Yaşam Büfesinde “Çatlayan Damarlar”

“…Yaşlı kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşuındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesinin önünde boğuşup duruyorlardı…Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyaç duyduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla dedesine sordu. Yaşlı reis bilgece bir gülümsemeyle torunun sırtını sıvazlayarak yanıtladı soruyu: “Onlar benim için iki simgedir evlat.” Çocuk “Ne simgesi dede ?” diye sorunca, “İyilikle kötülüğün simgesi…Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük sürekli içimizde mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunları düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.” Çocuk sözün burasında “Mücadele varsa kazananı da olmalı” diye düşündü ve çocukluğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi: “Peki” dedi “Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi ?“. Bilge reis derin bir gülümsemeyle baktı torununa: “Hangisi mi evlat ? Ben hangisini daha iyi beslersem.”…”

Merhaba

Ve Habil ile Kâbil hep vardı. İkisini debesliyordu otorite. Ne oldu da şimdilerde kötülükler azdı ve canlar yanıyor; evler, ocaklar sönüyor ve damarı çatlayanların yüzü bile kızarmıyor. “Er dayıya kıza halaya benzer” deseler de “ER Dayısını” bırakıp gitmeye zorlanıverdi Golyat’ı sapanıyla deviren babasının sözde oğlu olan korkuluk…

Bugün yeni bir hafta başladı Çeşme’de ve her yerde. Geçen hafta atmadığım küçük adımdan dolayı yitirdiğim hizmet etme şansının iç burukluğunu atmaya çalıştığım ve iki güzel olgu ile şekillenen geçen haftadan, dünden birkaç pasaj. Tüm Copcular (C13 Plus) ve yakın dostlarımızla (GSD) ABİDE’mizin ilk ve son harflerinin “Aslıhan ve Eren” in doğum günlerini kutladık dün Çeşme’nin bahar mı yaz mı yerini kestirememiş oynak havasında. Eksiksizdik. TAC, MES ve NET Grubunun coşkulu etkileşiminde çok mutluyduk. Böylesini çoktan beri özlemiştik. Birkaç gün önceden başladı hazırlıklarımız. Nezuş döktürdü yine ve laf aramızda ben de bu arada dökülmedim desem yalan olur. Sonuçta güzel bir şeyler olunca gurur duyuyor insan hem yapabildiği yardımlardan, verebildiği fiziksel katkılardan ve hem de Nezuş’un bitmeyen enerjisiyle ortaya çıkıp da pay hissettiğim hünerlerinden. İki gün önce Seyir Tepelerinde Meg&İlke’ nin düğünlerinde Akademik Copcu’nun özel destekli isteğiyi için Cumartesi günü Urla yaptık. Seyhan Kasaptaki ürünlere hayran kaldık. Gözümüz doymadı. Kasap ürünlerinde abarttık. Urla sonrası eve döneriz derken Alaçatı’ya uzandık. Cumartesi Alaçatı pazarı. Pazar kalabalık. Ben ara sokakta arabanın içinde bekliyorum. Doğum günü kutlama hazırlıklarına ait temel malzemeleri daha önce almıştık. Bu nedenle Nezuş’un pazar alışverişi kısa sürecekti. Aradan bir saat geçti. Saat 17.30 olduğunda telefonlarımızın hat değiştirme işlemi nedeniyle iletişimiz koptu; yeni sim kartı takmamız gerekiyordu. Kartlar evde; kaldık mı iletişimsiz. Aman Allah’ım eskiden ne yapardık bilmem ki… Nezuş gecikti. Nerede beklediğimi bilmiyor; beni nasıl bulacak ? En iyisi gelebileceği güzergah üzerinde bekleyeyim diye arabadan inip pazarın girişine yöneldim. Sabri agaya sordum:  “Karımı kaybettim. Gördün mü ?”. Sabri Aga, Nezuş’un rahmetli babasının yardımını görmüş naturel bir üretici köylü. “Aman ha !” dedi ve ilk karısı öldüğünde, iki yıl yaşadığı bekarlığın sıkıntısını anlatmaya başladı. Özet olarak da “Benimle konuşmayı kesti komşular; perdelerini kapatır oldular” diye serzenişte bulunup bekar adamın köy yerinde yalnızlığa itilişini öykülendirdi. Böylece Nezuş’u beklerken geçen süreyi düşünmedim ve modern çağda, “Cehalet Primi”ni en çok ödediğimiz koşullarda telefonsuz da buluşabileceğimi anladım. Meğer bu kadar gecikmesi pazarın her yerinde “Kabak Çiçeği” aramasıymış. Daha neler neler yaptı iki gün iki gece sürekli mutfak uğraşında. Yapsa da yapmasa da kol ve diz ağrıları olduğuna göre en azından hünerleri döktürmenin hazzı yetiyor gece yastığa baş koyduğunda. Her neyse ! Bu hünerler ait görüntüleri yazıma ekleyeceğim (veya bir sonraki yazımdaki) görselde görebiliriz. Peki neden yazımın başlığı “Çatlayan Damarlar” ?

