu etkiyi yapmıştı. Buna daha sonra “Alicante Horozu” demişti. Toplantı moderatörü ve Brezilya temsilcisi Dr.XX yanına gelip “sen artist misin ?” demekten kendini alamamıştı. Ancak bugün yetmiş üçü deviren ihtiyar delikanlı 25 yıl önce bu başarılı sunumda yaptığı hatanın o zaman farkında değildi. Bu hatanın farkına ne zaman varacaktı ?

Bu sorunun yanıtı da “neden tek slayt animasyonlu ?” sorusunun yanıtı için yaşanmış ikinci olaydır; ikinci anıdır. Alicante deneyiminden dört yıl sonra (1997) bizim ihtiyar delikanlı İzmir’de yeni bir öğrenme yolculuğuna çıktı. Bu yolculuğa global birleşmenin sancıları altında uyum gösteremeyen, gardı düşmüş yöneticiler katıldı. Grup oluşturma daha çok üst yöneticiler (pazarlama, satış, teknik bölüm müdürleri) içindi. Aralarına “pazar geliştirme müdürü” rollerini üstlenenler de katılmıştı. Adına sunum becerileri denen ve Mimar Sinan Üniversitesinden genç ve güzel bir hanımefendinin (MT) önderliğinde çıkılan bu öğrenme yolculuğunda bir slayt için dinleyicilere, izleyicilere en az 3 dakikalık bir özümseme süreci tanınmasını öngörüyordu Bayan Tangün. Bizim ihtiyar delikanlı Alicante’de 30 dakikalık sunum için kırka yakın slayt kullanmıştı. Hepsini eliyle hazırlamış ve çok renkli yaparak oriyentalliğe ağırlık vermişti. Şimdi bundan vazgeçti mi ?

Sanmıyorum. Çünkü hâla Türkiye’de yaşıyor ve hedef kitlesi de hâla Türkiye’nin alışkanlıklarında yaşayan ortak kültürlü insanlar. Bu çok renklilik öncelikle onun slayt template (formatında)inde var. Üstte kırmızılı bir başlık satırı ki kırmızı olması bir soruna dikkat çekmek için. Diğer bir deyişle izleyicide ilk “aha !” tepkisi için. Ortada konunun, mesajın yer aldığı lacivert zemin ve üzerinde çoklukla beyaz ve vurgu için sarı renkli, büyük puntolu birkaç sözcük… Cümle yazmaktan sakınıyor. “Üçün Güzelliği“ne uymaya özen gösteriyor. Yazımın ilk görselindeki yer alan “Kendinizi sorgulayın” gibi. Altta da yeşilli bir satır ki bu rengi seçmesinin nedeni de slaytın varsa ikinci ana mesajı ya da kırmızı başlıklı üst satırın çözümü olabilecek bir kavramın yer aldığı son cümle ki ikinci “aha !” için.. Şimdi genel ve teknik konuları bırakıp da “Dönemeçler” sözcüğünü oluşturan yazımın esas çerçevesine dönsek mi ne dersiniz ?

Grubun yorgunluğunu ve kokteyl salonuna geçme sabırsızlığını gören ihtiyar delikanlı sahnedeki sessizlik sürecini fazla uzatmadan sordu:

“Sizce bu dünya nasıl bir dünya ?”

Grubun dikkatini çekti (AIDA’nın ilk “A” sı etkinleşti). Azıcık bekledi; belki birkaç mırıldanma ya da espri çıkar diye. Güncel çatışmaların, ayrışmaların, politik yorgunlukların, siyasi kutuplaşmaların ve yaşamı zorlaştıran haksızlıkların etkisi altında sohbet rayından çıkmasın diye “aman çok bekleme !” diye iç sesi onu uyardı ve şöyle devam etti:

…Ben bu sorunun yanıtını yetmiş üç yılı aşan yaşamımda, elli yıllık etkin ziraat mühendisliği iş yaşamında buldum. Bu yanıtı kendimi sorgulayarak buldum. Bana göre bu dünya GAT dünyası. GAT ne demek konuşmamın sonunda açıklayacağım. Bu sorunun size ait olan kendi yanıtınızı bulmak için kendinizi sorgulayın. Ben kendimi nasıl sorguluyorum sözlerimin sonuna doğru örnekleriyle açıklayacağım...”

