Yaşam Büfesinde “Pan’ik”

“…Hekimlerin dediğine göre, ondan tez aklımızı başımızdan alan hiçbir tutku yoktur. Korkudan aklını yitiren çok adamlar görmüşümdür. En sağlam kişiler bile korku anında inanılmaz şaşkınlık içine düşerler. Aynı korku bazen bütün bir kalabalığı sarar. Korku kimi zaman topuklarımıza kanat takar, kimi zaman da ayaklarımızı yere çiviler. Korkunun gücü son haddine öyle varır ki, ödev ve onur yerinde elimizden aldığı yiğitliği kendi buyruğunda gösterir size; onurlu bir savaşla elde edeceğinizi yüz karası bir kaçışla yitirirsiniz…Mallarını yitirmek, sürülmek, köle olmak korkusuna kapılanlar, yemelerinden, içmelerinden, uykularından olup sürekli bir telaş içinde yaşarlar. Ölümden daha amansız, daha dayanılmaz bir beladır korku. Pan Tanrının saldığı korku anlamına “Pan’ik” diyorlar buna…” 

 

Hayatta yaptığımız her şey ya doğrudan satıştır; veya bir biçimde dolaylı olarak satışa destektir. O halde…

Merhaba

İki haftadır düzenli yürüyüşümüz yok. Ben zaman zaman, Nezuş arada bir yürüyüşe çıkıyoruz. Artan diz ağrıları nedeniyle iki haftadır düzenli yürüyüşlerimize hekim önerisiyle ara verdik. İnşallah yeniden başlarız ciddi bir operasyona gerek kalmadan. Medicalpark’ın koridorunda her iş gününün sabahında bir saati aşkın süre beklerken elimde Pakize Türkoğlu hanımın kitabı var: Tonguç ve Enstitüleri. Sanki Milli Eğitim Bakanı olucam gibi satırlarını çize çize okuyorum. Anahtar sözcükler arıyorum. Beyin ne ararsa onu bulduğu için de kitabın giriş kısmının her yanına kızarmış durumda (kırmızı kalem kullanıyorum). Aslında kitap sığındığım liman. Kaçışım neden ve nelerden ?

Bunca yıl sonra yine aynı sıkıntılar (günü kurtarma çabalarıyla yiten kaynaklar)

Ekranlardan… Ekranlardaki arsızlardan, hırsızlardan, aklımla dalga geçenlerden ve hatta aklımın ırzına geçenlerden (Don’t fuck my mind). meymeneti gitmiş, ruhsuz ve nursuz bakışlardan korkuyorum. Korkuyu, Pan’ikleşen telaşı gizlemeye çalışan yüksek seslerden utanıyorum. Yılandan korkmadım duyduğum bu yalanlardan korktuğum kadar. Korkum ülkem için, korkum gençler için, gelecek nesiller için. Hastaneden eve gelince elime geçen kitap, her daim başucumda duran: Montaigne’nin “Denemeler”i. Yirmi yıl kadar önce 14.09.1998 de Emel hanım tarafından şu kısa notla Nezuş’a armağan edilmiş: “Sevgili Nezuş’a keyifli okumalar dileğiyle“.Yazımın girişindeki kısım o kitaptan “Korku” ile ilgili bölümden. Her şeye fazlasıyla sahip olanların ve hatta iktidar ve otorite olanların bu korkusunun temelinde yatan nedir ?

Dünden bugüne alınacak öylesi dersler var ki…

Bu düşüncelerle Sözcü’de Pazartesi günleri köşe yazısı olan Dr.Ayşe Sucu‘nun yazısını okudum.

Ayşe hanımın yazısı, Pakize hanımın kitabı, “Tanrının Dükkanı“ndaki bir mesaj beni “Özgürlük” sözcüğüne odakladı. Neden mi ? İşte Ayşe hanımın sözlerinden bir kesit:

…İnsan kendi varoluşunu hissetmeli. Özgürlük, bu varoluş sorumluluğu ile yükünü kendi omuzlarında hissetmesi, kendini kendine teslim etmesiyle başlar. Başkası, bizim adımıza, bizim özgürlüğümüzü gerçekleştiremez. Ama özgürlüğümüzü gerçekleştirmemizin önünde engel olabilir. Özgürlüğünü gerçekleştirmek isteyen bir bireye, dışarıdan, hiçbir ahlak/din, hiçbir siyaset bastıramaz. Devletin de böyle bir hakkı yoktur. Allah adına hiç kimse bir başkasına bir şey yapma hakkına sahip değildir. Peki bu özgürlük nasıl gerçekleşecek ? Kendi doğal gelişme seyrine dönebilmemiz için Anadolu’nun ruhunu anlamalıyız. Çıkış yolu Anadolu’nun aklı, gönlü ve inancı, yaşayıştaki samimiyeti dikkate alan özüne dönüşle olur. Sözün özü, bizim bir rönesansa ihtiyacımız var...”

Rahmetli “Tonguç Baba” da, seksen iki yıl önce  zamanın Kültür Bakanı Sayın  Saffet Arıkan’ın desteğinde “İlköğretim Genel Müdürü” olduğunda da aynı şeyleri söylüyordu “Canlandırılacak Köy” isimli eserinde. Kitabın 117 nci sayfasındaki şu satırlara takılı kaldı aklım günümüz ruhsuz suratlarını görmek istemedikçe:

“…Bunu ivedilikle yapamazsak devrimciler yaşlanacak, hızları azalacak, tepkici ve azgın güçlerle karşılaşacaklar ya da beklenmedik zamanlarda öleceklerdi (Mumcu gibi). Bu korkunç olaylarla karşılaşmadan, devrimi her zaman ayakta tutacak sağlam temellerin atılması gerekiyordu. Bu yönüyle eğitim, en başta ilköğretim, ana davalardan biriydi. Bu nedenle “dava”yı her türlü gelip geçici heveslerden (TEOG kalksın > kalkıyor; bakan sussun > susuyor), politika oyunlarından, eski uyutucu tuzaklardan, gelenek ve göreneğin zararlı etkilerinden korunarak bilimsel ilkelere göre yürütmek zorunluydu. Ancak böylece ileride her türlü koşullar içinde devrimin ana ilkelerini canla başla koruyan insan sayısı çoğalacak, ülküler bir çeşit halk felsefesiyle beslene beslene yıkılmaz düşün ve alışkanlıklar haline gelecekti…” İşte bu benzer inançlarla Tonguç Baba, Köy Enstitülerinin öncüllerini hazırlıyordu. Ya sonra …

O sırada yanıbaşımda duran bir başka kitabın arasına sıkıştırmış olduğum bir küçük notu gördüm. “Tanrının Dükkanı” notunu da alıp kafeteryaya geldim (biraz sonra bize bir konuk gelecek; Enstitü arkadaşım ki Nezuş benden daha iyi ev sahipliğe yapar ve daha çok sohbetle keyif alır/verir). Bilgilerimiz tazelemek için “Tanrının Dükkanı” yazıp da internete girince ilk sırada kendi yazım çıktı (15 Ocak 2017 de yazmışım).

Yaşam Büfesinde “Tanrının Dükkanı”

“…#HAYIR dır inşallah diyerek kahvaltıdan sonra kafeteryaya geldim (burada internet daha güçlü). Hava ılınsa da yağışlıydı ve günümün “Keyif Bölümü”nün “İkinci Y”sini gerçekleştiremedim(k). Yürüyüş yapamadık. Dün de yapamamıştık. Gerçek gerekçelerimiz var ise de azıcık da olsa tembellik mi çöktü içimize diye düşünmüyor değilim ! Ne varki dünün etkileri sürüyormuş ve ardıllarının, artçıların etkisi yine sıkıntılı oldu. Boş vermek gerekse de veremiyoruz. Yusuf’a doğru yürürken aklımdaki sorular, ne yapmalı, nasıl yapmalı ve asıl önemlisi neden yapmalı ?

