Yaşam Büfesinde “Turna ve Zurna (Peşrev)”

“…İsabelle turnayı gözünden vurmuştu…Hesabı var turnanın, yedi deliği (yoksa onüç mü demeli ?) var zurnanın…Zurnanın zart dediği yerde… Zurnanın son deliği…Turnaların “V Uçuşu”… Zurnada peşrev olmaz… Bakarken gözlerinin rengini görebilmek…Size hizmet edenleri hep hatırlayın…Her engel yaşam koşullarımızı iyileştirecek birer fırsattır…Önemli olan vermektir…”

Çeşme’de Albatros’un duvarlarını özlemişim

Merhaba

Bu sabah (11.08.2016) her sabahtan daha erken uyandık. Çoktan beri içmediğimiz sütlü kahve ile sabahın serinliğinin hazzını begonvil altında duyumsadık. İki vardiyalı günlük yaşamın “keyif” bölümü (23-11) bugün daha bir kendini hissettirerek başladı. Devamı azıcık (üçlü ve çok şükür ki küçük) ev kazaları ile nitelense de binlerce şükürle yola devam ediyoruz. Nezuş haklı; Perihan ablamıza uğrasak iyi olacak. Gölgeler uzunken dalındaki bardacık daha bir serindi. Hergün Mehmet’in bahçesinden yola sarkan incirin dalından birer adet bardacık koparıp yemek sahibinin izniyle hem helal ve hem de sağlıklı. Erken olunca sabah yürüyüşümüzde sıcaktan pek fazla etkilenmedik. Deniz mükemmeldi. Rüzgarsız, serin ve temiz. Nezuş daha uzaklara yüzdü; ben daha fazla okudum. Arada bir gözümü kitaptan kaldırıp önümdeki deniz, ufuktaki Karaburun yarımadasına baktım. Onlarca dönen kanadı görmezden geldim ki “etkisizlik” ve “etkisiz eleman olma” sürecini hissetmemeye çalıştım. Anahtar sözcük “hissetmek” ve beni alıp Haziran 1984 deki bir anıya götürdü. Otuziki seneden bu yana o anıdan neler kaldı belleğimde ?

Emeklilik sonrası babamın pek arkadaşı yoktu (tıpkı şimdi benim gibi ise de o dost arayışındaydı bense C13 ile hiçbir arayış içinde değilim şimdilik…). Bu nedenle fırsat buldukça belediye otobüsü /banliyö treniyle Tepecik’ten Bornova’ya benim yanıma gelirdi. Kimi zaman öğle yemeğini birlikte yer ve servis otobüsüyle dönerdik. Elinde bastonuyla zor yürüse de ömrü boyunca hep yürüdü. Bu nedenle zayıftı. Yarı felçli gibiydi. Annem sağlıklı görünüyordu. Her ne kadar yokuş çıkarken benim 68 model Anadol’um gibi tıkanıyorsa da biz o zamanlar (doktorlardan uzak yaşam biçimimizde) bunu “nefes darlığı” diyerek normal görüyorduk. Ve babam bakıma, yardıma muhtaç görünürken annem birgünde kalp krizinden ölüverdi (1984). Halbuki bir yıl önce TÜBİTAK Teşvik ödülü almıştım (1983). Mutluyduk. Hatta bir ara “Anne bir şey olmaz, Allah affeder” diye ısrar ederek kırmızı şaraptan bir yudum alarak kutlamamızı katılmış ve bizi kırmamıştı. Şimdi sadede geliyorum. Annem için taziyeye gelenlerden biri de Prof.Dr.Ergun Bozkurt idi ve beni teselli etmek için bir fıkra (darb-ı mesel; öykü) anlattı ve bunu o günlerdeki akıl çerçevemizle tarihin başlangıcı olarak kabul ettiğimiz yazının icadından bugüne kadar geçen süre ( MÖ.5000  den 1984) içinde “yetmiş yıl yaşamış; genç ölmüş; doksan yaşındaymış, uzun yaşamış” gibi ölçütlerimize bakıp da birkaç fazla ya da eksik seneden daha çok, yaşanan yılların, yaşananların anlam, değer ve özellikle mutluluk (keyif ve şükür) açısından yoğunluğuna bakmak gerektiğine bağladı. O fıkra neydi ?

Hiyeroglif yazısıyla “Biz” ve sehpadakiler

Çocuğun yaş günüymüş. Yaş günü pastası gelmiş. Çocuk kesmiş. Herkese dağıtmış. Kendisi de bir parça alıp yemiş. Bir süre sonra çocuk ağlamaya başlamış. Annesi “Neden ağlıyorsun ?” diye sorunca “Pastamdan yemedim” demiş çocuk. Annesi “Pasta yedin” diye sözlerini sürdürünce çocuk “Yediğimi hissetmedim ki…” demiş.”

Hocam da bu fıkrayla bana 67 yaşında (1333 (1917)-1984) ölen annemin kısa ömründen çok içine neler sığdırdığını ve bizimle nasıl mutlu olduğunu ve bunu hissettiyse yaşamın kısa ya da uzun oluşunun önemli olmadığını hele hele tarihin bilinen sürecinde uzun-kısa farkının nokta kadar değeri olmadığını anlatmak istemişti. Hocamın oğlu hekimdi ve oğlum hekim Eray’ın Aydın’da arkadaşıydı. Hocam sağsa Allah uzun ömürler versin. Kendisi Enstitü yıllarımda (1970-1985) her zaman hepimizin arkadaşı, dostu ve desteği olmuştur. Yazımın ilk tümcesinde yer alan İsabel kimdir ? Nasıl turnayı gözünden vurmuştur ? Zurna sadece uyak olsun diye mi burada yer almıştır ? Zurnada gerçekten de peşrev olmaz mı ? Peşrev ne demek oladır ki ?

Internetteki (http://www.nedir.com/pe%C5%9Frev) açıklama anlamlıdır. Zurnada peşrev olup olmayacağı öykülendirilmiştir de…köy yerindeki düğünde zurnayı küçümseyen şehirleye verilen müzik ziyafeti sonunda şehirli peşrev olup olmayacağı konusunda ikna olmuş mudur ? Peşrevin üç farklı anlamı şöyledir:

1. Türk müziğinde, faslın giriş taksiminden sonra ilk çalınan dört haneli ve dört teslimli parça.
2. Güreşe tutuşmadan önce pehlivanların ellerini birbirine ve uyluklarına vurarak ve hafifçe sıçrayarak yaptıkları gösteri.
3. Halk öykülerinde, türkülerin okunup çalınış, sırasında türkü aralarına katılan mani türünden küçük türküler.

İsabel acaba “V Uçuşu” halindeki turnaların hangisini gözünden vurmuştur ? İsabel iyi bir avcı mıdır ? Turna grubunun en arkasında kalan yorgun turnayı mı vurmuştur İsabel ? Turna avlama ustası olan İsabel’in babası acaba zurna çalmasını biliyor muydu ? İşte bu saçma iç sorularımla denizin sakin ufkundaki turnaları ürküten, zurna gibi ses çıkaran yel değirmenlerinin dönen kanatlarına bakarken “Sapiens“in 320 nci sayfasından sonraki on sayfayı soluksuz okudum. Bir daha okudum. Anlatımın sıralı çerçevesine hayran kaldım. Kitabı karaladım. Bu hızlı gelgitlerde “Noel Baba ile SOX Yasası” zihnimde buluştu ve “Ticari Dürüstlük (Basiretli Tacir)” ten “Sabah Baskını (Rekabet Kurulu)” için hazır olma uyarısına ve “Kalk Borusu“na uzandım. Bu da yetmedi nasıl oldu da Alman babanın iki oğluna verdiği onarbin altının akibeti İsabel’in amcası İspanya Kralı ile Hollanda’lı Anonim Şirket kıyaslamasında “Kredi Gücü” kralın kılıcından daha keskin oldu ? Nasıl oldu da Hollanda’dan Endenozya’ya uzanan global ekonomi düzeni VOC la, WIC le taa gidip New York’ta  günümüzün global finans otorite merkezi olan “Cadde Duvarı”nı oluşturuldu ? Şimdi sevgili Sam’im son iletisinden bir pasaj alıp turnaların kanadıyla “Kapitalizmin Yanıtı” nı buluşturayım. Nasıl olacak bu iş ?

08.08.2016 günü “Dikea Kupa & Dökülmez Hokka” başlıklı yazımdan sonra Florida  (Sam)-Antalya (Amcaoğlu) -İstanbul (Hayrettin/Ahmet) -Çeşme (Copcu) hattında gelişen iletişimden bir pasajda sevgili Sam (bizim Şükrü) diyor ki;

“…300 milyar dolari yiyip tuketen  10 milyonluk Yunan milleti,  Avrupa Birligi  “borclarini odeme zamani geldi”  deyince derhal feryad etmeye basliyor. Ve borc vererek ( veya alarak ) ayakta tutma ( veya ayakta durma ) sisteminin, insanogullarini silahsiz esir alan bir tuzak da en modern savas taktigi oldu son yuzyilda (MC : Yıllardır bankacılığın ana fikri de bu değil mi ? Borçlu olarak “Sen batıyorum” dersin banka, “aman batmasın da borcumu belki ileride alırım diye yeni borç verir (kimi zaman eceli geciktirdiğini bile bile > kim öle kim kala).  Cunku insanoglu bugun , bugununu bugun yasamanin sevdasi icine kapilmis ve akintiyi takip etmekte (MC: “carpe diem/günü yaşa, anı yakala” diye diye bunu genel geçer kılan da biz değil miyiz ?). Benim gorusum  ” bir lokma bir hirka ” felsefesini bizden sonraki nesiller hic anlamiyor (MC: Anlamaları gerekiyor mu ? İşte bu sorunun yanıtı ney değil benim için. Hoş yaş yetmişi aşınca, yaşam gölünün karşı kıyısı yaklaşınca ve ister emekli maaşı/devlet desteği ister kendi özel güvencelerinle sona doğru daha konforlu (!) bir yaşam süreci başlayınca ve önünde yaşamak dışında başkaca bir plan, program kalmayınca adına ister eskilerin deyimiyle “bir lokma bir hırka olsun”; ister benim “mutluluk” tanımımla “beklenenle elde edilen arasındaki farkın yarattığı doyumu” sağlamak ya da maksimize etmek için beklentini aşağıya çekmek ya da elde edeceğini artırma gayreti olsun; ya da son günlerde fazlaca kullandığım (azıcık bana özgü olan ki mutlaka bir yerlerden zihnime kazınmıştır) ve genellikle eğitim beraberliklerim profesyonel olarak çerçevelenirken ilk görüşmemde hep söylediğim gibi “çok parası olanın çok paraya ihtiyacı oluyor. Çok param yok; çok paraya ihtiyacım da yok. Para için hiçbir işinizi yapmam ama yaptığım işin parasını alırım” paradigması olsun)

On kusur sene once iktidara gelen Yeni Turkiye temsilcileri, iktidara gelislerinde  $1.00=1.3 YTL olan  orantinin bugun  $1.00=3.1 YTL oldugundan hic bahsetmiyor. Ayni devre icinde benim maasim 3 misli artti mi diye sorarsan, AKP hukumeti seni carmiha geriyor. Allah bizleri insanoglunun zulmunden korusun (MC: Sadece bu kadar da değil bence. Ben ne Amcaoğlu gibi ve ne de kulakları çınlasın M…n, R…l ve F…i gibi dini (tam) bütün bir müslüman olmadım. İnançlarım vardır; dularım da ve gidebildiğim koşullarda Cuma namazlarım da. İki gün önce blogumda yazdığım şu yazıda göreceğiniz gibi “Felak Suresi” bize nelerin şerrinden sakınmamız gerektiğini çok güzel anlatıyor: http://www.copcu.com/2016/08/06/yasam-bufesinde-yaratiklar/.) Ve ayni devre icinde ekonomik kriz icindeki USA devleti,  Komunist Cin’in para biriminin ( Yuan ? ) kuvvetlenmesini ( overvalued ) sebep  olarak gorup  degerinin dusurulmesini onerirken  Cin devlet baskaninin  ( Xi Jinping ) cevabi soyle oldu :

”  USA bize hasta oldugunu beyan ederken, ilaci bizim almamizi tavsiye ediyor  “.  Ne guzel cevap degil mi ?  AKP gurubu da Turk milletinin huzursuzlugunun sebeplerini disarida ariyor ve Turkiye’deki sessiz cogunlugun ( silent majority ) dertlerini dile getirmek isteyenlerin kalem ve hokkalarini kirip atiyor. 1400 senedir, guya islamiyet dini-ekonomik ve sosyal kanunlarinin tatbik edildigi hangi musluman devlet bugun en azindan Scandinavian devletlerinin yarattigi soyal dengeyi sinirlari icinde yaratabilmistir ki ?  Tibet’te komunist rejim ilan edilince tasi taragi ve servetini Hiristiyan ulkelere kaciran Dalai Lama da devamli sekilde ”  Free Tibet, there is no freedom, no human rights  ” davulunu dogmektedir, dunyanin  etrafinda.  Fethullah Hoca ile Tayyip Hoca ‘nin ben neyi paylasamadiklarini bir turlu anlayamiyorum … (MC:Aslında yanıt çok basit. Aynı yazımda şu satırlara bakın: “…Bu günlerde “Narcos” isimli bir dizi izliyorum. O kadar çok para kazandı ki uyuşturucu kaçakcısı Escobar paraları toprağa gömdü. Sonra gömdüğü yerleri unuttu. O tarlayı bir dostu satın aldı. Bir süre sonra toprağı süren çiftçinin birisi milyonlarca doları bulup da Escobar’a getirince kendi gömdüğünü unuttu ve tarlanın sahibi olan dostunu hırsızlıkla suçlayıp kendi eliyle öldürdü. Bugün farklı mı ? Paralar nerelerde saklanıyor ? Kim kimi yakalıyor; kim kimi neden öpüyor ? İstanbul savcısı içlerinde rahmetli Yıldıray’ın kardeşi de bulunan “Ağlak Dörtlü”yü gerçekten de sorgulayacak mı ? Yoksa bunlar “Günah Keçisi” olarak bizi avutmak için mi kullanılacak ? İlahların değirmeninin suyu nereden geliyor ? Değirmen çarkını ve taşını döndürmeye yetecek mi ?)...” Şimdi azıcık da “Sapiens”e yer verip yazımı bitireyim. Ne kaldı bu penecereden bakarken dağarcığımda ?

En önemli ekonomik kaynak geleceğe olan inançtır ve bu da hırsızlar ve şarlatanların tehditi altındadır (Sapiens S324)” > 1725 in soğuk günlerinde su yüzüne çıkan mal paylaşımının ve 1507 nin yakıcı sıcağının gecesinde can istemeye uzanan sürecin baş aktörleri olan GEGA Dörtlüsü tam da bu tanıma uymaktadır. Kurtuluşa şükrederken aç gözlü hırsızlar ve şarlatanlar geleceğimizi kararttılar. Şimdi muhtarlardan korkan Putin’in kanatları altında kartalken kanatları kırpılmış horoz gibi horozlanıyoruz. Zurnanın son deliği kadar etkimiz ve önemimiz varken havadaki turnalardan su içtiğimiz kurnalardan medet umuyoruz.

“Bu belanın (Ortaçağ sonlarında köleliğin ortaya çıkışı) sebebi ırkçı ideologlar ya da tiran krallardan çok kısıtlanmamış piyasa dengeleriydi” (S325). >> Şimdi de gaz hattı nereden geçsin ? Hangi kışla kime verilsin ? Köprüden geçsen de geçmesen de günde kırk milyon garanti olsun vb garibana bir anlam taşımayan kararlarla ne bir etik değer kalıyor ortada ne de birilerinin kucağını oturmuşken mabadımızda hissettiğimiz yabancı nesneye olan yadırgayışımız kalıyor. Sadece köle olduğumuzu hissetmiyoruz (hissettirmiyorlar ta ki patavatsız biri dilini tutamazsa).

“…Bazı dinler milyonlarca insanı sadece nefret yüzünden öldürdüler; kapitalizmse milyonlarca insanı açgözlülükle karışık umasızlıkla öldürdü (S326)” > İsimlerini şimdi anımsamadığım (sanırım İsveçliydiler) İki araştırıcının yazdığı “Su Terazisi” isimli kitap da bir zamanlar elimden düşmezdi ve onun ana fikri de “eşitliğin artması toplumları nasıl güçlendiriyor ?” idi. Oradan bir araştırma sonucu anımsıyorum. Yapılan araştırmada “yolsuzluk ve hırsızlıkta hangi sınır değeri hırsızı ve arsızı tatmin eder ve o değer durma / kırılma noktası olabilir ?” sorusuna yanıt aranmış. Bulunan değer 10 milyon dolarmış. Demek ki on milyon dolar değerine gelince hırsızın ya da arsızın durması gerekiyormuş. Heyhat ! (Mahzun gönül heyhat şad olacaktı sanıyordu; Vah esef ah biçare gönlüm eyvah aldanıyordu…). Bakıyorum da ne on milyonu aç gözlü hırsızlar artık on milyarda bile durmak bilmiyorlar. Nereye kadar acaba ?

Kapitalizmin kendini savunmak adına “Sapiens”deki iki yanıtının başlıklarını yazıp bitireyim:

1.Öyle bir dünya oluştu ki kapitalistlerin dışında başkalarının yönetmeleri mümkün değil (kominizm şansını denedi; olmadı…> el mahkum).

2.Biraz daha sabır ve birgün mutlaka herkesin mutlu paylaşım düzeyinde müreffeh bir dünyada yaşacağı günler gelecek (> Nirvanaya ulaşmak mı yoksa “ölme eşeğim ölme…”mi ?)

Sözün özü GEGA Dörtlüsü çanımıza ot tıkamayı sürdürürken ; şimdilik kefeni yırtan ülkem insanı otoritelerin kuru özürleriyle günü idare ediyor ve cüppeli muhtarlardan korkan Putin’le eriyen buzların yarattığı “glück und ünglück / şanssızlık içinde şans > ehven-i şer” ile avunuyoruz ve inşallah bu avuntumuz tünelin ucunda görünen yolların aydınlıklarında acılarımızı hafifletir ve “çalıyor ama çalışıyor” yerine “öldüler ama bizi kurtardılar” diyerek şükranlarımız gelişir. Neden olmasın ?

Öykücü