Yetmiş üç yıllık yaşam; elli yıllık ziraat mühendisliği ve kamuda (ZMAE) geçen on altı yıl

 “…Yetmiş üç yılın ortalarına yerleşen kırk yıllık aktif mesleki yaşamın ilk on altı yılı kamuda, Bornova Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsünde (ZMAE) geçti. Rahmetli Necati Kaşkaloğlu, rahmetli Mahmut Karman, Dr.Kâzım Türkoğlu ve rahmetli Dr.Coşkun Saydam’ın müdürlüklerinde geçen bu on altı yıldan sonra 1 Mayıs 1985 de istifa edip özel sektöre geçiş bizim ihtiyar delikanlının ilk dönemeciydi. Aynı İsviçre şirketinde global birleşmelerin yıkıcı etkisi altına geçen 24 yılda teknik, satış, pazarlama ve insan kaynakları bölümlerinde görev alan ziraatçımız kendini sorgulamayı öğrendi. Sırtından tulum ve tulumba eksik olmadı. Kimi zaman “Pijamalarla Gezen Mustafa Abi” olarak algılandı (Alaşehirli pideci İsmail); kimi zaman “Astranot Kılıklı Adam” dendi (Gerenköylü Mümin Celep). Hatta Malatya kayısı bahçelerinde “Köye Sirk Gelmiş” gibi tanımlandı. Bizim ziraatçımız bundan hoşnuttu. Çünkü AIDA’nın dört harfini de etkinleştirmesini kolaylaştırıyordu özellikle kırmızı tulum. Bunlar sırasıyla;

1.Kolayca dikkat çekiyordu (AIDA’nın ilk harfi: Attention).

2.Dikkat kendiliğinden ilgiye dönüşüyordu (AIDA’nın ikinci harfi: Interest).

3.İlgiden sonra istek hızla güçleniyordu (AIDA’nın üçüncü harfi: Desire) ve asıl önemlisi,

4.İstek eyleme evriliyordu; etkili olup verimlilik artıyordu; emekler boşa gitmiyordu (AIDA’nın son harfi: Action). Daha ne ister insan görevinin ve mesleğinin ürünlerini devşirirken…

Kırmızı tulumlu adamın bir sıkıntısı vardı. İlacı hazırlamak (mühendislik) ve ilaçlama yapmak (işçilik) sorun değildi. Ancak uzak tarlalarda tek başına olduğunda dolu tulumbayı tek başına sırtına almakta güçlük çekiyordu. Yoldan geçen birini görürse “amca, dayı, abicim şuna bir el atsana” diyerek tulumbayı sırtlamasına yardımcı arıyordu. Ya da yanına bir tabure alıyor ve dolu tulumbayı üstüne koyup yanına çömeliyordu. Ne var ki dolu tulumbayla ayağa kalkarken de zorlanıyordu. Bizim kravatlı ziraatçımız kırmızı tulum giyip de tulumbayı sırtlanırken bu işin öncülü olan dört adımın farkında değildi. Ne zamana kadar ?

