Yaşam Büfesinde “Avans Ayarı (OGS)”

“…Amerika’da köklü kuruluşların başında bulunan tepe yöneticilerin kurumlarıyla ilgili değerlerini savunurken kullandıkları “Burası bir Cumhuriyettir; demokrasi değildir (This is a republic not a democracy)” şeklinde bir deyişleri vardır. “Bu, bir kurumda veya bir ülkede kurucuların vazettiği temel ilke ve değerleri savunan hukuk (ve bunu yansıtan kültür) sonradan gelenler tarafından da korunmalıdır” anlamına gelir. Eğer bu temel ilke ve değerler değiştirilirse orası artık başka bir kurum, başka bir ülke olur…Atatürk bir savaşçıdır. Savaşın değişmez stratejik bir hedefi vardır. Ama hedefe varmak için gerektikçe değişen, rakip şaşırtıcı taktikler kullanılır…Medyanın %80 i Atatürk’e karşı kucak açmışken, sanki bu Cumhuriyet karşıtlarının seslerini duyurmakta sıkıntıları varmış gibi bizim gazete de bu tezgahın bir parçası haline gelmiştir…”

Merhaba

Dün “mamaanne”yi yazmıştım. Günün devamında çatıdan bahçeye inerken bu kez gözüme Peter Fisk‘in kitabı (People Planet Profit) ilişti ( http://www.peopleandplanetandprofit.com/ ). Zihnimde neden ve nasıl bir kapı açıldıysa beş yıl önce kitaplığıma giren bu kitap yine gece boyunca elimden düşmedi. Bu kitabı 2011 in sonbaharında PLNgillerle Antalya’daki yıllık toplantıya giderken almıştım. Kendime kendiliğimden toplantının moderatörü rolü biçmiştim. Bu yaklaşımın temelinde seksenli yılların sonlarına doğru başlayan beraberliğimizin yarattığı karşılıklı güven ve özgüven olduğunu biliyorum. İster otorite Öner ve Alev, ister onların “Y Kuşağı (Efe ve Soner)” ya da isterse Adnan, Barış, Nazmi örneğindeki SSTC çerçeveli eski(meyen) dostlara yakın olmanın etkisi olsun Peter beyin kitabı ile bir odak noktası oluşturmuştum. Temel mesajım “Patronun 3 P si” idi. Kitabın arka sayfasına da Ege Cansen beyin 12.11.2011 tarihli yazısından bir pasajı aktarmışım. Yazımın girişindeki sözler bu aktarmaya ait. Ege bey o gün ki yazısına “Türk’e Atatürk’ü Yermek” adını koymuş. Bu yazısında kendi gazetesine duyduğu tepkinin en hafif anlatılışını da görüyorsunuz. Nitekim bir süre sonra Ege bey “avans ayarı” yaptı ve Hürriyet’ten ayrılıp Sözcü’lü oldu. Ben de onunla beraber Sözcü’yü daha keyifli okur oldum. Yazımın başındaki “Avans Ayarı (OGS)” başlığını bakalım doğru açıklayabilecek miyim ?

Bu açıklamaya geçmezden önce yazıma hangi görseli ekleyeceğim ? sorusuna yanıt arama takıntısı aklımı sardı. Çatıda hemen elimin uzandığı, yakınımdaki arşivime baktım ve 2000 yılının Eylül ayında Niğde-Nevşehir patateslerinde gerçekleştirdiğim bir tarla günü kaydı olan bir CD i seçiverdim. Bu seçim ses (yazı) ve görüntü uyumu sağlama açısından doğru bir seçim miydi ? Biraz açıklarsam belki iletmek istediğim açık ve/veya gizli mesajlara azıcık da olsa ışık tutabilirim. Onaltı yıl öncesinin zaman olarak önemi neydi ? Aralık 1999 da ikinci global birleşme ilan edilmiş ve CINOS’laşma süreci başlamıştı. İstanbul’lu büyükbaşları “nol’cek halimiz ?” telaşı sarmıştı. Üstelik bu kez birleşme sürecinde ellerini güçlendiren, yürekli ve alt yapısı sağlam TA gibi birisi ile pazarlık yapma (müzakere becerileri) kalmamıştı. Bu da yetmezmiş gibi TA tam da birleşeceğimiz İngiliz şirketinin başına Türkiye-Ülke Müdürü olmuştu. Bak sen şu Allah’ın işine ! Bu kaos (!) içinde İstanbul’un taşrayı görecek hali yoktu. Benim sorumluluk alanım MDM(DC) “Market Development Manager (Disease Control) / Pazar Geliştirme Müdürü (Fungitiler)” olmasına rağmen her konuya maydenoz oluyordum. Ne Ege’nin sınırlarına sığıyor ve ne de diğerlerinin sorumluluğunda olan Böcek ilacı, Ot ilacı ve Tohum İlacı bölümlerine el atmaktan geri duruyordum. Kelimenin tam anlamıyla “BYB (Bok Yedi Başılık)” yapıyordum. Cüneyt’i Adana’dan, İlker’i Malatya’dan Niğde-Nevşehir Patates alanlarına kaydırdım. Yeni pazara sunacağımız ve rakibe göre beş yıl geç kaldığımız bir ilaç için “Sahra Gücü” çalışmalarını “The Maxer Project” kapsamında etkinleştirdim. Hatta sezon başında çantamı hazırlayıp yola çıkarken birden Atakalp’e yatıp by-pass oluverdim (Nisan 2000). Bu ani oluşum bile beni yolumdan alıkoyamıyordu. Nevşehir Dedeman Otelde muazzam (!) bir lansman çalışması yaptık. Hatta sahneye fırlayan eski bir dost (!) ile bindiği dalı kesen görüş farkı çatışmasını bile SSTC Prensipleriyle yönettik (!). Kırmızı tulum üzerimdeydi. Hâla “müdür” olmanın gereklerini öğrenememiştim (gerçi hiç öğrenemedim). İşte Eylül 2000 de Kaymaklı-Derinkuyu-Gölcük-Hasaköy dörtgenindeki sahra çekimlerine ait karelerden bir montaj hazırladım. Aralarına Mart 2016 NÖY4SSTC3NTTT (Netin Öğrenme Yolculuğu-Netin’li Teknik Ticari Temsilci) güncel çekimlerinden kareler sıkıştırdım ve ana mesajı da “Bugün, dünden güç alarak yarınlara uzanır” yapıp yazıma eklemeye karar verdim. Dünü (2000) ve bugünü (2016) anladık da yarınlar ne ola ki ? diye düşünüp “avans ayarı” konusuna geri döneyim.