#HAYIR sana inanmıyorum diyor iç sesim haykırarak bir gazetenin manşetinde yer alan şu sözlerin sahibine “Suya da sabuna da dokunacağım” diyor yeni haber spikeri. Biz bir köyde kırk kişiyiz. Birbirimizi biliriz. Sen bırak bireysel yaklaşımına, senin ortamın, patronun belli: Çin şiirindeki gibi “İşte taş, işte köpek / İşte taş, işte köpek / İşte taş, işte köpek / Taşı köpeğe atamazsın, çünkü köpek senin patronun“. Suya sabuna dokunmak iş mi ? Ele dokun, eldeki kire dokun. Dokunabilir misin ?…”

Tanrının Dükkanı“ndaki şu sözler ne kadar anlamlı:”…Bu dükkanda meyve bulunmaz. Ben sadece tohumları veririm. Bahçende her şeyin yetişebileceğini bilseydin ne ekerdin ? Günlerini yaptığın hasatla değil, ektiğin tohumla yargıla. Gölgeni keşfet. Arka bahçende hangi değerli yetenekler gömülü ? Kendine yasakladığın davranışları inceleyerek seni özgür bırakacak kişilik özelliklerini ve alışkanlıklarını keşfedebilirsin…
O yazımdan kısa bir pasaj aldım. Baktım ve gördüm ki aradan geçen yaklaşık bir yılda hiçbir şey değişmemiş. Akif Beki’nin 5 Nisan 2017 günü yazdığı “Evetle hayırla olmaz bu işler” başlıklı yazısını anımsadım. İktidara yakın görüşlü olan Akif bey o gün “Milli maç oynamıyoruz…” diye başlamış yazısına ve “…evet bir şamar, hayır bir tokat değil.” diye bitirmiş yazısını. Peki neden böyleyiz; neden hırsızlardan, arsızlardan, hainlerden kurtulamıyoruz ?

Yıl dolmak üzere ajandam kabardıkça kabardı. Günlük notlarıma pek çok şey eklendi. İki gün önce “İstanbullu Gelin“i izlerken bir sözü çok sevdim; hemen kalem kağıt bulup ajandama yazdım: “Hayat, sen plan yaparken akıp gidendir. Onun sana getirdiği hiçbir şey yük değildir…” Sevdim bu sözü. Ancak en sorunlu yılda (2001; yeni bir global birleşmeyle CINOS’un üçüncü evresinde Synlleşirken doğum sancıları yanında ülkesel krizin ayak sesleri; Çanakkale-Bayramiç-Evciler’de bir tarla günü ve sahneye fırlayan adamın şikayetleri karşısında sloganlaştırdığım) “progamlı olan kazanır“. Bir yanda plansızlığa övgü “salıver gitsin” diğer yanda “programlı ol ki…” sözleri. Önemli olan yere, zamana, koşullara ve konuya göre esneklik. Nabza göre şerbet ya da adamına göre muamele doğru mudur; ne zaman doğrudur ?

Mart 2017 her ne olmuşsa; “Dertten kurtulmak mı, gerçeği bulmak mı istiyorsun ?” sorusundan sonra bir ok çekip şu sözleri yazmışım: “Dehşet içinde insanların yalanlar dayanışması”. İşte bu sözler bugün “Pan’ik” yaşayanaların yalanlarla bağırarak yaptıkları bu. Korkuları çok. Gece uyuyamıyorlar. Gözlerinde fer kalmamış. Bakışlarından hainlik akıyor. Korku hepimize bulaşıyor. Suçsuzlar daha bir fazla korkuyor. Tosbağı evini kaybetmekten korkuyor; aslan kürkünü ve sanki bir tek maymun korkusuz kıçı açıkta olduğu için. Dalia Mogahed TED‘teki konuşmasında “baskı ve korku altında kendimi sağlama almak mı yoksa daha iyiyi seçmek mi ?” yapmak istediği karar veremiyor. Teoman karar veriyor. Teoman net; Teoman gece rahat uyuyor. Sürülse de Teoman’ın vicdanı var.  Batman (Kara Şövalye” nin sözleri de ajandama girmiş (23.07.2017/20.20/Atv) “…Ya kahraman olarak ölürsün ya da yeterince uzun yaşayıp zalim olduğunu görürsün”.Görünen Köy “ortada. Bundan ötesi mezar taşının başında tomanın beklemesidir tükürmesinler diye. Yetmez mi ?

