Yaşam Büfesinde “HAGEM3-Sorgulamak”

“…Küçük kızın babası İspanya’ nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkumdu. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi… Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü. Ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı. Bu nedenle kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve kağıda oracıkta yırtmışlardı…Çok üzülmüştü küçük kız. Babasına söyledi bunu, o da “Üzülme kızım yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin, olur mu ?” dedi…Küçük kız bir sonraki ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası keyifle resme baktı ve sordu: “Hımmm! Ne güzel bir ağaç bu ! Üzerindeki benekler ne ? Portakal mı ?“. Küçük kız babasına eğilerek sessizce “Hşşşt ! O benekler ağacın içine saklanan kuşların gözleri ! ” dedi…”

Merhaba

Yeter ki iste ve bakışlarını canlandıran aklının penceresinde buluş. Ötesi hikaye. Dün de öyle oldu. Dünden bugüne sarkan hüzünlerim de… Herşey çok güzelken ne oldu da tıpkı Çeşme’nin bozan havası gibi ruhumun duygusal yükleri birden ağırlaştı. Tek bir sözcük buna yeter: Pişmanlığım. Nasıl oldu da o noktaya geldim ve bir adım atıp çözüvermek yerine yoğunlaşmasına fırsat verdim; neden oldum ? Yine tek bir sözcük: Öncülü olan “yoğunlaşma”. Neye yoğunlaşma ?

Yakın çevremde ve de kısa mesafeli yolculuklarda araba içi sohbetine zorunlu tanıklıklarımda, sessizliğimi korumada güçlük çektim. İki kere dayanamayıp karıştım; ikisinde de tartışma yaratttım. Tartışanların tarzları benzerdi ve her türlü şeyi yüksek sesle söylemek ve iz bırakmadan unutup gitmekti. Ben öyle yapamıyorum ki ? Sessiz de kalsam birikimle yoğunlaşıyorum; karışsam da tarzımla geriyorum. Ne diyor NC “Bizden yüz tane var ama senden bir tane. Biz senin gibi kuralcı olamayız ki !(olmak da istemiyorlar; ben de olsunlar demiyorum. Ama aynı ortamın için bunalıyorum)”. Haklı. Doğru söze ne denir ? Biraz daha geriye gidince “Gelirseniz size börek yaparım” sözü ile her zaman ki açılımını sergileyip gelmeleri kesin olmayınca ve “Börek yerine Kurufasulye” yapınca aldığı eleştiriye kızgınlığı öylesine yüksek sesle ve yineleyerek paylaşınca yine yoğunlaşıyorum; birikimler yüreğimi sıkıyor ve ruhum “Yapma o zaman“dese de dillendiremiyorum. Bunlar küçük şeyler. Tıpkı Prof.Üstün Dökmen’in bir seri kitabı olan “Küçük Şeyler” gibi. Ya da tıpkı Nüvit Osma’nın “İnsan Mühendisliği” kitabındaki “Küçük Şeyler” gibi. Zaten genelinde sessizim ve bir de çevremdeki gerekli-gereksiz, günlük diyalogların rutin içerikleri olan böylesi sözleri duymak beni yoruyor. Ne yapmalı ? Kaçacak halim yok ya ! İşte bu renklerin cümbüşünde bir yıl önceden planlanmış olan Meg-İlke Düğünü öncesindeki gelişmelerin yansımaları yanı başımda somutlaşmaya başlıyor. Çoklukla da NC/BD ikilisinin sevgi ve samimiyet yüklü, hoşgörüleri yüksek görüşmelerinde bazen aynı yönde çoklukla da ters yönlerde ilerleyen heyecanlı söylemlerle. Bir ses haykırıyor “Çocuğun hayatı kurtuldu” diye; diğeri de “Ne kurtulması perişanlar; garanti bir işi mi var ?” benzeri eleştiriler tansiyonu yükselterek sürüp gidiyor. Onlara göre hava hoş da; ya tanık olarak ben ? O yetmiyor bu kez de “Şeytanın bakır sıçtığı yer” tanımlamasıyla “Seyir Tepeleri”ne gitmenin külfeti tartışmaların odağına oturuyor. Bu kez aynı yönde ilerleyen eleştirilerin ucunu kapatacak bir karşı görüş de yok. İşte böyle koşullanan ruhum birkaç gün içinde katılaşıyor. Bitti mi ?

Daha dün İzmir’e geldi; bu gidiş bir kaçış” diyorsa da yakınımdaki ses; aynısını ben söylesem tıpkı çocukluğumuzda oynadığımız bir taş oyununda dediğimiz gibi “teptiririm teptiremezsin” deyişine benziyor. Yani “bu hak benim; sen kullanamazsın”. Duy, dinle ve sus. Biz de SSTC de benzerini söylüyoruz ama…İşte “…ama…” girdi mi araya başlıyor söylenen ve söylenmeyen tartışmalar. Çoğunlukla da sabah yürüyüşün sessiz duaların olduğu yaklaşık bir saatlik yürüyüş rotasındaki inişler, çıkışlarda; ayağımıza takılan ve bazen tökezleten taşlarda; adanın yeşilliklerinde; dalgaların sessinde ve de daha çok Karaburun tepelerindeki onlarca pervanenin dönüşünün yarattığı ruhumun spirallerinde. Bir önceki tümcenin son sözcüğü nereden çıkıp geliverdi ? Bir yanda şarap açma aleti tribüşonun ucundaki kıvrımlar (Arşimed Vidası-Sonsuz Vida) diğeri de lise yıllarımda İkbal Sinemasında seyrettiğim “Spiral Road” sisimli bir filmin silik anılarından klavyenin tuşlarına düşüverdi. Dün gecenin ilerleyen saatlerinde Duru’yu gözlerken Kerem’le yaptığım sohbet (Yunt Dağına inmeyen Hızır ve olası 3 seçenekten beni korkutan düzeye bile erişmesi düşünülen çözüm arayışları) nedense sabah yürüyüşündeki dönen kanatlar kadar beni germedi. Görelim Mevlam neyler neylerse güzel eyler. Biraz daha sabır gerek.

Yazımda HAGEM3 e girmeye fırsat bulamadım. Bu serinin ilk iki yazısı ve görsellerinde “Öykülerin Gücü”, “Elma Metaforu>Ye ve Özümse” gibi kavramlar yer almıştı. Şimdi de “kendini sorgulamak ve sahip olduğun değerlerin farkına varmak” tan söz etmek istiyorum. Laf olarak güzel de yaşamın günlük tartışmalarında bunu yapabilmek gerek ve öyle söylendiği kadar kolay olmuyor. Olsaydı dün sahip olduğum huzurun değerini bilirdim ve atacağım küçük bir adımla bugün bu huzursuzluğu ve yürek yükünü çekmezdim. Yok arabaya yedi kişi binip arka koltukta sıkışsınlar ve ….giller getirsin çırpınışları; yok metro ile Mavişehir’e gelsinler ve oradan alalım benzeri uyduruktan çözümlerden medet umma sığınmaları yerine “ben gider alır gelirim” deseydim ve yapsaydım hem sevaba girerdim ve hem de bugün huzurlu olurdum. Dün bunu yapmak bana zor gelebilirdi; angarya gibi görebilirdim; yüzüm kararırdı (hoş her sabah traş olmak için aynaya baktığımda daha bir fazla kara, kararmış, kararıyor gibi görüyorum ya kendimi; ha bir fazla he bir eksik ne fark ederdi ki…); ama en azından bugün, yarına (C13 > Aslıhan ve Eren yaş günlerini Çeşme’de, bizde kutlama) hazırlık yaparken daha huzurlu olurdum. Bir söz düştü yine aklıma: “Hiç bir şeyden çekmedi Süleyman efendi küçük parmağındaki nasırından çektiği kadar”. Ben çocukken de böylr yaramazdım ( … de , dahi…” halinde kullandığıma göre, demek ki…> can ve huy meselesi).

Sözün özü; Çeşme’de sanki kış gibi kapalı, rüzgarlı ve soğuk bir hava ki aynen ruhuma yansımasını önlemek için biraz daha gayret göstermem gerek. Çünkü dün gece Seyir Tepelerinde Kanadalı gelinimiz ve düğün için gelen geniş ailesiyle, anne Melek’in tek başına gayretlerinin hak edilmiş övgüsüyle oluşan mükemmel bir eğlence ortamının değerini bilip sağlık, esenlik ve mutlulukları için dua etmek, düne ait “keşke”lerden ve pişmanlıklardan sıyrılmak gerek. Üç şey geri gelmiyor: Boşa geçen zaman; yaydan çıkan ok ve ağızdan çıkan söz. Çoklukla da yetmişe aşan yılların yaşam gölündeki kulaçların yorgunluğunda Allah beterinden korusun; her şey gönlünüzce olsun. Bakalım ekteki filmi sevecek misiniz ?

Öykücü