Yaşam Büfesinde “KITA”

“…Adam o kadar açmış ki vitrindeki ekmeklere uzun uzun baktıktan sonra fırından içeri girip fırıncıya sormuş: “Bu ekmeklerin hepsi senin mi ?” Fırıncı “Evet” diye yanıt verince aç adam “Yesene öyleyse !” demiş…Şeker pancarı tarlasındaki Kırmızı Tulumlu Adamı (KITA) gören Köy Grup Ziraat Teknisyeni Şahin koşarak yanına gelmiş. Bir süre tulumlu ve sırtı tulumbalı adamı seyrettikten ve tanıştıktan sonra sormuş “Abi, sen bu firmaya kaç para maaşla girdin ?”. KITA şu kadar lira diye yanıtladıktan sonra “Ben o paraya geçmem abi !” demiş. KITA şaşırmış ve “Neden geçmezsin ?” demekten kendini alamamış. Şahin’in yanıtı da on altı yıl tanık olduğu acı gerçeğin ifadesiymiş: “Firma altına araba vermiş şoförü sensin; sırtına tulumba yüklemişsin işçisi sensin ve onca yıl okuyup mühendis olmuşsun teknik elemanı da sensin; senin firman üç kişinin işini bir kişiye yaptırıyor, ben o paraya geçmem abi !” diye samimi düşüncelerini dillendirmiş Şahin…”

Elli yıllık Ziraat Mühendisi olunca 73 yılıma ve 1985 yılındaki dönüşüm kararıma bir kere daha baktım ve …

Merhaba

WhatsApp’ta birkaç grubum var. Öncelikli olanları “C13” olarak Duru’dan Ümit’e uzanan yelpaze içindeki ailem ki bunun birkaç alt grubu da var, konuların gösterdiği duyarlılığa göre iletişimi farklı yollarla etkinleştirilen. Bu durum kurumlardaki bilgiye erişim yetkinliğine de benzetilebilir. Diğeri “ZM68″ olarak sınıf arkadaşlarımla kurulan ağ ki hem çok yararlı ve hem de zaman zaman sınırları zorlayan, algılarımızı ve farklılıklarımızı test eden etkiye sahip olduğu için; bunu yaparken bizi ve dikkatimizi sürekli dinamik kıldığı için ayrı bir önemi olan grubumuz. Üçüncüsü de “BZMAE” (Bornova Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü) grubumuz ki daha çok sosyal iletişim ağırlıklı ve genç meslektaşlarla biz deneyimlileri buluşturan etkinlikte olduğu için, günüme renk kattığı için değerli. Bunun dışında eğitim, danışmanlık ve koordinasyon katkılarım için ara sıra etkinleşen Netdirekt ve Netin beraberliklerim de WhatsApp içinde eylem kazanıyor zaman zaman. İşte bunlardan üçüncü grup içindeki genç bir meslektaşımdan Enstitümün 86 ncı kuruluş kutlamalarına (15 Şubat 2018) çağrı alınca içimde bir şeyler söylemek hevesi kabardı. Bunu arkadaşıma ilettim ve talep ettim. Yönetime ileteceği sözünü aldım. Bundan sonrası nasıl gelişir ? Rahmetli dostum, şefim, müdürüm Dr.Saydam bile 1986 yılında İsviçre-Les Barges‘daki “Aplikasyon Teknikleri Eğitimi”nden döndükten sonraki teklifimden bile tedirgin olduysa bu beklentim konusundaki gelişmelerin gelgitleri hiçbir şekli sürpriz olmayacaktır. Gerçi şimdi “Firmacı” olmadığıma göre ve “Yaşam Gölü” deneyimlerini paylaşmanın çok yönlü yararları olacağı kesin olacağı için olumlu yanıt olasılığı yüksektir. Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler. Hazır olmalı. Peki hangi çerçevede ve nasıl hazır olmalı ?

Önce bir metin olarak istendiği için onların tanıtacakları formatta hazırlayıp ilettiğim öz geçmişi burada da paylaşarak kendime bir çerçeve çizmeye çalışayım.

