Yaşam Büfesinde “Takva”

“…İpekböcekleri kozalarının içinde birer tırtılken dışarı çıkabilmek için haftalarca gece gündüz çalışırlar. Minik tırtıllar için demirden daha sert olan kozayı delmek çok zordur. Bunu gören bilim adamları tırtılların işini kolaylaştırmak isterler ve kozaların üstünde birer küçük delik açarlar. Böylece ipekböcekleri kozalarından daha kolay çıkmayı başarırlar. Fakat bir süre sonra dışarı çıkan tırtılların öldükleri görülür. Yaptıkları araştırma sonucunda tırtılların dışarı çıkmaya çalışırken kaslarını geliştirdikleri anlaşılır. Kolayca dışarı çıkan tırtıllarda bu kaslar yeterince gelişmediği için hayatta kalacak gücü bulamayan tırtıllar bir süre sonra ölmektedir…”

CINOS’un İlk Evresinde Keyifli Yıllar (Antalya/ Marko Polo-1992)

Merhaba

Siz hangi kaslarınızı geliştirerek yaşama tutunma gücünüzü böylesi kuvvetli kıldınız ? “ÖküzPlus”lardan sakınabildiniz mi ? Takva sahibi misiniz ? Allah’tan korkmak mı yoksa haksızlıktan, yalandan, riyadan ve hırsızlıktan sakınmak mi esas güdünüz ? Adam gibi adam mısınız ? İki ay önce dediğinizin tersini söylerken Eşrefpaşa şöforleri gibi yan mı oturuyorsunuz ? Yumurta topuk musunuz ? Sivri burun ve arkası basık ayakkabı giyiyor musunuz ? Ceketinizi omzunuza astığınız ya da coştuğunuzda belinize bağladığınız oluyor mu ? Ateşten çember yapıp içine akrep kor musunuz ? Hiç ormana dalıp kendinize “Benim bu dünyada var oluşumun nedeni ne ? Ne işe yararım ? Ne faydam dokunur ? Ben kimim ?” gibi kendinizi sorguladığınız “Sezgi Yürüyüşleri”niz oluyor mu ? Sorular, sorular ve sorular. Yanıtlar için kendinize ne kadar dürüstsünüz ? Sizce insanın da TSE si olmalı mı ? Olsaydı hangi kriterleri baş köşeye oturturtunuz ? Adam utnamıyor; adamın yalancılıktan burnu uzamadığı gibi yüzü de kızarmıyor. Ne oluyor bize ? Lawrence bile sanki daha dosttu ? Bu ne kin, bu ne ahmaklık, bu ne cehalet ? Hadi canım sen de …Bence her şey bilinçli ve bir planın, büyük resmin bir parçası. Hepsi, altısı da oyunun piyonları ve asla piyonluktan kurtulma şansları yok. Pandolfini haklı değil; bizim piyonların vezir olma şansı yok ve olsa olsa rezil olurlar. Hem de hepsi. Nap’malı ?

Bugün Çeşme’de Ekimin ilk Cumartesi günü sanki yazdan kalma bir gün. Hava güneşli, sakin, sıcak ve deniz çarşaf gibi, tertemiz ve kimsecikler kalmamış başbaşayız. Şimdi günlük 24 saatin “Keyif Bölümü” olan 23.00-11.00 arası daha bir dingin. Serin gecelerde sarılıp yatmak (Y1) ; sabahın serinliğinde yürümek (Y2) ve begonvil altında ağız tadıyla yemek (Y3-kahvaltı) yazdan daha güzel. Azıcık yalnızlığın (Ümit Tacikistan’da, Eray Mest’iyle büyümede ve Kerem Netiyle yine uykusuz gecelerde, Yunt kanatları Koreli beklerken azıcık yalnızlığın hüznü çökse de “Keyifle 3 Y” nin hazzı hâla çok yoğun. Binlerce şükür. Yürüyüş ve kahvaltı sonrası, Bülent’le kahve sohbeti ardından, Alaçatı Pazarına gitme öncesi çatıda iki saatlik serbest zamanım var. Bloguma yeni bir yazı için dün Cuma vaazından (hutbesinden) aklımda kalan “Takva” konulu bir çerçeve çizmek, yazı yazmak istedim. Dün de çatıya çıkmıştım. “Takva”yı sindirememiş olmalıyım ki “ÖküzPlus” başlıklı bir yazı yazdım. Kendime yakıştıramadım. Yayımlamadım. Halbuki 1976 (40 yıl öncesinden) Balya’dan geçerken gördüğüm ay boynuzlu Balya Öküzü’nü anımsamıştım. Ardından Yerli Kara ile Menemen’de azmak balçığında yan gelip yatan ve halis kaymak üretimi için bembeyaz süt veren Mandalar (Camızlar) aklıma düşmüştü. “ÖküzPlus” ile ne demek istediğimi maskelemeye çalışırken 1986 (30 yıl önce) İsviçre’ye “Aplikasyon Teknikleri Ustalık Yolculuğu”na gidişimde hayran kaldığım, tıpkı Milka’nınki gibi (sadece mor değil) modern inekleri görünce onları bizimkilerle karşılaştırmış ve “al topuklu beyaz kızlar”a benzetmiştim. Böyle güzel güzel yazarken birden kendimi “ÖküzPlus” ın gerçek dünyasına yuvarlanırken gördüm. Kendime yakıştıramadım. Hani “ignore negative/olumsuzu görmezden gel”ecektim ? Nol’di ?