Bu sıkıntılı günlerin birinde Kızılcabölük’te nohut (ve/veya şeker pancarı) ilaçlaması yaparken köy grup ziraat teknisyeni Şahin yanına gelmiş ve tulumbayı sırtına almasına yardımcı olmuştu. Şahin şaşkındı. Çünkü o da bizim ziraatçımızın Enstitü yıllarındaki gibi devlet memuru olmanın görev tanımı ve sorumluluk sınırları içinde mesleği öğrenmiş ve yapıyordu. Ziraatçımız, bugünün ihtiyar delikanlısı bir yıl önce Enstitüdeyken yaptığı ilaç denemesini anımsadı. Arazi arabasını (35 ED 078) Mehmet Çiftçi (Konyalı Mehmet) kullanıyordu. İlaçlamayı Yasin Atatoprak yapıyordu. Ona sadece ziraat mühendisliği kalıyordu. Şahin şaşkındı. Çünkü özel sektör üç kişinin işini bir kişiye yaptırıyordu. Şahin haklı mıydı ? Her şeyin bir bedeli vardı ve ilk dönemeci aşınca konfor alanından çıkılacağı ek bedelleri ödeneceği baştan belliydi. Sürpriz değildi. Hoş ilaçlama için adam tutsaydı şirket ödenecek bedeli kabul ederdi. Ancak iki temel sıkıntı vardı. Köy kahvesinde onca adam boş boş otururken ve işçi yevmiyesi tam gün için elli lira iken yarım güne yüz lira versen de adam gelmiyordu. Gelen de parsel parsel ayrılan özen isteyen böylesi ilaçlamalara kafası basmadığı için bir gelen bir daha gelmiyordu. Sözün bu bölüm için özü şu ki; Şahin gibi düşünenler bizim otobüsümüzde yer alamıyordu...” Tek başıma dolu tulumbayı sırtıma alabilmeliydim. Peki nasıl olacaktı bu iş ?

Özel sektörlü (firmacı) olalı sekiz sene olmuştu (1993). Bursa’da yine, yeni bir öğrenme yolculuğu vardı. Sektör derneğimiz (o tarihte TİSİT vardı ve başkanı da rahmetli Hasan Bakırcı idi) İngiltere’den Wolverhampton Politeknik Üniversitesinden Dr.John Lowe isimli bir eğitmen getirmiş ve bir haftalık “Eğiticinin Eğitimi Ustalık Yolculuğu” düzenlemişti. Bursa’da “Ziaat Meslek Okulu”nda düzenlenen eğitime kamudan 8 ve özel sektörden de 8 katılımcı çağrılmıştı. Ben de bunlardan biriydim. İlk üç gün Dr.Lowe bizi eğitmişti. Sonraki iki gün ise Bursa ve ilçelerinden ilaç bayileri çağrılmıştı. Biz de öğrendiklerimizi bu bayilere öğretmeye çalışıyorduk ve Dr.Lowe da bize koçluk ediyordu. İşte bu öğrenme ve ustalık yolculuğunda Dr.Lowe bize dolu tulumbanın nasıl sırtlanacağını öğretti. Bu öğretiden anladım ki ilacı hazırlamakla (slayttaki 1 numaralı fotoğraf) ilaçlama yapmak (6 no.lu foto) arasında dört kritik adım vardı. Bunlar birbirlerine bağlı olarak birkaç saniye içinde oluşuyordu. Önce “Duruş” önemliydi. Sonra sol kolu bağlı kayışın içinden geçirmek gerekiyordu. Daha sonra sağ elin bileğine sağ kayışı dolamak şarttı. Ve dördüncü ara adım “Ya Allah ” deyip dolu tulumbayı rahatça savuracak bir savurma işlemi yapmak yetiyordu. Tekniği bilirsen, doğru uygularsan iş çok kolaydı. Hele bir de bunu çiftçinin izlediği bir ortamda kırmızı tulumla yaparsan gerçekten de kaymaklı ekmek kadayıfı etkisi yaratıyordu. Genel algı da “bu gerçek ziraatçı; bu başka” olarak kalıcı etkisi oluyordu…” Bu bana esas neyi öğretti biliyor musunuz ?