On beş yıl Enstitümüzde çalışan Mustafa Copcu, İzmir Atatürk Lisesi mezunudur (1963). Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesini 1968 yılında birincilikle bitiren Mustafa Bey, askerlik görevinden (Erzurum 24 ay) hemen sonra Enstitümüzde göreve başlamıştır (Eylül 1970). Çeltik hastalıkları konusunda doktora yapan sayın Copcu 1983 yılında Tübitak Teşvik ödülü almıştır. 1985 yılında Tohum Patolojisi Laboratuvar şefi iken istifa etmiş ve bir İsviçre kimya şirketinde göreve başlamış ve bitki koruma sektöründeki çalışmalarını aynı şirkette kesintisiz olarak 24 yıl sürdürmüştür. 1989 yılında üniversite dışından, Fitopatoloji ana bilim dalında doçent olan Mustafa Copcu özel sektördeki çalışmalarını teknik, satış, pazarlama ve insan kaynakları bölümlerinde sürdürmüştür. 2009 yılında emekli olan Mustafa bey, serbest olarak mesleki danışmanlık ve yönetim becerilerini geliştirme konularında eğitim çalışmaları vermektedir. Aynı zamanda iletişim sektöründeki aile şirketlerinde koordinatörlük görevini de üstlenen Mustafa Copcu evli, üç çocuk babası ve beş torun dedesidir. Kışları Karşıyaka’da, yazları Çeşme’de yaşayan Mustafa bey www.copcu.com bloğunda görüşlerini, deneyimlerini ve eğitim konularını paylaşmaktadır…

Bunlarla sahneye çıkacağımı varsayarak 1985 kırılma noktamın öncesi ile sonrasına bir mesaj içerisinde dikkat çekmeyi amaçladım. Bunun için devlet memuru olmanın, kısıtlı ödenek koşullarında ulaşımdan konaklamaya kadar uzanan bir dizi günlük ve yaşamsal ihtiyaçların yetersizliklerinden özel sektör nimetlerine (!) geçişte ödenen bedelleri “Ziraat Mühendisi Olmak” vurgusuyla ele almayı istedim. Bunun için mesleğimin iki temel göstergesi olan “Tulum ve Tulumbayı” sergilemeyi planladım. Tek bir slaytın açılımlarında (animasyon) bugüne ait görüntümün üzerine “Kendinizi Sorgulayın” mesajımı ve “GAT/MAS/RAW” olan üç temel kavramımı yazdım. Bana ayrılacak sürenin en fazla on dakika olacağını düşünerek pek çok şeye değinmek yerine bir “ana mesaj“ı vurgulamaya önem verdim; “Kendinizi Sorgulayın”. Aslında bu yazımı kendimi o güne hazırlamak için, kendim için, öğrenmemi etkinleştirmek için yapılandırıyorum. Beklentim gerçekleşmez ise de kazanan yine ben olurum. Çünkü hem bugünüme değer katıyorum; hem de yeni, yine bir çerçeve, bir bağlam içinde inançlarımı yeniden yazmış oluyorum. Mavi zemindeki güncel fotoğrafımın üstündeki bu “Kendinizi Sorgulayın” ana mesajı çevresinde gelişecek sunumum bugün burada ne yazarsam yazayım o gün, orada, o ambiansta oluşacak duruma göre şekillenecektir. Bunun anlamı, “Sunum Becerileri” açısından 1993 yılında İspanya-Alicante’de Avrupa Ülkeleri IPM Sempozyumunda yaptığım gibi sınırları ve içeriği kesin benzeri bir sunum olmayacaktır; olamaz da. Kendinizi nasıl sorgularsınız ? konusu ise tanınan sürenin uygunluğuna göre “Yola Çıkarken” ve “Yolda Soluklanırken” olmak üzere iki tamamlayıcı özgün sorgulama örneğimle ortaya konabilir; sözü edilmeyebilir de… Ya “Dikkat çekme” konusu nasıl etkinleştirilecektir ?

