Yaşam Büfesinde “Epistemoloji”

“…Paradokslar ve kafa karıştıran bilmeceler bize görünenle gerçek arasında büyük bir fark olduğunu gösteriyor…Bir paradoksun zihninize dolanmasına izin verin. Hayalin mecazi uçuşlarını tercih ederseniz paradoksu alışılmadık bir şarap olarak düşünün; ağzınızda şöyle bir döndürün, tadını alın, kokular arasındaki ince farkları hissedin. İçeçeğinizi yudumlarken daha fazla baştan çıkıp şaraptan daha fazla keyif alır hale geleceksiniz. Bu koyu şarap rengi paradoksların sarhoşluğunun da keyfini çıkarın ama akıl yürütmenize engel olacak bir sarhoşluktan da kaçının. Bu mecazi tadlardan hoşnut değilseniz şarabı unutun, sadece paradoksu ve nereye yönlendirdiğini düşünün. Onu yanınızda işe götürün, onunla oynayın ya da uyuyun; barda, yatakta ya da banyoda; arkadaşlarınızla, iş arkadaşlarınızla ya da sevgilinizle bu paradoks üzerinde düşünün. Felsefe bulaşıcıdır ve bulaşıcı olması iyidir. Sokrat, sorgulanmayan bir hayatın yaşanmaya değmeyeceğini söylediğinde ne kadar haklıdır ?  Aristo, felsefenin merak ve hayretle başladığını söylediğini düşünürken ben 23 Ağustos 2015 de Yunt’ta kilitlenmiş kanatları düşünüyordum şimdi de…Bir sabah uyanıyorsunuz, yalnızsınız. Aileniz ve arkadaşlarınız kayıp, unutuldular veya artık yoklar. Artık önemli değiller; artık hiçbir şey önemli değil. Önemli tek şeyiniz: Kaşıntı. Kaşıntı rahatsız ediyor, kürek kemiğinizin hemen aşağısında, sırtınızın tam ortasında. Dikkatinizi dağıtıyor, sinirlendiriyor, köşeye sıkıştırıyor…Bu kaşıntı ne kadar tatlı bir his böyle ! Ve kaşınmaktan sonraki rahatlama. Ne harika bir duygu. Bu öykü için iki devam türü düşünün: Hoşnutsuz ve Hoşnut…….”

Bir başlangıç; “Massa” da özel bir yemek; UN ve SD ile birlikte C3 (Baba ve Oğullar; tesadüf)

Merhaba

Epistemoloji” sözcüğü “Bilgi Felsefesi” demekmiş. Lise yıllarımda felsefe okumadım; çünkü Fen Bölümündeydim. Belki de okudum da anımsamıyorum. Okuduysam hocam kimdi ? Hatırlamıyorum. Matematik hocam rahmetli “Kroş (Lütfi Türkeli)” idi. Neden çok iyi anımsıyorum ? Neden anılarımda hala dipdiri ve hiç aklımdan çıkmıyor ? Mükemmeldi. Sınıfa ayık gelmezdi. Müfredat diye eline verilen kitabın sınırlarına uymazdı. Bir dehaydı. Bizi hep o yılın ötesine hazırlardı. Hele hele lise sonda hep üniversite giriş sınavı sorularına ve benzerlerine ağırlık verirdi. Lise ikiden üçüncü sınıfa sadece üç kişi doğrudan geçebilmiştik. Biri bendim diğeri 184 Tuna Tekeli idi. Tuna daha sonra ODTÜ’ü bitirdi ve uzun yıllar Arabistan’da çalıştı. Yurda dönüşünde Aliağa yolunda bir benzin istasyonu işletiyordu. Üçüncü kişi ise “Keçebaş” dediğimiz sevgili Erol’du. Erol’u da (sanırım o da ODTÜ mezunuydu) en son (belki yirmi yıl önce) Çukurova Caterpillar’ın Ege Bölge Müdürü olarak görmüştüm. En iyi üç öğrenciydik ve üçümüzün de matematik notu sadece on üzerinden beşti. Rahmetli Kroş’un anlatımı müthişti. Dikkat çekmek için “Amcası sen söyle” gibi samimi sözlerle yaklaşır; derse gelirken pergeli pantalonun içine saklardı. Rahmetli Kroş SSTC nin en kritik öğretisi olan “Approach/Yaklaşım” konusunda gerçek bir yaşam ustasıydı. Bizi müşteri olarak kabul eder ve ilk onbeş saniyede dikkatimizi maksimize etmek için kendine özgü yollar çizerdi. Allah rahmet eylesin; mekanı Cennet olsun. Lise sona ait matematik ve kimya defterlerim çok güzeldi; çok değerliydiler. Fakülte birinci sınıfta göreceğimiz (Prof.İ.Şendil) “Yüksek Matematik” öğretilerinden (hiperbol, parabol, elips, türev,vb) çok daha ötede öğreticiydi. Kroş’u çok iyi anımsıyor ve sıcaklığını hâla yüreğimde yaşıyorum. Ya kimya hocam ! Rahmetli Halil Cim (Onuralp) pek çok üniversite profesöründen fersah fersah ilerideydi. Tam bir efendiydi. Derslerini hep kimya laboratuvarında (anfi gibydi) verirdi. Çok iyi bir öğretmendi. Fevkalade neşeliydi. Kibardı. Sakindi. Bilgiliydi. Bilginin felsefesini de verirdi de ben 1963 yılında (53 yıl geçmiş aradan) anlatılanların felsefe olduğunu bilmezdim. Halil Cim’in de ruhu şad olsun; mekanı Cennet olsun. Bilimsel anlatımları konunun felsefesini de vurgulayarak, gözümüze sokarak, aklımıza kazıyarak öğrenmemizi etkinleştirirdi. Bilim ve felsefenin yan yana gelişi benim ustalık yolculuğumda ne zaman, nerede ve nasıl olmuştur ?

