Yaşam Büfesinde “Bisiklet”

 

Uzakdoğu’da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı…”

İrem’in arkadaşları; Nezuş’un pastası ve camı kıran Selahattin (2012)

Merhaba

Birkaç gündür hüzünlüyüz ve dua doluyuz. Sevgili İrem (12 yaşındaki torunum) ikinci kez bisikletten düşünce bu kez ciddi zarar gördü ve bileğini kırdı. Hepimizin sığındığı sağlık limanı olan amcası, oğlum Eray (Prof.Dr.Eray Copcu)’ın her zaman ve hemen yaptığı yardımlarla özel koşullarda, özenle, ustasına (Prof.Dr.Ahmet Ekin) ameliyat olup gerekli düzeltici ve tedavi edici önlemler alındı. Şükür ve şükranlarımızla bu olay beni “Yaşam Gölündeki Bisikletlere” götürdü bu sabah deniz kenarındaki yürüyüşümde. Yaklaşık bir aydır, Nezuş’un artan ayak (diz) ağrıları nedeniyle adadaki parkurda rutin yürüyüşleri yapamıyoruz. Nezuş’a bir süredir yürüyüş yasak. Bunun yerine daha uzun süre yüzüyor ve ben de o sırada deniz kenarında, kumsalda, yalınayak yürüyorum. Bu yürüyüş sırasında da çevreyi temizliyorum. Elimde nylon torba ve özellikle günlük gelip de göçebe yaşayanların atıklarını topluyorum. Bu temizliği yaparken etrafıma hiç bakmıyorum ki özellikle rahat şezlonglarında oturup da “aferin, bravo” diyen ya da bu ifadeyi yansıtan bakışları gönderenleri görmek istemiyorum. Ayrıca bu temizlik sırasında kesinlikle kirletenlere en küçük bir kızgınlık duymuyorum ki bu iş bana eza, cefa ya da külfet olmasın; olmuyor. Doğal bir bakışla ve içimden şarkı mırıldanarak bu işi yapınca bana zor da gelmiyor; vakit de daha bir güzel geçiyor. Bu sabah şarkım “Ne sevincin ömrü varmış…idi ki (https://www.youtube.com/watch?v=sylXuPjmUqE) şarkının bir yerinde geçen “hani Cengiz şanı nitmiş” diyordu. O Cengiz sizin bildiğiniz günümüzün küfürcü cengizi değil; sizin bildiğiniz cengiz için ün, şan değil önemli olan para, para, para; sanki Napolyon’un torunu ! Neden olmasın ? Milli bir şey göremiyorum ki; onun için önemli olan Cerrahtepe dahil cukkalarla dolu “köy sandığı (havuzcubaşı)”; ki şarkıda mal için Karun  (Harun) hedef gösteriliyordu halbuki. Demek ki zamanla hedefler şaşıyor ve Lokman’ın can isteği değişmeksizin yerinde dururken Cengiz ile Karun yer değiştiriyorlar. Her neyse. Bugün meramım Cengiz değil; bisiklet.

Soma ve Bisiklet

Ellili yılların sonlarına doğru Ortaokul ikinci sınıfı İzmir Tilkilik Erkek Ortaokulunda okumak üzere bir yaz günü Soma’dan İzmir’e geldik (1958); geliş o geliş… Yanımda 26×200 Miele marka gavur ölüsü gibi bir bisiklet vardı. Babam 1145 sokakta bakkaldı. Ara sıra (günde iki saat) izin verirdi babam bana ve ben de bu bisiklet ile arka mahalleye (Askeriye) kadar giderdim. Sonraları öğreniyorum ki arka mahallenin yerlisi olan rahmetli Lâtif (Prof.Dr.Latif Çağlayan) ve arkadaşları o günlerde beni yoldan çevirip de dövmeyi düşünürlermiş bisikletli yabancı çocuk diye. Şimdi filmi biraz geri sarayım ve ellili yılların ortalarında, ilk okul son sınıftaki Soma’lı köfteci Fahrettin’in oğlu Mustafa’nın bisikletle ilgili özlem ve sıkıntılarına döneyim.

Cumhuriyet Meydanının kuzey batı köşesindeki bir aralıktan geçilen çıkmaz sokağın ucunda bir bisikletçi vardı Soma’da: Kör Şakir. Üç kuruş param olunca (ki özellikle Soma’nın pazarı olan Çarşamba günleri on kata çıkan köfte satışından çırak olarak epeyce param olurdu ve bunlarla hep kitap alırdım) Kör Şakir’in dükkanının yanındaki Belediyenin etrafı duvarla çevrili bahçesinde bisiklet binerdim. Önceleri üç tekerlekliyle başladı bisiklet maceram. Ardından iki tekerlekliye terfi etti düşme kalkmalarım. Frenleri olmayan eski mi eski bir bisiklete bindirir ve arkasından ittirirdi Kör Şakir’in çırağı. Yalpalaya yalpalaya gider ve bahçenin ucundaki su kanalına düşerek dururdum. Böyle düşe kalka öğrendim bisiklet binmeyi. Bu öğrenme yolculuğunda kesinlikle yeni ve frenleri olan bisiklet vermezdi Kör Şakir. İyi bisiklet binmeyi öğrendim. Kör Şakir’in duvarına asılı el değmemiş, sıfır kilometre 28×1,5 (28 cm çapında ve 1,5 inçlik kalınlıkta, ince teker büyük bisiklet ki bu günlerde 28 jantlı pek bisiklet görmüyorum reklamlarda) haki renkli Raleigh (Rale) bir bisiklet rüyalarımı süslüyordu. Rale’lerin direksiyon (gidon) stilleri kendilerine özgü çok güzel olurdu. Diğerleri otobüs dümeni gibi büyükken Rale’lerde küçük olurdu (hani Murat arabalara takılan küçük direksiyon simidinin cazibesi gibi). Rale’lerin gidonları ve Vespa’ların cazibeli kalçaları; bu ikisini bilen var mı ?

 Kör Şakir’deki Rale hayalim (28×1,5)

Fuar Zamanı

Hayalimde Kör Şakir’in koyu yeşil (haki) Rale’si ile uykularım kaçar ve heveslerim her yıl “Fuar Zamanı” bir başka biçimde depreşirdi. Siz “Fuar Zamanı” ne demektir bilir misiniz ? Bir zamanlar İzmir Fuarı 20 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında bir ay açık olurdu. Şimdilerde bu süre bir haftaya kadar kısaldı. Bir aylık sürenin 9 Eylülü içeren haftasında fuar zirve yapardı. Ünlü şarkıcılar İzmir’e akın eder; şarkıcılar İzmir Fuarında ünlenirlerdi. Biz de her yıl Soma’dan 9 Eylül haftasında İzmir’e gelir ve dost tanıdık birilerinin evinde yatılı kalırdık. Şimdilerde daha fazla olanağımıza rağmen evimize pek yatılı misafir istemiyoruz. Biz mi değiştik, insanlar mı bozuldu yoksa yaşam gölünün karşı kıyısı görünür olunca daha çok kendimize mi odaklı olduk (en azından C13 olarak kendi içimize) ? Bence hepsi doğru. En az dört yıl anımsarım her fuar zamanı babamın bana fuarda yaptığı işkenceyi. Soma’dan yola çıkarken “Bana bu yıl bisiklet alınacak” umudum zirve yapar ve mutluluktan uçardım. Bir hafta boyunca her akşam fuara gider ve hangi pavyonda, standta bisiklet görsem ağzım açık bakakalırdım. Babam bana döner “Sor bakalım kaç paraymış ?” derdi. Sorardım. Pahalı gelir almazdı. Dört yıl böyle geçti. Her yıl umutla İzmir’e gittim; mutsuz Soma’ya döndüm. Bu dört yıl bana ne öğretti ? derseniz: “Soru sormayı öğretti“. Dönüşte de babam belki Kör Şakir’deki yeşil Rale’yi alır diye umutlarımı yıl boyu sürdürdüm. Babam onu bana almazdı. Çünkü ellili yılların ortalarında bu bisiklet 900TL idi. Çok paraydı.