“Kırmızı Tulum” la tabii ki canım. Kırmızı tulum fotoğraflarda ön plana çıkacak ise de Çeşme’den getirip sahnede giyebilirim de tıpkı “Biyoteknoloji Günleri Yıllık Toplantıları“nda yaptığım gibi. Kırmızı tuluma eklediğim tulumba ise “yetkinliğin beceriye dönüştürülmesi” konusundaki “bilmek, yapabilmektir” ya da Latincesi olarak “acta non verba” nın simgesidir. Bunu Konya’da Selçuk Üniversitesinde sahnede yapmış isem de bugün 73 ünden dikkatli olmakta fayda var (en son yaptığımdan CINOS-Tütün Projesi Çalışanlarının Eğitimi) sağ omuzda kas yırtılmasına neden olmuştum. Yazılarımın başlığında mecbur kalmazsam hep bir veya iki sözcük kullanıyorum; üç sözcük olsun istemiyorum. Bu nedenle “Yaşam Büfesinde Kırmızı Tulum” diyebilirdim.Ancak “Kırmızı Başlıklı Kız” örneği gibi dikkati tulumdan çok tulum giyen adama, kendime çekmek için “KIrmızı Tulumlu Adam” demeyi yeğledim. Bu da üç sözcük olunca kısaltıp “KITA” dedim. Bu haliyle daha pek çok anlam içerdiği açıklanabilir yeri ve zamanı geldiğinde. KITA’nın hemen öncülü olarak, 1985 yılında Enstitümden istifa ederken neleri bırakıp gidiyordum ?

Önce CINOS’un ilk evresi olan “CIBA” henüz ülkemde resmen var değildi (Hoş şimdi de mevcut değil; 1997 de tarih oldu 150 yıllık kuruluş) . “Sağlık Müesseseleri” adında uyduruktan bir yerli şirket çatısı altında toplanmışlardı. Ben tek maaşla geçinen, iki oğlu Üniversitede okuyan bir garip devlet memuruydum ve şimdi SSK lı işçi oluyordum. Güvendiğim dal sınıf arkadaşım sevgili Alev’in çağırıyor olmasıydı. Bırakıp gittiğim üst düzey maaşa erişmiş Türkiye’de tek olan ve artık “Doğuya tayin olur muyum ?” korkusu yaşamayacağım laboratuvar şefi olmamdı. Tübitak Ödülünden sonra durumum Bakanlığın da dikkatini çekmiş ve kadro derecem yükselmişti. Enstitü Araştırma Komitesi başkanıydım. Huzurluydum. Mutluydum. Doyumluydum (!). İşte bu son sözcük tartışmalı. Çünkü itiraf etmeliyim ki kimi Tübitak Projelerinin sağladığı olanaklarla ödenek yetersizliklerini aşıp araştırma amaçlı seyahatlerimi (örneğin Gönen’e gidip Yanıklık Etmeni konusunda kışlama ve ilaçlı savaşım çalışmaları yapmak gibi) yapabiliyorsam da yeterince üretken olamamanın takıntıları ağırlık kazanmaya, rahatsız etmeye başlamıştı. Bu gelgitlerin etkisi altında Nisan ayının son Perşembe günü EAK Toplantısından çıkıp da odamda konuların hararetli tartışmaları sürerken odama giren ve masamın üzerine siyah bir bond çantayla araba anahtarını koyan sevgili Alev’in teklifini fazla düşünmeden iki gün sonra evet demiştim. İyi ki “evet” demişim. Enstitümün oluşturduğu sağlam zemin üzerine CINOS’un üç evresindeki global fırtınalarla etkinleşen ve elemelerle güç kazanan öğrenme ve ustalık yolculuklarım sonucunda bugün bu konumdayım. Nasıl mıyım ?

Binlerce şükür ve şükranla; benden daha ileride olan “C13 Grubumun” sevgi ve saygı çemberinde Nezuş’la birlikte dualarla doluyum. Kolay mı oldu ? Zor olsa da yazıma eklediğim kısa montaj filmin son karelerindeki sözlerime bakın (HAGEM / 10.05.2016): “Yolunuzda engeller yoksa o yol sizi hiç bir yere çıkarmaz; öldürmeyen her darbe sizi yüceltir”. Şimdi Dost Can Deniz’in sözlerine kulak verelim: “Bugün, dünden güç bularak yarınlara uzanır”. Dün nelerle doluydu ?