Bu sorunun yanıtı için şimdi camlı bölmeden ayrılıp çatıya çıkmalıyım. Çatıdan 1986 senesine ait arşivimden rahmetli Dr.Kern’le ilk tanıştığım Kuşadası-Akdeniz Club Otelindeki bir haftalık “Basic Marketing Course (BMC)” a ait notlarımı bulmalıyım ki sorunun yanıtını tam sözcükleriyle aktarabilmeliyim. Bana müsaade…Çok kolay buldum ve hemen yine camlı bölmeye indim. Bulduklarımda 1986 dan bu yana eskimeyen, hâla geçerliliğini koruyan neler buldum ve şimdi bu yazımda hangi mesajı aktarabilirim ?

İşin felsefesi (1986) ve 2016 Eylülünde Sağlıklı Bir Öğle Yemeği

Yazıma başlamadan önce facede yinelenerek gelen sevgili Cihan’ın bir süre önceki Newyork’ta yaşadığı bir anın paylaşım haritası yeniden önüme düştü. Tekrarların faydası olsa gerek ki bu mesaj beni hem bir anıya götürdü ve hem de sevgili Cihan’a bir mesaj iletme fırsatını yarattı. Önce kısaca buna değineyim. Sevgili Cihan Newyork’ta patlatılan bombanın olduğu yerden kısa bir zaman dilimi öncesinde geçip yakın bir çevresinde bir cafede bir dostuyla oturduğundan haritayla söz edince hem geçmiş olsun, Allah korumuş demek istedim hem de bir empati yapmayı. Onyedi yıl önceydi. Sapanca ve çevresinde içinde aktivatör (bitkinin doğal dayanıklılık mekanizmasını etkinleştiren ki biz buna SAR Etkisi diyoruz) bulunan yeni bir ilacın geliştirilmesi ve Amerikan Tütünlerinde ve bunların çok duyarlı otoritelerinde (PM, JTI, Reynolds !, BAT gibi) kabul çalışmaları yapıyordum (rahmetli Dr.Kern’ün 1986 yılındaki öğretileriyle ki kadere bakın ki 1986 yılında işin epistemolojisi ile pazarlama eğitimi alıyor, 13 yıl sonra Pazar Geliştirme Müdürü olarak öğrendiklerimi uyguluyor ve 2002 yılında da Pazarlama Müdürü olarak uygulamaları yürütüyor, yönetiyordum). Çalışmalar sonuçlanmıştı. Ağustos 1999 ortalarında Sapanca Otelde bir lansman toplantısı planlamıştık. O sırada aynı tarihler için İsviçre’de (Les Barges / Commungy !) bir IPM (Entegre Zararlı Yönetimi) > ARM (Dayanıklılık Oluşumunu Engelleme) çerçeveli bir haftalık bir ustalık yolculuğuna çağrıldım. Lansman toplantısını öne aldık. Gerçekleştirdik. Ben İsviçre’ye gittim ve tam o günlerde 19 Ağustos depremi oldu. Sapanca oteli yerle yeksan oldu, göle gömüldü. Kaderde demek ki bugünlerde hâla yaşam gölünün karşı kıyısına keyifle kürek çekmek varmış. Yaşamda hangi yaptıklarımız ya da yapmadıklarımızın bizi hangi bilinmez felaketlerden koruduğunu bilmiyoruz. Biz sadece gözümüzün gördükleriyle, duyduklarımızla ve yaşadıklarımızı biliyoruz.  Şimdi sevgili Cihan’a tekrar geçmiş olsun derken yazımın başlığı olan epistomoloji sözcüğünün mesleki yaşamıma giren ilk anlarından (18.09.1986 Kuşadası) bir kısım orijinal sözcükle anılarıma geri döneyim. Dr.Kern bize neleri, nasıl öğretmeye başlamış ?

“…INTRODUCTION: In practice, the concept of “marketing” can be interpreted in numerous different ways. We therefore first have to consider what different fundamental approachs are covered by term “marketing”.MARKETING IS A PHILOSOPHY: In many textbooks, marketing is defined in the first place as an idea or a way of thinking which should be reflected in all business activities. Marketing as a philosophy is a basic attitude of company policy and determines in the long term the degree of importance and the functions of marketing in the enterprise as a whole. MARKETING IS A SCIENCE: Marketing as science or theory develops rules and methods which would help the enterprise to find optimal solutions to its practical marketing tasks. In particular, the science of marketing must provide decision procedures for the determination of optimal marketing measures; in addition, it must also work out methods for acquiring the necessary information, forecasting market trends and explaining purchaser behaviours. MARKETING AS A PRACTICAL TASK IN THE COMPANY: Here, marketing is understood as the sum of the practical activities and functions of an enterprise which relate to the market or which are intended to ensure that the aims of the enterprise in the market are achieved. Basically, this is a matter of decisions and activities which serve to find the markets appropriate to the objectives of the enterprise and to adopt appropriate measures on these markets in order to achieve these objectives…”

…ve devam ediyor öğrenme yolculuğunun ilk adımları. Bir hafta sürmüştü. Herkes (satış elemanları dahil) katılmıştı. Ben yetersiz İngilizcemle gece gündüz çalışırken kimileri de ellilik Kuzey Avrupa hatunlarıyla defin işlerini uygulamalı olarak öğreniyorlardı. Ben bu tür öğrenme yolculuklarının sosyal eğlence boyutuna hiç bir zaman yer veremedim; daha çok bal toplamak uğruna. Herneyse ! Ben rahmetli Dr.Kern’ü ilk tanıdığım 1986 Eylülünde kendisi yetmiş yaşını aşmıştı. CINOS’un ilk evresi olan Ciba-Geigy’da görevi sadace eğitimdi hem de global olarak. Yılın dokuz ayını evinin dışında İsviçre’den Filipinlere kadar uzanan geniş bir alanda ve Pazarlamadan “Basic Entomology Course (ki 1987 de bu kez Bolu’da bu konu için buluşacaktık)” a kadar her alanda keyifli eğitimler veriyordu. Kendisine çok imrenmiştim. Asistanı olmayı isterdim. Olabilir miydim ? Bu soruya da epistomolojik bir yanıt verilebilir ve bu konu “pelivan fıkrası”na döner (Kurtdereli kündeye getirirken, Kel Aliço elini kısbetin içine sokup…Sanırım o zamanlarda prostat muayenesini pelivanlar yapıyordu).

Uzayıp gidiyor; daldan dala atlıyor ve ana mesaj yok oluyor. Kısa kesmeliyim. Bay Peter Cave’in önceki yazımda sözünü ettiğim kitabının 182 nci sayfasından birkaç alıntı ile son vereyim (yazımın girişi de o kitabın önsözünden tırtıklanmış pasajlardır):

“…Umutla seyahat etmek gidilecek yere varmaktan daha iyidir (Yunt kanatları için bir yılı aşkın avuntum)…Sadece sahildeki çakıl taşları olsaydık bütün hayat dalgaları ve karmaşaları bizi yıkayıp duracaktı…Hedefimiz Everest’in tepesine ulaşmak olabilir; ama oraya herhangi bir araçla çıkmak istemeyiz. Dağa tırmanmak, tipiyle boğuşmak, mücadele etmek, yukarı çıkmaya devam etmek için isteriz bunu…Başarılar sadece sonuçlarla değil, onlara nasıl ulaştığımızla da ölçülür…Bir çoğumuz nesnelere derinden bağlanıyor ve onlara da birer hayat atfediyoruz. Onları yıpranır görünce de acı çekiyoruz. Böyle derin düşüncelere dalınca en mutlu kişinin doğmamış kişi olduğunu düşünüyoruz…”

Sözün özü; yine aynı ifade “no gain without pain” > “quae nocent docent” > “acı yoksa kazanç da yok” > “emeksiz yemek olmaz ve hiç bir emek boşa gitmez”. Nice öğrenme yolculuklarınız aydınlık yollarda keyifli geçsin.

Öykücü

NOT: Yazımın girişindeki kırmızı kısım P.Cave’in 33.Bölüm paradoksundan alıntıdır ve adı “Hepsi bu kadar mı ?” olan anlatımın bölüm başlığı da “Metafizik/Etik” dir. İlgilenen devamını bulup okuyabilir (> Hoşnutsuz ve hoşnut’un ikisinden başka hayat için daha ne var ki ? Hayat, acıların ve memnuniyetin, arzu ve umutların, aile ve arkadaşların, kariyer ve oyunların, aşk ve şansın, öğrenmenin ve hataların, sağlık ve hastalığın bir kaleydeskopudur…). > “Çiçek dürbünü” benim çocukluğumun (ellili yıllar, Soma) en çok bağlandığım hayal kurma aracımdı. Zor olan Camcı Çıplaklar’dan üç adet 3x15cm lik düzgün kesilmiş cam parçası bulmaktı. Gerisi kolaydı, bir parça yağlı kağıt, biraz ip ve renkli çukulata kağıtları…Her sallayışta hayalimin simetrik güzellikleri binbir şekilde canlanırdı. Saatlerce bakardım. Nerde şimdi böylesi doğal hayal araçları ve sağladıkları mutluluklar…