Bir duruş oluşturmak (rapport building)

Hayatın içinde işimi, mesleğimi ve tüm sorumluluklarımı doğru gerçekleştirebilmek için “bir duruş oluşturmam (rapport building)” gerektiğini anladım. Bu duruş daha sonra benim stilim oldu (Self Style). Bunun için kendimi sorgulamayı öğrendim. Böylece kırmızı tulumu giyip de tulumbayı tek başıma sırtlayabilmenin ardılı olarak kendimi her olguda başlarken, sürerken ve bitirirken sorguladım. Böylece sahip olduğum değerlerin farkında vardım ve farkındalığımı geliştirdim. Siz de kendinizi sorgulayın. Kendinizi nasıl sorgularsınız ?

Üç tür sorgulamayı tek soruda buluşturmak

 “Kendimi üç tür sorgularım. Sorgu türlerini yere, zamana, nerede, hangi aşamada olduğuma göre ve koşullara bağlı olarak seçerim. Genellikle RAW Sorgusu ile başlarım. Güne, projeye, toplantıya, sunuma, her ne yapacaksam başlarken “RAW Sorgusunu” kullanırım. Bildiğiniz gibi RAW İngilizce “Cevher” demektir. Siz bir cevhersiniz ve sorgulayın ki ne denli cevher olduğunuzun bilincine varınız. RAW Sorgusunda ardışık üç soru sorarım kendime:

1.Hazır mıyım ? (RAW’ın “R” si: Ready)

2.Yetkin miyim ? (RAW’ın “A” sı: Able) ve

3.İstekli miyim ? (RAW’ın “W” si: Willingness)

Önemli olan kendinize vereceğiniz yanıtlarda “Kendinize Dürüst” olmanızdır. Hazır olmanız “Bilgi” ile ilgilidir. Sürekli olarak bilgimi güncellemeye ve arttırmaya çalışırım. Yetkinlik beceri ile ilgilidir. Daha doğrusu doğuştan sahip olduğunuz yetkinlikleri beceriye dönüştürmenizdir. Örneğin yürüyebilmek bir yetkinliktir ve eğitirseniz beceriye dönüşür ve dans edersiniz. İstekli olmak ise işin püf noktasıdır. İstekli olduğunuzda her şey, her istediğiniz, her amacınız, her hedefe ulaşma gayretiniz gerçekleşecek midir ? Gerçekleşmeyebilir. Ancak isteksiz olursanız kesinlikle gerçekleşmeyecektir. Hele bir de isteğinizi, arzunuzu, inanca dönüştürebilirseniz ve inancınızı tutkuyla desteklerseniz dileğinizin gerçekleşme olasılığı kat ve kat artacaktır. Şu sözü hep anımsayın: “Size hiçbir dilek verilmemiştir ki gerçekleştirmek için gerekli olan güç de beraberinde verilmemiş olsun.

Yazım uzadı. MAS Sorgusu ve GAT Sorgusu da bir başka yazıma kalsın. Yazımın başında söz verdiğim “GAT Dünyasına” değinip bitireyim.

İstek > İnanç > Tutku: Emeksiz yemek olmaz

Bu dünya nasıl bir dünya ?

Bu dünya GAT Dünyası; “Give And Take / Ver ve Al Dünyası. Ver ki alasın. Al gülüm ver gülüm dünyası”ki anlamı “DENGE”. İçinizdeki cevheri açığa çıkarmak için, potansiyelinizi tam olarak kullanmak için, yetkinliklerinizi beceriye dönüştürmek için, yaşamda ve iş yaşamında dengeyi kurmak için kendinizi sorgulayın. Sahip olduğunuz değerlerin farkına varmak için kendinizi sorgulayın. Farkındalığınızı geliştirmek ve geleceğinizi şekillendirmek için kendinizi sorgulayın. Her şey sizin ellerinizde. Kerem’in Teknoloji Zirvesi-Fark Yaratan Şirketler Panelinin kapanışında söylediği gibi: Emeksiz yemek olmaz; hiç bir emek boşa gitmez.

Yolunuz açık ve aydınlık olsun. Kalın sağlıcakla.

Öykücü