Biri gurbet ellerde bülbül olmuş ötüyor. Diğeri “Bülbülü Öldürmek” diye bir ödüllü romanı yıllar önce yazıyor (Harper Lee / Altmışlı yıllarda ben liseye giderken Basmane’de otobüs durağındaki kitapçının vitrininde görmüştüm kitabı). Birisi elinde belge sallıyor; diğer, bilgeyi belliyor (“Bilgeyi Bellemek” sözünü sevdim. Bunu da bir ara ele alayım. Burada bellemek akılda tutmak mı yoksa kürek benzeri aletle kazıp madeni bulmak mı yoksa daha mı kötü ? şimdilik karar veremedim). Narcos‘un üçüncü sezon ikinci bölümünün  sekizinci dakikasında aynen şöyle diyor teslim olma senaryosu içindeki dört babadan biri “Ruhunu şeytana satan onu bir daha asla geri isteyemez“. Ruhu var mıydı ? Şeytana mı sattı; yoksa kendi mi şeytan ? bunu da bilemedim. Her nasılsa başarılı bir pazarlamacı olduğu gerçek. Tarihin en eski, birinci, ilk, başarılı pazarlama ustası kimdir ? Pazarladığı nedir ? Alıcısı satıcısı kimlerdir ? “Adem Elması” nın Havva’nın elması ile ilişkisi var mıdır ? Pazarlanan elma Adem’in boğazında mı kalmıştır ? Neler, kimlerin boğazında kalacaktır ? Boğazdan geçen lokmanın haram olması tadını bozar mı ? Ne oldu sıvı yumurtacının babası ? Babalar gibi satınca tekerlekli sandalyede huzurlu mu gitti ? Kime kaldı bu dünya ? Aksırıncıya, tıksırıncaya kadar yemenin kime faydası olmuş ?

Hırsızların sınırsızlığı, yolda düzülen kervan, düzen ve düzülen, su ve saman,… kavramlar karışıp gidiyor. Nereye gidiyor ? Nereden geliyor? “…Ve sonra karga uçabildiği kadar yükseğe uçtu; köpeklerden uzağa…ve sürüsüne geri döndü. Karga daha önce tehlikeden kurtardığı arkadaşı kediyi bulmaya gitti. Ve onunla huzur ve mutluluk içinde yaşadı…” Yukarıdaki dizinin 45 nci dakikasında babaların güvenlik şefi olan Jorge’un çocuklarına okuduğu masaldaki karga bu. İyi görünüyor. Hırsız gibi durmuyor. Kedi ile dost olduğu anlaşılıyor. Altmış beş yıl önce ilkokul birinci sınıf sonunda Alfabeyi devirince, okumayı öğrenince ilk okuma kitabının son sayfasındaki karga, kedi ile dost değildi. Kedi kargaya yağ çekiyordu. Sesini güzel sanan karga şarkıya başlayınca ağzındaki peynir yere düşüp kedi yiyordu. O kitabın sonuna bu Lafonten masalını ekleyen eğitimci bundan hangi faydayı türetmeyi umuyordu. Kurnazlık mı ? Böylesi bir dostluk mu ? Dün öyleydi de bugün Çeşme’de kedi ile karga arasındaki gerçek yaşam ilişkisi farklı mı ? Hem de nasıl ! Roller ve güçler tersine dönmüş. Lafonten yine halt etmiş. Ne karınca ile olan ilişkisindeki gibi ağustos böceği kışın aç susuz, ne de karga artık kediden korkuyor. Çeşme’nin yitirdikleri peynirin rövanşını almaya kararlı kargalarından öylesi gözü korkmuş ki kedinin dikenli gül bitkilerinin altına saklanarak kargadan korunabiliyorlar. Yazımı bir Norveç Atasözü ile bitirmek istiyorum:

When you are hopeless, think like Atatürk

Türkçe açıklamaya gerek yok. Bizim inançlı olanlarımızın korkularını, umutsuzluklarını yok etmenin en etkili yolu “Atatürk gibi düşünmek” ve yokluklardan çare yaratmak. Ne mutlu Türküm diyene ve bunu hep aydınlık yollarda yüksek sesle “İzmir’in dağlarında çiçekler açar…” coşkusuyla haykırıp da gurur duyabilene.

 Hayat her an gülümser ona içten gülene; mutlu olmak zor değil olmasını bilene

Öykücü