Gürültünün orta yerinde hep açık duran televizyonda bir haber “Oya Aydoğan ölmüş”. Peki neden ölmüş ? “Aort Damarı Çatlamış”. Allah rahmet eylesin. Başka hangi damarlar çatlar ve nasıl sonuçları olur ? diye aklımın labirentlerinde bir sorgulama yolculuğu başladı. İlk önüme çıkan ve yaşam gölünde kulaç atarken görüntüsü bile canımı yakan “Ar Damarı Çatlayanlar” oldu. Ar damarı çatlayanlara neden bir şey olmadığını düşündüm ? Ne Aralık ayındaki kasalar, kutular, ne şehitlerin cenazesinde yakılan ağıtlarla aynı anda şahitlerle kutlanan cemaatlerin yüzlerine baktığımda çatlayan ar damarlarından bir damla kan akmadığını gördüm. Zaten yüzüm karaydı; Seyir Tepelerinin üzerimden atamadığım huzursuzluğumdan, bir de buna yüreğimin karası eklenince daha bir laçkalaştı sinirlerim. Silkinmeye çalıştım. Çevremde gelişen güzelliklere dönmeye gayret ettim. Ar damarı çatlayanların siyah köpekleri galip geliyordu ve bildiklerim beni yanıltıyordu. Artık “Allah’ın pazarı üç” sözüne de güvenim kalmamıştı. Ha bugün, ha yarın, hastalığı çok ciddi, krizleri arttı, Abbas yolcu deseler de kendimizi kandırdığımızı görüyorum. Öyle bir oyun ki oynanan, bu oyun hız kazandığı anda “Bugünün Saraylısı” dizisi yayından kaldırılıverdi. Çünkü gerçeği varken dizisini izleyen kalmamış; raytingi sıfırlanmıştı. Elin oğlu sıfırlarken dizinin itibarını, evdeki oğul sıfırlayamadığını babasına haykırıyordu. Kapının önünden geçen tırları Mersin’de durduranların yaptıkları da başka el oğullarını hapislere götürüyordu. Hele taşların biri yerinden oyanamaya görsün; seyreyliyoruz ortalıktaki gümbürtüyü…Allah encamımızı hayreylesin.

Mükemmel bir düğün yaşadık Seyir Tepelerinde. Kanadalı konuklar mutluydu. İlke’nin kaderinin yazılmasında hangi köşe taşları öne çıkıyordu ? Üniversite gezisindeki kazanın izleri sürerken Kanadalı Meg karşısına çıkmıştı. Bir yanda Kanadalı olmanın somut adımları, diğer yanda Kanada’da yaşam gölünde hızlanan kulaçlar ve de genç yaşta tüm dünyayı dolaşmak gibi bir serüveni yaşayabilmeleri bize ne denli olağandışı geliyordu. İmreniyorum. Beraberliklerini Türk Usulü (alaturka) düğünle perçinlemeleri ve bunun hazırlanışında bir yıl öncden başlayan annenin özverileri (Melek gerçekten de tam bir “angel”) ve inancının gücü değme varlıklı ailelere taş çıkartacak denli güçlüydü. Aslıhan & Eren yaş günü kutlamaları geçtiğimiz haftadan yazgılarıma eklenen mutluluk kareleri de geçen haftanın son gününden ruhuma serpieln serin sular oldu. Kanadalı dostlarımız yarın Çeşme’de konuklarımız olacak ve ardından da hafta sonuna doğru biz Balkan Turuna çıkıyor olacağız. Hadi hayırlısı.

Sözün özü; iki mutlu olay HAGEM (Havagazı Gençlik merkezi) serisi yazılarımın arasına girdi. Girsin istedim. Meg benzeri bir gelişmeyi yıllar önce Alper’le de yaşamıştık. Beraberliklerde sevgiler kadar kültür çatışmalarında hoşgörü ve uyum sağlama isteği, inancı ve gayreti esas belirleyici olsa gerek olgunlaşma yolculuğundaki engelleri aşarken. Herşeyin bedeli var ve siz gerçekten de “Şu GAT Dünyada MASlaşmak için RAWsanız” ve “no gain without pain/acı yoksa kazanç da yok” sözüne inanıyorsanız bu olgunlaşma yolculuğu sizi ustalaştıracaktır. Unutmayın ki “olgunluk, saygı ile cesaret arasında geliştirilmiş olan dengedir ve bu dengeyi sağlamak için ustalaşırken beyaz köpeği beslemek önemlidir“. Her şey sizin ellerinizde; tercih sizin: siyah köpek mi yoksa beyaz köpek mi beslemekte olduğunuz ? ve yolunuz hep açık ve aydınlık olsun.

Öykücü