Otuz üç yıl önce (1 Mayıs 1985) devletten özel sektöre geçtiğimde fırının önündeki aç adam gibiydim. Ben o günlerdeki yaptıklarıma bazen “deli dana sendromu” diyorum. Altıma araba vermişlerdi. Otel, yemek, içmek sorun değildi; olanaklarım artmıştı. Başlangıçta Ege Bölgesi içinde kalan sorumluluk alanım daha sonra tüm Türkiye’yi kapsamıştı. Hareket serbestim artmıştı. Tarla denemelerim için Manisa koşulları uygun olmazsa Malatya’ya gidiyordum. Mutluydum. İşte CINOS’taki 24 yılımın her evresinde sırtımdan kırmızı tulum eksik olmadı. Kırmızı tulum doğrudan faydası (beni ve giysilerimi tarlanın tozu toprağının ilaçlamanın kirletici etkilerinden) yanında dikkat çekiyordu. Böylece hem tarlada ve hem de tarla öncesi ve sonrasında kahvede, köyde yaptığım sohbet toplantılarında beni daha dinlenir kılıyordu. Bir de işin gereği tulumba olursa sırtımda “işte gerçek ziraatçı” diye başıma üşüşenler artıyordu. Her ne kadar zaman zaman (Malatya’da olduğu gibi) köye maymun gelmiş gibi duygular oluşuyor ise de bu durum bile beni mest ediyordu. Çünkü AIDA’ nın tüm evrelerini kolaylıkla aşıyorum. Dikkat (A), İlgiye (I) dönüşüyor, İstek (D) kolaylıkla eyleme (A) erişiyordu; ikna gücüm artıyordu. Öyle ki 1992 yılında Antalya- Marco Polo Tatil Köyünde herken kravatlı iken ve benim görev düzeyime sahneye çıkma olanağı verilmemişken yıllık toplantıda kırmızı tulum giyerek hem sahneye çıkma şansımı yarattım ve hem de bunun ardılı olarak ertesi yıl İspanya-Alicante’de ülkemi temsil ettim (Mart 1993). Eksik olan neydi ?

Eksik olan KITA’nın yalnızlığıydı; daha doğrusu bireysel kalışıydı. Genel müdür bile 1992 Antalya toplantısında “Nereden buldun bu kırmızı tulumu ?” diye sorduğunda, “İsviçre’deki kurstan ” diye cevap vermiştim ve alaycı bir tavırla “Biz onca kursa katıldık neden bize vermediler ?” demekten kendini alamadı. Halbuki ben bana “astronot kılıklı adam” denmesini bile bir AIDA Sinyali olarak anlatmıştım.  Bu bireysellik uzun sürmedi. Çünkü KITA olmanın faydasına inancım tamdı ve yayılması için ısrarcıydım. Her fırsatta başkalarının da KITA’ya katılması için gayret ettim. İşte örneklerim; Sunflower (Ayçiçeği’nin İngilizcesi) sözcüğünü “Synflower” yaparak Trakya ayçiçeği pazarında özel ekiple seferberlik ilan ettiğimizde tüm ekip kırmızı tulumluydu; gerçek KITA oluşmuştu. Adına “Tripod Management/Saçayağı Yönetimi” dediğimiz becerimizi geliştirip dost ve rakip güçleri eşgüdüm içinde buluşturarak KITA’larla etkinliğimizi artırmıştık. Trakya’dan Malatya’ya uzandık. Şire Pazarında çiftçi mektubu dağıtırken benim yanımda, Mehmet, İlker ve Mustafa’yı da KITA’landırıp “Kırmızı Giymiş Adamlar” olarak mahşerin dört atlısı gibiydik. Böylece yerel satış yönetimince üç yıl sonrası için maksimum 3,5 t satış hedefi çizilen CHR isimli ilacımızı daha ikinci yılında on tondan fazla satmış ve KITA’lı adamlarla tutundurmayı da sağlamıştık. Önceleri üzerimdeki kırmızı tulumun etkilerinin hep dış müşteri ilişkilerinde olduğunu varsayarken bir de ne göreyim Paris’ten sonra aynı yıl içinde ülkenin dört bir yanında organize ettiğim F2 Çalıştaylarından birinde üst yöneticlerden Dr.TÖ’nin “Personal Shield/Kişisel Kalkan“ını çizerken kırılma noktalarından birinde KITA’nın yani kendimin yer aldığını görmekten mutlu olduğumu çok iyi anımsıyorum. Rio (2005) ve Mısır (2004) sunumlarımdan önce Antalya’da (2004) yaptığım “BUS (Business As Unusual / İşler Eskisi Gibi Değil)” mesajlı sunumumda iki pazarlama uzmanımı (BHG,KA) sahneye çıkarıp kırmızı tulum giydirmem de inancın görev devri ile eyleme yansıması olmuştu. Demem o ki KITA olmanın “Spilover Etkileri (Süt Taşar Etrafına  Bulaşır)” ni kıvançla yaşadım. Böylece benden yayılan KITA’laşma Trakya ayçiçeklerinde, Manisa Bağlarında, Söke Pamuklarında, Malatya kayısılarında, Isparta elmalarında, Adana buğdaylarında, Bursa doma teslerinde, Fethiye’den Mersin’e uzanan tüm Akdeniz sera domateslerinde KITA’nın etkisi doğrudan satışa ve satış desteğine katkı sağlamıştır. Yine de 1985 de KITA olduğumda alt yapının güçlendirilmesi gerekiyordu. Eksik olan parçalar vardı. Nelerdi ?