“ÖküzPlus”ın giriş yazısı “Yengeç Sepeti” idi; “Yengeç Sepeti”nin neden  kapağı olmaz; neden kapağa ihtiyaç olmaz ? sorusundan sepetteki altılı (FDRKSM) ile nasıl bir orta oyunu içinde yuvarlananlardan biri (rolling sapiens) olduğumu gördüm ve ürperdim. Kabuğumu kıramadım. Kısır döngüden çıkamadım. Yazımı yayımlamaktan vazgeçtim. Bu kez “Ateşin Ortasındaki Akrep” öyküsü ile yazıya başlayayım istedim. Baktım ki o da beni aynı yere götürüyor. Halbuki bence adam hasta değil; adam kör cahil değil; adam çok kurnaz. Ortaya bir söz atıyor ve tıpkı ortaya atılmış kemik gibi bizler saldırıp onunla oyalanan köpeklere dönüyoruz. Onun da istediği bu. Hem de enerjimizi tüketirken, bilenerek. Halbuki bence adam ajan, hain, çok kurnaz. Öyle ki adam ne yalan söylemekten utanıyor ne de Allah korkusu var. Elinde olta, ucunda alıklar durmadan bizi yemliyor. Bundan kurtulmam gerek. Ben “Takva”nın Allah’tan korkmak olduğunu sanırdım. Değilmiş. Bilmiyormuşum. Meğer (haramdan) sakınmak ve (günahtan) uzak durmakmış. Herkes de takva sahibi olamazmış. Meğer adam takva sahibi değilmiş. Allah’tan korkup korkmadığını bir kendisi bir de Allah bilir. Ancak adam haramdan sakınmıyor ve günahtan uzak durmuyor; demek ki takva sahibi değil. Ne yapalım ? Allah’a havale etmek yeter mi ? Hangisi takvalı ki !

“Sen seni bil sen seni; Bilmez isen sen seni; Patlatırlar enseni” sözü adama dönük değil; bize dönük. Hele bir de şuhal, buhal yasası ile haller hallenirken kim kime dum duma, sapla saman karışıp, kuru ve yaş birlikte yanarken. Silkindim ve karşımdaki raftan rastgele bir ajandamı alıp bugünlere baktım. CINOS’un ilk evresinin sonlarına doğru, doçent olmuş, kırmızı tulumlu Mustafa’nın özel sektördeki yedinci yılının bugünlerinde Antalya’dan notlar gözüme ilişti (Eylül sonu 1992 Antalya’da yıllık toplantı). Anılar olmazsa ben ne yapardım ? “…olmasaydı…” sözcüğü beni aldı ve Sümbülzade Vehbi‘nin “Rücu Şiirleri” benzeri bir tekerlemeye götürdü. Tamamını yazmayacağım azıcık ayıp. Şöyle başlıyordu: “Uludağ’da karı gördüm; donsuz karı; Sıcacık odamda buz gibi…alıp dağlarda kayardım” Bu kadar yetsin. Neden araya parça film ekledim ? Bilmem !

Yirmidört yıl önce “2P”lik Tavırların Ardılları (1993> 2009)

İkidüzine yıl önce (1992) Antalya Marko Polo’da eşli yıllık toplantı 24 Eylülde başlayıp 1 Ekimde (tam bugün)” son bulmuştu. Teknik Bölümde danışmanlık rolümün yedinci yılı dolmuştu. Bıkkınlık (rutin ve doyum) oluşmaya başlamıştı. Şirket verimliliği yüksek herkes mutluydu. Özellikle satışçılar primleriyle her yıl sonunda bayram ediyordu.  Onca satış desteği vermeme rağmen pastadan bana bir dilimcik olsun düşmüyordu. Henüz “ateşin yaktığını ve taşın sert olduğunu” anlamamış olan tarım dışı yapılı otoritenin aklı (genel müdür ve pazarlama müdürü ziraatçı değildi; İstanbul’da Boğazın serin sularına bakarak pazarlama kurallarıyla patlatılan şampanya kadehlerinde Malabadi Köprüsünden geçmeye çalışan ziraatçıların sıkıntıları görülemiyordu) ödül ve takdir konusunda henüz “sales force” dan “field force” a terfi edememişti. Bu konudaki birikimimle (azıcık hırslı ve hınçlı) Bont çantamda kırmızı tulum ve hazırlanmış asetatlarla son birkaç yıllık toplantıya sanki sunum yapacakmış gibi hazırlıklı gidiyordum. Beni bırak, bir üst amirim olan Teknik Müdür bile sahneye çıkamıyordu (gerçek anlamda, ekibi adına söylenmesi gerekenler için). Son gün (01.10.1992 saat 08.15 de defterime yazdıklarıma baktım ve…)