Rale vs Miele

Sonunda babam bana bisiklet aldı. Elden düşme 250 TL ya aldığı hantal bir Miele idi. Direksiyonu motorsikletlerdeki gibi büyüktü. Kollarımı açtığımda iki ucuna zor yetişirdim. Bu nedenle direksiyonun ortasına yakın tutardım. Bisiklet sorunluydu. Ben cılız bir çocuktum; ufak tefektim. Kör Şakir’in bisikletinden 4 cm daha küçük (28 yerine 26 cm çaplı jantlar) çaplı tekerleri olmasına rağmen boyum bu bisiklete binmeye yetmiyordu. Ayağımı aradan sokup üstüne çıkmadan yandan çarklı biniyordum; buna binmek denirse. Bisikletin direksiyonu sorunluydu. Göbekten kırıktı (Göbek saplaması kırık olan kamyonların karşıdan yengeç gibi yan yan üzerinize geldiğini gördünüz mü hiç ?). İkide bir gevşerdi ki o anda çevirsen de o dosdoğru bildiği yöne doğru giderdi. O yıllarda lastik sıkıntısı vardı. Bana alınan bisikletin her lastiğinde otuz yama vardı. Köfteci Fahretin (nam-ı diğer “hacı kuru”), oğlu Mustafa’ya öğleden sonra iki saat izin verirdi. Bisikletten önce kendi yaptığı ve hâlâ torunları için yapıp (ve yapmalarına öncülük edip) da “el hüneri” zevkini tatsınlar istediği, tel arabalarla oynayan Mustafa bisikletten sonra bu iki saatin onbeş dakikasında bisiklet binerse kendini şanslı görürdü. Çünkü her zaman, her seferinde lastiği patlardı ve sök, yama, şişir ve tak’la uğraşırdım doksan dakika… Oflar mıydım ? Hatırlamıyorum. Zor olan lastiği yamamak, yamayı tutturmaktı. Sülüksiyon, zımpara ve eski lastikten kesilmiş yama ile uğraşır didinirdim on yaşından küçük kara kuru çelimsiz Mustafa olarak. Henüz sıcak yamalar çıkmamıştı. Yaptığım yama açılır veya lastik bir başka yerinden patlardı ben daha evden mezarlığa varmadan (evle arası en fazla 300 metredir). Dönüşte o ağır, hantal, koca direksiyonlu Miele bana binerdi. Sanırım beraberliğimizde o benden daha çok, bana bindi.

Miele Bisikletim (Hani oto reklamlarında “gerçeği görselinden farklı olabilir” yazıyor ya, benimkisi de öyleydi)

T..akları Korumak

Miele’nin hünerleri bu kadarla bitmiyordu. Kazara üstüne binersem, “atlama taşı” benzeri bir yere yanaşıp da; selesine oturursam yarım pedal yapardım. Alt ölü noktaya inen pedallara ayağım yetişmezdi. Çoklukla seleye oturamaz ve orta şasinin üstünde ayakta durup pedal çevirirdim. Pedalları da dışa doğru eğimliydi (doğuştan değil sonradan olma) Miele’nin ve bazen (çoğu zaman) ayaklarım pedaldan kayar ve ortadaki şasi demiri üstüne hızla düşerdim. Hayalarım (daha sonra adının testis olduğunu öğrensem de daha doğru taşra ifadesiyle çocukken bildiğim tek sözcükle t… larım) sıkışırdı; acırdı. Hemen bir kenara çeker ve kontrol ederdim: Tek mi çift mi ? diye. Haya kontrolu sadece pedalın kaymasıyla olmazdı. Yamadığım lastiği şişirmek için bir de büyük ayak pompası vardı hani kamyoncuların kullandığı türden; bildiğimiz küçük el pompası değildi. Pompanın kulaklarına ayağınla basarsın ve başlarsın pompalamaya. Pompa büyük (üst ölü noktada piston boyumu aşardı), ben küçük ve emme işi bitip de basma işinin sonuna geldiğinde, piston ön ölü noktaya ulaştığında pompanın pistonu ile silindiri arasına sıkışırdı hayalarım. Az çekmedi bu hayalar, kimi hayasızlıklardan. Çok şükür ki yetmişi aşıncaya kadar, yaşam gölünün karşı kıyısı göründüğü anda bile hâla çift yapılarını sağlıkla, sağlıklı korudular. Şimdi hayaları bırakıp tekrar Miele’ye döneyim. Zincir koruma çerçevesi sallanır dururdu ve zincire çarpardı. Zinciri gevşekti. İkide bir atardı. Frenleri şimdikilerde olduğu gibi jantı yandan değil içten kavrardı ki benim Miele’nin fren lastikleri eskimiş olduğu için pek tutmazdı. Bu nedenle arka lastiğin saat dokuz yerindeki şasiye yakın yerinde ayak freni yapmayı öğrenmiştim. Zorluklar, yokluklar, yetersizlikler neler öğretiyor insana. Çok cebelleştim Miele ile. Soma’dan İzmir’e geldikten sonra bir yıla kalmadan satıldı. Kime sattık, kaça sattık hatırlamıyorum. Yokluğunu hiç aramadım ondan sonra ve bir daha da ne fuar zamanı ve ne de bir başka zaman bisiklet özlemim olmadı ta ki Ümit doğup da ergen oluncaya kadar …

Hırsız çalınca Pinokyo’dan kurtulduk

Farklı bir Pinokyo

Bu kez Pinokyo bisiklet girdi yaşamımıza. Çankaya’dan Hüseyin’den aldık (1.700TL). Hüseyin sınıf arkadaşımmış (!). Yılını tam anımsamıyorum. Belki askerden geldikten sonra yetmişli yılların başlarında ebeveynlerimle birlikte oturduğum yıllarda belki de azıcık daha sonra… Bunun parasını mutlaka babam vermiştir. Hatırladığım, Çankaya’dan eve (Tepecik 1159 sokak) getirmek için dolmuşun bagajına koyduğum ve Basmane’den sağa değil de sola kıvrılınca dolmuş, yanlış dolmuşa bindiğimi anlayıp Mavi Kelebek’in önünde (Fuarın Dokuz Eylül Kapısı) indiğimi anımsıyorum. Tepecik yerine Kahramanlar dolmuşuna binmişim. İkinci dolmuş parası olmayınca cebimde, daha ilk seferinde Pinokyo da bana binmişti. Uzun süre kullandık Pinokyo’yu. Ta ki hırsız girip de kapının önündeki tüm ayakkabılarla beraber bisikleti çalıncaya kadar. Kimi geceler vardır Pinokyo ile başbaşa yollarda kaldığım. Tıpkı kapının önünde 68 Anadol durup da benzin parasını düşündüğüm için taban teptiğim yetmişli yılların sonları gibi. Çok iyi hatırlıyorum. Bir gece hesap kitap tutmayıp da çözüm arayışında tıkandığımı, bunaldığımı hissedince Pinokyo’ya atladım ve Tepecik’ten Güzelyalı’ya gidip geldim. İzmir’i bilenler bu mesafenin bir bisikletli yolculuk için uzun olduğunu anlarlar. Gece yarısına yakın trafik pek yoktu. Ancak şehrin ana arterinde çocuklar için yapılmış küçük bisiklet üstünde bir adam görüntüsü pek hayra alamet görülmüyordu. Hırsız bizi Pinokyo’dan kurtardı ve Kerem’li günler başladı; seksenlerin başında.

Düldül ve Dağ Bisikleti

Kerem’e de “Düldül” almıştık (dört tekerli, oturup da bisiklet gibi pedalla sürülen araba benzeri bir oyuncak/sanırım yine babam vermiştir parasını). Akşamları da ikinci kattaki evimizin kapı önüne çekerdik Düldülü. İşteyken bir telefon mesajı geldi. Kerem düşmüş. Meğer Düldüle ikinci katta binmiş ve merdivenleri Düldülle inmeye çalışırken bodruma kadar iki kat yuvarlanmış. Allah korumuş. Ucuz atlattık ve kısa sürede Düldülden kurtulduk. Daha sonra bisiklet ve benzeri araçlarla pek işim olmadı diyecektim ki Kerem’in büyüdüğü Çeşme günlerinde (seksenli yılların sonlarına doğru) dağ bisikletlerinin moda olduğu bir dönemde görünüşe göre en güzel bisikletlerden birini aldık (bu kez kendi paramla). İlk defa vitesle tanıştık. Ancak onda da sıkıntılar yaşadık. Lastikleri mi yatıktı; yoksa toz toprak Çeşme yollarımızdaki pıtraklar mı güçlüydü, ya da Kerem’in cüssesine göre istiab haddi (yük taşıma kapasitesi) uygun olmayan bir seçim miydi bilmiyorum; yine lastik patlamaları baş derdimdi. Bu kez sıcak yamalar vardı. Çok sorun olmuyordu. Yeni lastik almak da artık sorun değildi. Ancak bu lastik patlama işinin sıklığı Kerem’in hevesini, keyfini kırmış olmalı ki bu son bisiklet pek fazla yanımızda olmadı. Nasıl kurtulduk, kime verdik anımsamıyorum.

Sözün özü (ya da demem o ki); altmış yıl önceki Miele ve hayalimdeki Rale öykümün esası, cap canlı ve bugüne yaklaşan anılar daha flu, gri, bulanık. İyi mi, kötü mü ? Akıl sağlığına uygun mu; ya da akıl sağlığımın işareti mi ? Her neyse. Sevgili İrem’e tekrar geçmiş olsun derken yazıma ondan birkaç pasaj içeren bir uygun montaj bulursam arşivimden iyi olacak. Zira Dell yine karardı. Asus AVS ile montajı sevmiyor. İnşallah Yunt’un Kanatları rüzgarı bütçemize gelir kaydederse, o gün Netgillerden laptopların en iyisini isteyeceğim.

Sağlık ve esenlik dileklerimle.

Öykücü