Yaşam Büfesinde “SUDİ”

“…Emmi sen çocuk musun ? …Dede sen inek misin ?…Biz bu acı bademleri ne yapalım şimdi?…”

Netgillerle Güz Sohbeti Hazırlıkları

SUDİ 2016 (Somata Ustaları Duru ve İrem)

Merhaba

Yukarıdaki iki soru duyduğum en anlamlı, en sıcak, en içten tam bir çocuk safiyetiyle yürekten sorulmuş sorulardı; belleğime kazındılar. İlki Ödemiş-Yolüstü Köyünden Garip Mustafa’nın altı yaşındaki oğlu Ali’nin sorusuydu. Yirmi üç yıl önceydi. Üzerimde kırmızı tulumla hıyarda Yalancı Mildiyö Hastalığına karşı yeni ilaçların tarla performanslarını saptamaya çalışıyordum.  İlaçlamaları Garip Mustafa yapıyordu. Oğlu Ali de bizimle beraber tarlada “aşotu” arıyordu. Laf aramızda bu “aşotu” da yüreğimi sızlatır. Bildiğimiz Semizotudur. Hıyar yetiştiricisi tarlasında bu otu istemez ve onu yabancı ot görür. Biz de firmacı olarak yabancı ot görüp diğer daha önemli otlarla birlikte Semizotunu da ilaçla kontrol etmeye çalışırız. Şimdi düşünün tarlada iki grup biri Semizotuna “aşotu” deyip toplayıp yemek yapmak ister; diğeri Semizotunu yabancı ot görüp ilaçla yok etmeye çalışır. Bu ne yaman çelişkidir Allah’ım. Şimdi oğul Ali’nin “Emmi sen çocuk musun ?” sorusundan önce şu yalancılıkla suçlanan hıyar hastalığına bir kez daha değinelim. Daha önce de yazdım ne bu hastalığın yalancılığı vardı bu ismi hak edecek ne de yıllarca “Adi Sürme” dediğimiz buğday hastalığının adiliği söz konusuydu. Onları yalancı ve adi yapan bizlerdik. Daha doğrusu biz onları yalancı ve adi olarak gördük. Asıl yalancı ve adi olan biz insanoğluyduk. Hele hele şimdilerde yalanlar ve adilikler gökyüzüne çıktı. Utanmazlıklar, arlanmazlıklar (utanma yanında namussuzluk da cabası) ayyuka çıktı. Kimsenin umurunda değil (umur nasıl bir şeyse ?). İşte aklımı saran bunca olumsuz ve gereksiz takıntılardan kurtaran sezon sonu SUDİ İkilisine şükür ve şükranlarımla duacıyım. SUDİ nedir ?

Önce yarım kalan sözlerimi tamamlayayım. Hıyardaki “sarı benek” hastalığının bir türü (virüs olmayanı) olan “Yalancı Mildiyö” ismini koyan biz Türkler etmen fungusun (şapkalı olmayanlarına biz mantar demeyiz; halbuki kediye kedi demek gerek) Latincesine baktık ve “Pseudoperonospora” genus (cins) ismini görünce ve bilgiçliğimizden “Pseudo” ön takısının da “Yalancı” olduğuna inanarak bu hastalığa “Yalancı Mildiyö” dedik. Hıyarda ikinci bir Mildiyö hastalığı, yalancı olmayanı da var mıydı ? Hayır. Mikroskoptaki rüyalar alemi görüntülere bakıp da etmen fungusun sporlarını taşıyan (biz onlara sporofor deriz) organların uçlarındaki çıkıntılara bakıp dedik ki (yine laf aramızda bizim bunu diyecek ne hükmümüz olur ne sözümüz geçer, taksonomik uzman hocaların yurt dışından buyurduklarına bakıp da “Tüh Allah kahretsin halbuki hakikat gözümüzün önündeymiş !” diye dizlerimizi döverken) “Bu bizim bildiğimiz Peronospora’dan (Tütünde Maviküf’ün etmeninin cins ismi) farklıymış; ona benziyor ama o değil” dedik ve oldu mu bizim Hıyar Mildiyösü yalancı ? Lafı uzattım. Ne Garip Mustafa ne onun oğlu aşotu arayan Ali’nin umurunda değildi mildiyönün yalancılığı ve uğradığı haksızlık. Ali bir ara durdu ve ayağıma baktı, ayakkabılarımı inceledi ve bana dönüp “Emmi sen çocuk musun ?” dedi. Soruyu sevdim. Aliyi sevdim. Bana içtenlikle, pürüzsüz, sesi titremeden “emmi” deyişini sevdim. Beni “emmi” diye çağıracak kadar dost görmesini, yaş farkı gözetmeden arkadaş gibi seslenmesini sevdim.Ali bende, ayaklarımda ne gördü de bana bu soruyu sordu ? Ayağımda uyduruktan bir markanın cırtcırtlı (Amerikan fermuarlı) eskimiş spor ayakkabıları vardı; tarlada çalışırken tozda toprakta çamurda giydiğim. Aliye göre cırtcırtlı ayakkabıları çocuklar giyerdi. Ali de bana bakmış, yaşıma başıma bakmış ve bu ayakkabıları bana yakıştıramamış ve beni bu soruyla sorgulamıştı. Belki de Ali bendeki bu ayakkabılara imrenmişti. Acaba Alinin ayağında ne vardı ? Hatırlamıyorum. SUDİ İkilisi ne giyiyor ki ? Ben gerçekten de çocuk muyum ? (keşke…)

Aradan yıllar geçti ve yirmi üç yıl önce “emmi (amca)” diye çağrılan Mustafa’nın artık ABİDE’si vardı ve adı da “Musto Dede” olmuştu. Genç neslin bizden fersah fersah ileride olan akıl ve beden yaşının günlük rutinlerinde ve özellikle beslenmesinde kim ne söylerse söylesin işlenmiş gıdalar öne çıkıyordu. Bunu engellemeye kimsenin gücü yetmediği gibi ebeveynler de dayanamayıp bu lezzetli şeylerle kaçamak yapıyordu. Cipsler, fındık kremaları ve gazlı içeçekler; bunca medya baskısı yanında maydenoza bakan yoktu. Kahvaltı soframızın baş yiyeceğidir maydenoz ve yeşillikler ki özellikle ABİDE’mizin orta direği olan (Ortadaki harftir “İ”) İrem’le sabah kahvaltısına otumuştuk Çeşme’de begonvilin altında birkaç yıl önce. Maydenozu bir demet halinde ağzıma atıp çiğneyerek (tıpkı geviş getirir gibi biraz da oyun haline getirerek) yerken İrem bana döndü ve aynen şöyle dedi “Dede sen inek misin ?”. Çocuk muyum; inek miyim ? İki soru da açıkcası beni mutlu eden anılardandır. İkisinde de çocuk gözüyle görünenin, güzelliklerinin en güzel ve basit iki soruyla anlatılmasıdır. Bu nedenle SSTC Öğrenme ve Ustalık yolculuklarında tıpkı rahmetli Jobs’un sözlerinde olduğu gibi “aç kal, budala kal” ifadesinde yerini bulan çocuk safiyeti ile soru sorulmasını isterim. Kuşkusuz yanıt, doğru soru sorulduğunda önemlidir. Sorular doğru sorulmalıdır; ya da daha doğrusu doğru sorular sorulmalıdır. Ne var ki ilk adımda soru sorulmalıdır; soru sormak alışkanlık edinilmelidir. Soru sorma becerisi geliştirilmelidir. Sorular olumlu olmalıdır, Sorular sizi adım adım geleceğe, hedefinize doğru taşımalıdır. Sorular bilgi vermelidir. Sorular bilgi almalıdır. Soruların gücü sözcükler kadar (ve hatta daha fazlasıyla) tavrınızdan, tarzınızdan gelecektir. Sorular yürekten sorulmalıdır. Ali’nin ayaklarıma bkarak, İrem’in ağzıma bakarak sorduğu iki soru da nettir, basittir ve sadeleğin gücü ile yanıtı da anlamlı olacaktır.

Biraz sonra Netgillerle (Netdirekt & Netin) “Güz Sohbeti”ne başlayacağım. Salonun bir duvarına üç posterimi astım. Böylece “Nerede kalmıştık ?” sorusuyla başlayacak olan sohbetimizde 23 Mayıs 2013 den alıntılar; RAW/GAT/MAS Üçlüsünden temel mesajlar ve Dr.Maslow’un şu sözü ağırlık kazanacaktır: “Yaşamda hergün eğitim, herkes öğretmen ve herbirimiz sürekli öğrenciyiz”. İşte bu düşünceyle Ödemiş-Yolüstü köyündeki hıyar tarlasında 1993 yılındaki çocuk Ali’nin sözleri, Çeşme’deki kahvaltı soframızda 2013 yılında torunum İrem’in sözleri ile bu sözü yaşama aktarmaya gayret ediyoruz. Yapabilene ne mutlu ! Tıpkı SUDİ 2016 Ağustos ayında yaza veda edişimiz gibi. Nereden çıktı bu SUDİ ?

Ekli filmde görüleceği gibi “ID İkilisi”nin iki dedesi var: Mithat ve Musto. Biri bahçesinden badem toplayıp getirmiş. Bademler acı çıkmış. Tatlısını bulmak kolay bu günlerde acısını bulmak zor. Acı badem bulunmaz nimet. Yenmez içilmez gibi görünse de aslında yenmez ama içilir. Hem de kış günlerinin nadir (ender) içeçeklerinden biridir. Benim çocukluğum (ellili yılların başı ve ortası) babamın sırasıyla tütüncü, kahveci ve köfteci olmasının getirdiği günlük yaşam ilişkilerinde şekillendi Soma’da. Kahveciyken anımsadığım çay ve kahve yanında kışın Kanela ve Somata içeçekleri de vardı menüde, ticari olarak satılan, sunulan. Somata acı bademden yapılırdı; ve biz evde yapardık. O günleri anımsadım (yaklaşık 65 yıl öncesi) ve elimize hediye olarak düşen acı bademlerden somata yapmaya karar verdik. Böylece son beş yıl içinde kurabiye imalatı, limonata satışı, nalimeks pazarlaması ile gelişen ustalık yolculuğunun 2016 adımında İrem ve Duru Somata Ustası oldular. İşte bu dört sözcüğün baş harfleridir SUDİ (Somata Ustaları Duru ve İrem). Somata yapımının her adımını da ekteki filmde görebilirsiniz.

Sağlık ve esenlik dileklerimle nice öğrenme ve ustalık yolculuklarınızın hep aydınlık yollarda geçmesini diliyorum.

Öykücü