“…Yararlı, güzel ve Copcular adına esprili bir toplantı idi. Yer, organizasyon, hava, olanaklar ve beraberliklerde kişiler güzeldi. İlişkiler, yaklaşımlar, algılamalar (ve belki yargılar da) güzeldi. Dostluklar pekiştirilmişti; gelişiyordu. MC elindeki sopayı hiç bırakmadı; arı yuvalarını karıştırmak için. Ne işe yaradı ? Sadece kendileri mi mutlu oldular sosyal beraberliklerde ve bilimsel aktivitelerde ? Kesinlikle hayır; ortama renk kattılar. Açılımları genişlettiler. Kişilerin iç dünyalarını, duygu ve sevinçleri ile özlemlerini açığa çıkarmada motive edici oldular. Esprili ve hümanist etkilerin odağı oldular. Sabah yürüyüşleri de öyle, uğurlama ve Hanımeli sunuşları da…Yıllardır değişmeyen o ki onca zorlamalarıma rağmen sadece bir tek aile (GEKgiller) buna uyum gösteremediler. Onlar iç dünyalarındaki savaşla kendilerini aşıp topluma ve bulundukları atmosfere assosiye olamıyorlar. Onlar için çok daha zor; çünkü kendilerine bir ömür boyu katlanmak zorundalar…” Peki ya eve gelince ? Kerem 11 yaşında aynı gün (01.10.1992) okula gitmek üzereyken bakın ne soruyor ?

“…Antalya’da paralı yol var mı ? Geçtin mi ? Tam da iç burukluğuma ve ve derdime parmak basıyor, okula gitmek üzereyken (07.45). “Paralı yol yok ama paralı yoldan geçtim; hem de iki kez ve hem de çok pahalı; üstelik bunu CG de ödemiyor”. Her zaman ki parıltılı, ışıltılı, sevgi dolu gülümsemesi ile yüzüme sessizce bakıyor ve bakışları soruyor: Nasıl yani ? İşte orada kırmızı biletleri deyince iki trafik cezasına ait makbuzları görüyor. Gülüyor. Kahkaha atmaktan çekiniyor ama içinden “Oh olsun” dediğini hissediyorum. Kuşkusuz ki oh olsun; bin kere hak ettim ben bu cezaları. İkisi de meskun mahalde 93km/h hızla geçmekten. Ders almasını bir bilsem ! Biliyorum aslında. Biliyorsun da neden yapıyorsun ? Bir de ahkam kesiyorsun; yok bilmek yapabilmekmiş. Yapma o zaman ! Giderken Tutluca’da yol hava alanı gibiydi.  O köyü oraya yapıp da meskun mahal kılandaydı esas kabahat. Hiç üzülmedim. Gülüp geçtim. Nezuş da gönlünce dalgasını geçti. Sevgili HY da bizimle beraberdi. Cebinden 30.000TL çıkarıp vermek istiyor: Cezayı bölüşelim Mustafa bey diyerek.  Bu teklif sevginin dostluğun ifadesi mi yoksa…Ancak son gün Güzelyalı’da sahil bulvarında aynı cezayı yemek gerçktende keyfimi kaçırmıştı…” Ekim 1992 harcama listeme bakarsam (aylık bütçe) 24 yıl önceden bu güne hangi mesajlar çıkar ?

Bu sorunun yanıtını erteleyeyim ki yazım uzamasın. Demem o ki 24 yıl önce gerek yıllık toplantının öncülü (IPM>ICM>FST Hazırlıklarım); toplantı anı, sırası (kırmızı tulumla sahneye çıkma konusundaki 2P lik tavrım) ve ardılından (altı ay sonra İspanya-Alicante’de ülkemi temsil edeceğim ve bir yıl sonra da bölge müdürü olacağım) anlıyorum ki 1992 Eylülü benim CINOS sürecimde (24 yıl) gerçek bir köşe taşıymış (corner stone). Nice köşe taşlarını farkına vararak, farkındalığınızı geliştirerek, başarıyla, keyifle yaşamanız ve engelleri aşmanız dileklerimle yolunuz hep açık ve aydınlık olsun.

Öykücü