Montaj filmin ortasında kalan ve tek bir slayta animasyon katarak oluşturduğum KITA görüntüsünde İlaçlama yapan KITA (No 6) ile ilaç hazırlayan KITA (No1) arasında kalan diğer dört adımın eksik olduğunu zamanla öğrendim. İlginç olanı ben bu eksikliğin farkında bile değildim. Kendimi sorgulamayı bilmediğim için farkındalığımı geliştiremiyordum; geliştirmeyi düşünmüyordum bile. Ben kendimi sorgulamayı 2005 yılında Paris’in 90 km kuzeyindeki bir şatonun gün ışığı gören salonunda bir haftalık öğrenme yolculuğunda, “Konuşma Halkası”nda yer alınca; “Johari Penceresi“nde buluşmayı yaşayınca öğrendim. KITA’nın sırtına alacağı tulumbayı doluyken kendisine yardımcı aradığı günler oldu. Kimseyi bulamadığında bir hendeğin kenarındaki sırtın  yanına diz çöktü; ya da yanına bir Hollanda Kasası alarak üstüne koydu tulumbayı. Tulumba dolu olunca ağırdı. Ta ki 1993 yılında İngiltere’den Dr.J.Lowe gelip de “Eğiticinin Eğitimi” öğrenme yolculuğunda Bursa’da tulumbanın tek başına nasıl kolaylıkla sırta alınacağını gösterinceye kadar. işte o zaman No1 den No6 a uzanan sürecin dökme, durma, tutma ve savurma aşamalarını öğrendim ve öğrettim. Önemli olan bakmaktan öteye görmek. Gördüm de neler oldu ?

Bilmek, yapabilmektir” sözüme inancım pekişti. “acta non verba” diyerek “laf değil eylem” inancımın eylemcisi oldum. Kendimi sorguladım. Hazırlığı sorguladım; yanıtımla bilgilerimi artırdım. Becerilerimi sorguladım; yetkinliklerimi eğiterek beceriye dönüştürdüm. Hevesimi sorguladım; güçlendirip tutkuyu yarattım. İyi yaptığım şeyleri sorguladım; daha çok yapabilmenin koşullarını öğrendim. Yapmakta zorlandığım şeyleri sorguladım; daha farklı yapmanın yollarını aradım. Kapasite kadar kapabilitemi, yetkinlik alanlarımı artırmanın olanaklarını zorladım. Sonunda anladım ki hiç bir emek boşa gitmiyor; emeksiz de yemek olmuyor. Şurası kesin ki, bu dünya GAT Dünyası yani “ver ki alasın“. Yeter ki siz isteyin.

Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü