Yaşam Büfesinde “Büfe”

“…Gara inersin, bir yolcu gibi büfeyi ararsın. Bütün Avrupa’da büfenin ne olduğunu, orada her şeyin üç misli, beş misli fiyatla satıldığını herkes bilir. Fin büfesinde, Fin lokantasında olduğu gibi, bildiğim kadarıyla hiç bir şey satılmaz. Büfeye sofra kurulur. Yemekler büyük bir orta masasına konur. Rafların bir kenarından her çeşit tabak, kaşık, çatal, bıçak görünür. Her şey masaya açık olarak konulmuştur. Kimse dağıtım yapmaz. Yemek, içmek isteyen her yolcu dilediği şeyi kendisi alıp doldurur. Doyasıya yiyip içer. Öğle, akşam yemekleri için bir ya da birbuçuk markkayı kendisi kasaya öder…Tramvaya binersin biletçi yok. Kontrolör yok. Parayı kutuya atar, dilediğin yere gidersin. Halka güven olmadığı için bilet satılırsa, kondüktörü denetlemek için kontrolör konulursa, peki o zaman kontrolörü kim denetlesin ? Biz, kontrolöre değil, halka inanırız…”

Kızkardeşlik (C13ZKuşağı Kızları 2012) ve “Güven 2005” (Önemli olan kuyunun derinliği değil ipin kısalığıdır)

Merhaba

Geçen hafta “ZM68 Grubumuz” ile çerçevelendi günlük yaşamım ve iletişim ağım. Elliye bir kala toplanmaya karar verdik. Aslında dört yıl öncesinden “50nci Yıl” için planlanmıştı buluşmamız. Ancak baktık ki “...dönen yok seferinden…” korktuk elliye kim öle kim kala diye ve öncelendiriverdik buluşmamızı. Sakız derken, vizesiz Yunan Adalarına yönelirken döviz arttı; vizesiz turlar gelişmedi ve Kuşadası’nda karar kıldık. Balkan Turundan çok memnun kaldığım MST’dan teklif aldım (390). İki otel (yeni ve ŞT arkadaşımızdan da referanslı) öne çıktı. Birini uygun buldum (RRO) ve teklifi yılların dostu ve Çeşme komşum LT ile kıyasladım (360) ve doğrudan otele gidip görüşmeyi yeğledim. İki tarih seçeneğimiz vardı ( 7 veya 14 Mayıs). Aslında ikincisi tercihimdi. Çünkü hem hava koşulları daha iyi olabilirdi (tekne turu ve Şirince gezisi ….deniz ve mehtap sordular seni); hem de sezon açılışından azıcık da olsa uzaklaşırsa süre, kimi başlangıç aksaklıkları minimizi olurdu. Ancak, tercihlerin çoğunluğu 4 Mayıs olunca, katılımı buna göre organize ettik. Sağolsun Yusuf bile bu tarihe uymak için eşini Ankara’da düğüne yalnız katılmaya gönderip kendisi tek başına da olsa buluşmamıza katılma kararı verdi. Helal olsun Yusuf’a. Her neyse geçen hafta ikinci Kuşadası turunda hem sözleşme imzaladım ve hem de ilk ödemeyi yaptım. Sam’in teee ABD den (Key West) ödeme için gösterdiği duyarlılığa teşekkürlerimle; sevgili Murat’ın ödemede teknolojinin basamaklarına takılan sıkıntısını çözmekten büyük haz duyarak katılmalarından mutlu oluşumu paylaşmak istiyorum. Bu arada ilginç bir ödeme gecikmesini de sabırla (ve merakla) bekliyorum. Bereket sözleşmenin sekizinci maddesi diyor ki…Bu arada tüm gelişmeleri ve 7 Mayıs pazar günü vedalaşmadan hemen önce grupla yapmayı planladığım on dakikalık bir bilgi paylaşımı ve “helalleşme seansı“na ait görüşlerimi de her aşamada İstanbul odağımızı şevklendiren sevgili HS a da anında iletiyorum.

Sekiz yıl önce CINOS’un üçüncü evresini de gerçek emeklilikle tamamlayınca bloguma “Yaşam Büfesi” adını vermiştim. Neden büfe ? Büfe nasıl bir yerdir ? Büfenin esprisi nedir ? Büfe nerelerde kurulur ? Büfenin müşterilerinin karakteristikleri nelerdir ? gibi soruları düşünsem de bunlara yanıt aramadım. Yaşamı “ikikapılı hana benzetmek” adettendir. “Hancı ve Yolcu” betimlesi yaşamın kısalığına vurgu yapmaktır. “Yaşam Büfesi önünde Başarılar Self Servis” diye başlayan sözcüklerle birkaç kısa montaj film yapmıştım. Bu montajlarda “SSTC Öncesi ve Sonrası“nın esprileri, mesajları yer alıyordu. Daha sonraları, hele bir de yetmişi aşınca yaşlar ve karşı kıyı görünür olunca “Yaşam Büfesi” kadar, “Yaşam Gölü“nde atılan “Kulaçlar” yazıma yerleşmeye başlamıştı. Özellikle 1972 den bu yana Kanada serüvenleriyle ABD li olan sevgili Şükrü’müz “Sam’leşince” göl, büfenin önüne geçer olmuştu kimi yazılarımda. Bu yazımın girişindeki alıntı ilk defa 1928 yılında yayımlanmış olan ve geçen hafta “Sevgililer Günü“nde kendime hediye ettiğim bir kitapla birden bire “Büfe” kavramı bakışımda somutlanıverdi. Tıpkı etrafı net görmek için kullandığım gözlüğümün bana bunu bağışlayan camını bakarken görmek gibi oldu.

Geçen hafta “Sevgililer Günü“nde Nezuş’la Mavişehir Egepark’ta buluştuk. Bize bir de sevgili dostumuz, can yoldaşımız Erol Yalçın da katıldı. Çok özlemiştik. Meğer sekiz yıl önce by-pass olmuş, annesi ve çok sevdiğimiz küçük kardeşi Dr.Kâmil (Yalçın) vefat etmiş. Kendime kızdım. Hayıflandım. Suçladım. Bugün ZM68 deki iletişimde de “baş sağlığı” mesajlarını görünce aradan geçen bir yılı aşkın süreye rağmen pekçok arkadaşımın sevgili Alev’in eşinin vefatından haberdar olmadığını görünce kendime kızgınlıklarımın bireysel hatalardan öte olduğunu anladım. Böylesine gelişmiş ve bir o kadar da zahmetsiz iletişim olanaklarına rağmen bu kopukluğumuzun temelinde yetmişi aşan biz ” X Kuşağı“nın teknoloji özürlü olmasına ve gelişmelere yetişme gücünün zayıflığına bağlıyorum. Bu bir teselli mi ? (> İsmet Nedim söylerdi: “Bir kaç damla göz yaşı aşkın yemini midir; yaralı gönlüm için bu bir teselli midir ?) “Gemi kalkıyor artık; ah o gemide ben de olsaydım…” derken melodi neden grubumuza yeni katılan ve yıllarca Yusuf Nalkesen’e komşu olmuş Muzaffer, Kuşadası’na gelmez ki ? Herneyse ben yine 14 Şubat 2017 de Egepark’a döneyim.

O gün Köfteci Yusuf’da karın doyurmazdan önce D&R a uğradım ve hem Nezuş’a (Havva’nın Üç Kızı- ki Elif Şafak’ı seviyorsanız/ya da sevmiyorsanız şu TED Konuşmasını izlerseniz hayran kalırsınız. Ben hayran kaldım ve montaj arşivime aldım https://www.youtube.com/watch?v=mMpKvff138M >> Belki de bana yakın kılan konuşmasındaki ilk sözcüklerdir: “Ben bir hikaye anlatıcısıyım“… Yukarıda blogum başlığında “storyteller/öykücü” yazıyor ) ve hem kendime birer kitap aldım o günün anısına (Nezuş’a birkaç sene önce de yine aynı günü kutlama vesilesi olsun diye Burak Özdemir’in “Tanrı’nın Doğum Günü” kitabını almıştım). Kendime aldığım kitap ise “Beyaz Zambaklar Ülkesinde (Gregory Petrov) “ dir. Bu kitabı bilir misiniz ? Bu kitabın Atatürk’ün direktifiyle tüm okullarda, özellikle askeri okullarda okutulması için Milli Eğitim müfredatına alındığını bilir misiniz ?

Bu kitabı almazdan hemen önce sınıf arkadaşım sevgili Sema’nın buluşmamıza ait ilk ödemesini elden almak için Karşıyaka Vapur İskelesinin hemen karşısındaki İş Bankası kitaplarının satış yerine gitmiştim. Elli yıl sonraki buluşmanın ilk heyecanlarıyla kısa ve yoğun bir özlem sohbeti yaptıktan sonra Sema’yı Efes’te beni bekleyen Nezuş’a bırakıp kitapları okumayı sürdürdüm. Algı kapılarımı açan “Hasanoğlan Köy Enstitüsü” ne ait bol fotoğraflı kitaba hayran kalmam ve bakarken ürpermem oldu. Bu alt yapı hemen ardından gelişen Egepark buluşmasında beni Bay Petrov’a yöneltti (https://tr.wikipedia.org/wiki/Beyaz_Zambaklar_%C3%9Clkesinde).

Bu kitaptan etkilenişimi ve Köy Enstitüleriyle altmışlı yılların sonunda Erzurum’daki 24 aylık yedek subaylığım sırasında okuduğum “Bozkırdaki Çekirdek“le karma yaptı zihnim. Bu kitaptan daha çok alıntı yaparım ben yeri ve zamanı geldikçe. Örneğin şimdiden ilk aklıma takılan genç beyinleri yarışa sokan kısır döngünün bugün (Pisa) ve o gün (Pasi) arasındaki kıyaslamayı (Pasi vs Pisa) da yaparım birgün. Bundan önce 1928 de yayımlanmış kitaptan şu paragrafla yazımı noktalayayım:

“…Abo’daki müzede bir Fin tablosundaki fakir balıkçı klübesindeki görüntü: Duvara yaslanmış bir iskemle, ağaçtan yapılmış bir masa, yerde eski balıkçı ağları, tavandan sarkan bir ağaç parçasına asılmış ve ekmek yerine tüketilen kuru çavdar pideleri…Yaşlı adam balık ağını örerek tamir ederken üzerinde sadece bir gömlek olan 7-8 yaşında küçük bir kız çocuğu iskemlenin üzerine oturmuş ve kelimeleri seçmekte zorlanmasına rağmen yaşlı adama kitap okumaktadır. Ailenin geri kalanı işe gitmiş, evde en küçük ve en yaşlı aile üyeleri kalmıştır. Onlar da zamanlarını kitap okuyarak değerlendirmektedirler…”

Dün gece biz ekstra mutluyduk ve “C13ZKuşağının ID İkilisi” konuğumuzdu. Gecenin bir vaktinde birlikte patlatılan mısırları yerken televizyonda yine “montaj filmler” vardı. Bu filmlerden birine ait bir parçayı kesip “Kızkardeşlik” mesajı vurgusu yaparak yazıma ekledim. İçine de 2005 yılında Rio’da yaptığımız toplantının çevre gezisi programından bir kare ekledim. Bu karenin de ana mesajı “Güven” di ve sorum da netti: “Kimin ipiyle kuyuya inersiniz ?“.  Yazımın girişindeki “Güven” ve “Kontrolör” kelimelerinin kızartmamın nedeni ise altmışlı yıllarda (1963-68) Bornova Belediye otobüslerindeki “Efsane Kontrolör”e dikkat çekmeye çalışmaktır. ZM68 Grubumuz o kişiyi çok iyi anımsıyacaktır. Keza trende de bilet kontrolünden sonra bir de biletçinin elindeki aletle bilette deldiği deliği kontrol etmeye gelen ikinci bir yıldızlı oyuncu olurdu her zaman ki biletçi de onun arkasında “Sustalı Maymun” gibi dururdu “Acaba bir hata bulacak mı ?” korkusuyla. Bu görüntü hep benim zihnimde rahmetli Müzeyyen Senar’ın yanık sesiyle okuduğu “Ormancı” şarkısındaki “Orman Muhafaza Memuru”ndan ellili yılların korkularını anımsatır.

Demem o ki; “Güven” olmazsa hiç bir şey olmaz. Binlerce şükür ki biz “C13” grubunda güven tamdır ve birimiz herhangi birimizden bir şey istesek ikiletmeyiz ve nedenini, niçinini kesinlikle sorgulamayız. Binlerce şükür. Daha ne ister insan. Allah hepinize böylesi güzellikler nasip etsin. Yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü