Yaşam Büfesinde “Huşu ve Umut”

“….Genç kız evliliğinin üçüncü ayında annesine geldi. Sevdiği adamla evlenmişti; sevildiğini de biliyordu. Ancak bir şeyler yolunda gitmiyor gibiydi… Anne kız herkesin terk ettiği sahilde gün batımını seyrettiler. Anne uzun bir süre sessiz kaldı. Çocuklarına yapabileceği en güzel iyiliğin, onları dinlemek olduğunu biliyordu. Şimdi de dinledi. Genç kız da dinlenildiğinin farkındaydı…Akşamın çöküşüyle sakinleşen sular, karanlığı yavaş yavaş yudumlarken “Bak” dedi anne nihayet. Kızının meraklı bakışları arasında sıcaklığını henüz kaybetmemiş bir avuç kumu avuçladı. ” Siz severek evlendiniz. Elinizde olanın hepsi bu: Aşk ! Kum taneleri kadar çok ve şimdilik sıcak“. Genç kız başıyla onayladı: “Evet, çok ve henüz sıcak“. Anne devam etti: “Evlenerek aşkınızı avuçladınız, avuçlarınızda kalsın istediniz, hem çok hem sıcak kalsın arzu ettiniz”. Bu sırada avuçlarını açıp kumları gösterdi. “Şimdilik avuçlarımda ve tutabiliyorum onları”. Sonra parmaklarını sıkıca birbirine kapatıp avucundaki kumları sıkıştırınca kum taneleri parmaklarının arasından dökülmeye başladı. “Şimdi, aşkla kum tanesi arasında bir benzerlik ortaya çıktı” dedi kızının yüzüne bakarak. “Aşkı hep aranızda tutmak istiyorsanız, hep sıcak kalsın ve eskimesin istiyorsanız, birbirinizin kişiliğini yok edecek biçimde eşine benzemeye ya da eşini kendine benzetmeye kalkma” diyerek nefeslenip “Bırakın, aşkı tutan kişilikleriniz olduğu gibi kalsın. Parmaklar arasındaki mesafe gibi, kişilikler arasındaki mesafe de azaldıkça aşk parmaklarınızın arasından kum tanecikleri gibi dökülüverir.“…”

 

Balkanlar (20-28.05.2016)-Manastır-Atatürk Müzesi > Kartal Bakışlar

Merhaba

…ve yine Çeşme’deyiz. Çok şükür. Ve biraz daha dinlenmiş olarak; üstelik sahip olduklarımızın değerini daha bir fazla anlayarak. Güzel bir seyahatti. Nesi güzeldi ? diye düşündüğümde (siz sormasanız bile) pek çok söylenecek söz düşer aklımdan ve yüreğimden yazıma yansıyacak.Yeni tanıştığımız bir acenta ile böylesi uzun bir tura katılma kararı verdiğimde kuşkularım vardı. Nezuş’a hissettirmemeye çalışmakla birlikte onun kuşkularının benden daha fazla olduğunu görüyordum. Önce bu korkularımı tümüyle yok eden, yersiz kılan “Mavi Shino Tur Acentası”na özellikle teşekkür etmek istiyorum. Kuşkularımın hepsi yersizmiş. Mükemmel bir organizasyondu. Beğenilerimi daha sonra detaylandıracağım. Şimdi yazıma girişine kısaca yer vermiş olayım. Henüz film montajlamadım ve duygularım sıcaklığını yitirmeden bir şeyleri dillendirmek istedim. Şu an hangi etkileşimler altındayım ?

Yazıma Fethinin Yeri’nde, “Ada Balık” ın camlı bölmesinde oturup, Nezuş’un denize girmesini izlerken “şükür ve şükranlarım”la başladım. Başlığını önce “Kendine Yorgunluk” olarak koydum. Sonra “Huşu ve Umut” olarak değiştirdim. Kısacık bir zaman diliminde ne oldu da böyle bir değişikliği yeğledim ? Demek ki sabah ada yürüyüşümde henüz yazımın çerçevesi netleşmemişmiş. Ayrıca özlediğim ulusal medyanın tercihim olan tarafına ait bir gazetenin köşe yazarı olan Dr. A.Sucu’nun bugüne ait yazısından etkilendim (http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/ayse-sucu/yeni-turkiye-disneylandi-1252169/). Ne etkiledi ? Yazının ana mesajlarıyla henüz “Balkanlar Algılarımın Sıcaklığı” sürerken aklımın farklı şeyleri aynı potada buluşturma hevesi şekilleniverdi. Bir de buna yukarıdaki giriş öyküsündeki ilişkileri germek, hoşgörü sınırlarını zorlamak ya da “3S: Sabır Sınırlarını Sınamak” anıları eklenince ve de en önemlisi Selanik ve Manastır’da Atatürk’ün yerinde hissetmekle artan umutlarımı yüreğimdeki duygularla bütünleştirince “Huşu ve Umut” yan yana geldi. Geçen dokuz günde (20-29.05.2016) neler oldu ?

Bu sorunun ilk yanıtı yine bir soru olabilir : “Neden yurt dışı turlarına katılır insan hem de seçme şansının olmadığı bilinmezler kümesi içinde yer almanın kuvvetle olası mutsuzluk hislerini ve hatta risklerini göze alarak  ?“. Bence bunun yanıtıdır yazımın vazgeçtiğim ilk adı: “Kendine Yorgunluk”. Buna belki de “Silkinmek” denebilir. Bu “Kendine Yorgunluk” kavramını ilk kez altmışlı yılların ortalarında Fakültede “Meyvecilik Dersi”nde Prof.Dr.M.Dokuzoğuz hocanın anlatımında ve “Şeftali” örneğinden anımsıyorum. Şeftali bahçelerinde yere dökülen yapraklar toplanmazsa bir süre sonra şeftali ağaçlarında kendine yorgunluk oluşup kısa bir süre sonra (örneğin 20 yıl yerine 10 yılda) ağaçların gelişmelerinin, verimliliklerinin durduğunu ve hatta kuruduğunu anlatmıştı hocam. Ben de (daha sonra bilinç altım) yurt dışı seyahatlerini bu kez buna benzettim daha doğrusu aklım yazımın çerçevesini tasarlarken böyle bir ilişki geliştiriverdi. Daha sonra “Huşu”ya döndü. Neden mi ?

Dr.Sucu diyor ki “Huşuyu hayret ve hayranlık oluşturur (>3H). Hayret ve hayranlık içinse hız kesmek ve hayatı yavaşlatmak gerekir (>>5H).” ve köşe yazısının son sözlerini de “Bir saatlük tefekkir bir senelik nafile ibadetten daha hayırlıdır” hadisine bağlar (bense dokuz günde otobüsün penceresinden dışarı bakarken hatta Sezen’in hayran olduğum şarkılarında (ve o kadar da affedemediğim akillere benzer sözleriyle tomacılara) destek oluşunun paradokslarında saatlerce düşünme fırsatım oldu.. . Yine Balkan turuma dönersem hangi güzellikleri faydalı eklemelerle nasıl söyleyebilirim ?

Cuma akşam üzeri Yasemin Kafede hafif bir akşam üzeri kahvaltısıyla (hani Supper dedikleri) aldıktan sonra ağır aksak adımlarla yirmi yıllık siyah tekerlekli valizimizi çeke çeke Bostanlı İskelesi buluşma noktasına geldik (20.05.2016). Deniz hanımın telefon mesajı 19.45 dese de biz yine de 19.25 de gelmiştik. İyi de yapmışız; çünkü beklenen sadece biz kalmışız henüz süre dolmadan… Buradan anladım ki (ilk sinyal) bu grupta zamanlama sıkıntısı olmaz. Olmadı da. Sadece sona doğru esnaf kahvesinde Boşnaklarla demleme çay ve Türk kahvesi içip, Tekel 2000 ikram ettiğimiz ortamdaki dostluğa kapılıp da buluşma yerine doğru telaşlı telaşlı koşar gibi giderken Murat Paşa Camiinden sağ yerine sola dönünce bir de ne göreyim “Çınar yerinde ama altındaki restoranlar ortada yok”. Aldı mı bir panik ! Telefon ve buluşma. Geç kaldık mı ? Belki evet belki değil. Ama bu sinyal de bana yetti. Bu da anılarımda yer alan bir “Duyarlılık Öğrenme Olgusu” oldu. Demem o ki grubun yapısı ve sayısı (46 yerine 28 olmanın rahatlığı) yanında aslolan rehberin baştan beri ödün vermediği tutumu turumuzun faydalarını maksimize etti. Rehberimiz (Sayın Hasan Murat Yayla) bilgili, ilgili, esprili ve ciddi tutumuyla seyahatin üç temel direğini sürekli olarak etkili kıldı: Disiplin / Keyif / Huzur. Üçü de sürekli gündemdeydi. Kimi zaman, kimilerine (ve hatta bana) sıkıcı olmuş mudur ?

Kuşkusuz olmuştur. Bana göre bu üç direğin oluşturduğu “ilişki yönetimi ciddiyeti” güzeldi; çünkü ben kişisel olarak her olguyu (bazen uyarırken gerse de) birer öğrenme vesilesi olarak düşündüm (Bay Covey’in “Hayat Kısa, öyleyse….” fiminden “Dört Temel İhtiyacı” anımsayalım: L1:Live/Yaşamak > L2:Love/Sevmek > L3:Learn/Öğrenmek >L4:Legacy/Bir miras bırakmak). Başkaları adına görüş bildirmemin bir faydası olmayacaksa da şu iki ifadeyi de akılda tutmanın yararlı olacağını belirtmek istiyorum:

1. Her istediğini söyleyen hiç istemediğini işitir.

2.Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz.

Bunlardan çıkarılacak mesajlar ve yorumlar kişilerin kendilerinde kalsın. “Arif olan anlar” ya da “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana sazı soksan az (YÖ)“.

Yazımı bu kez kısa tutayım ve beğenilerimle önerilerimi Deniz hanıma ayrıca yazayım. İsterse anket formunda yer alan katılımcıların mail adreslerine link verir; takdir onu. Ben yine de HMY’a bir biçimde ulaşırım. Şunları unutmamak gerek:

1.Geribildirim şampiyonların sabah kahvaltısıdır.

2.Eleştirilmek acıdır; eleştirilmemek çok tehlikelidir.

3.İyiyse daha iyi olabilir.

Dönüşte küçük (ve çok anlamlı) bir sözlü anket yaptı HMY. Dedi ki “Bu geziden aklınıza ilk gelen tek bir sözcük nedir ?” Her ne kadar ısrarla “tek bir sözcük” dese de uzun tümceler bile yapan olduysa da benim görebildiğim ilk üç şöyle oldu:

1.Atatürk ve

2/3: Ohrid / Kotor (bu ikisini hangisi ikinci sıradaydı ben ayırdına varamadım).

Bu görüntü bana ne anlattı:

Öncelikle, sadece Atatürk’ü daha yakından hissettmek ve adeta dokunabilmek için Selanik ve Manastır’a gidilirmiş. İyi ki gitmişiz. Grupla gidiyorsun ve doğal olarak düdüğü çalmak için parayı verince kişiler “Atatürk’ü sevenler ve sevmeyenler” diye bir eleme yapamadıklarına göre ortaya çıkan kombinezona razı olacaksın. Dikkatli olacaksın. Çanak tutmayacaksın. Söz hakkı verecek “3S:Sabır Sınırlarını Sınamak” tan sakınacaksın. Kefiyleri kaçırmayacaksın. Ülkem zaten gergin. Batıda kanlı bıçaklı olduğun Hristos gelip de Kavala’da Savas Restoranda şapur şupur öperken ve yaşlı gözlerle yüreğini gösterip “içimden geliyor” derken, masadan yaşlı annesi “oğlumu hoşgör o sizi çok seviyor” derken ve hatta ayrılırken iki kez “Allah yolunuzu açık etsin” derken… Lütfen dikkat “Tanrı “demedi; ısrarla, üstüne basa basa “Allah” dedi… Ülkemin doğusundaki sözde aynı dine mensup kişiler Allah adına can alıp tekbirlerle kafa keserken aklım öylesine yoruluyor ki “İkilimeler” ya da “paradokslar” arasında boğuşurken…Ve bu sabah ülkeme gelip de Çeşme’de sabahın serinliğinde özlediğim Ada yürüyüşümüzü yaparken pazarcıların bıraktıkları çöplerde, ayağımıza dolanan nylon torbalardan daha bir fazla umutsuzluğa kapılıyorum. Hemen aklıma dur diyorum ve Selanik ve Manastır’de görselleştirilmiş olan Atatürk’le umutlarımı güçlendirmeye çalışıyorum.

Yolunuz hep açık ve aydınlık olsun.

Öykücü

NOT: Yazımın girişindeki öykünün devamını bir sonraki yazımda vereceğim.