Bir zamanlar Capital Dergisi’ne sürekli aboneydim. Ne zaman ki “İş Kitapları Özetleri” eki kalktı aboneliğim kör topal devam etti. Bir adım sonrasında “Harvard İş Okulu Özetleri”ni de içerikten çıkardılar ve ben de tamamen ayrıldım. İşte o günlerde (Eylül 2008) de Peter Fisk’in adı Capital’in sayfalarında dikkatimi çekmiş ve kısa bir anlatımını kesip bir yerlere yazmışım. Bizim de CINOS’un üçüncü evresinde bir zamanlar benimsediğimiz “havuz problemlerini çözme stili”nin geçmişinde bay “Welch Metodu (20/70/10)” yatıyordu. Bay Welch GE’i son yirmi yılda zarardan kurtarmış kâra geçirmişti. Şirketini makine gibi yönetiyordu ve insanları unutmuştu. Sonunda onun da şirketten ayrılması istendi ve ayrıldı. Bay Fisk’in bu açıklamasının yanına Ram Charan’ın sözlerini de not etmişim. Ram hoca diyor ki “…Liderlerin kendilerini ve başkalarını hedefe yöneltmesi için öncelikle sağlıklı bir ruh haline sahip olması gerekir. Bunun için hırs gerekir. Ama bazen fazla hırs kör yapabilir…” İşte Ege beyin gazetesine öz eleştirisi ve ülkemin vanminutcünün elindeki hali !( hal-i perişanımız). Bir “Avans Ayarı” şart. Neymiş bu avans ayarı denen şey ?

Bir zamanlar araçlar basitti. Tıpkı benim 68 Model Anadol’um gibi. Anlaması kolaydı. Kaputu kaldırınca gördüklerimin hepsini anlar ve işlevlerini bilirdim. Kontağı çevirip de çalışmazsa ya benzin bitmiştir; karbüratöre gelen plastik şeffaf hortuma bakar anlardım. Ya da elektrik aksamında bir hata olmuştur; distribütör kablolarından yola çıkar ve arızayı bulurum. Teşhis kolaydır; tedavi de. Şimdilerde beni bırak klasik ustalar bile anlamıyor yeni araçların yeni motorlarının dilinden. İşler zorlaştı. Herşey elektronik oldu. Bizim çağımız geçti. Makineleri de artık makineler onarıyor. Her neyse. Ben yine benim Anadol’a geri döneyim. Gaza basarsın; hızlanamaz. Yokuşa çıkarken tıkanır. Motordan ritmik tıkırtılar, takırtılar gelir. İki olaslılık vardır. Ya sübop vuruyordur. Onarımı biraz maliyetlidir. Ya da avans vuruyordur. Yine de Kamuran Ustaya gitmek gerekir. Onarımı ucuzdur ama ustasını ister. Volanın yanındaki küçük deliği açar. UV ışıklı lambasını eline alır. Ateşleme sırasını üst ölü noktaya beş derece kalaya ayarlar. Böylece dört zamanlı motor üst ölü noktaya beş derece kalaya kadar silindir içindeki hava-benzin karışımı iyice sıkıştırılmış olur ve bundan sonra ateşlenir. Böylece yanma enerjisinden en iyi verim alınır. Motor sahip olduğu tüm gücü en iyi şekilde, en sessiz şekilde hareket enerjisine çevirir. İşte bu işe “avans ayarı” denir. Diğer bir deyişle en iyi sonuca erişmek için motora beş derecelik avans vermek gerekir. Peki başka kimlere avans verilir ?

Biz çocukken (lütfen dikkat ellili yıllar ve taşrada geçen bir yaşam) “avans verir misin ?” ya da “kaç sayı avans verirsin ?” diye sorardık. Demek ki biz daha çocukken “soru sorma becerilerimiz” yaşamın öz kavgasının içinde gelişiyormuş. Biz şanslı çocuklardık. Yaşamı sokakta öğrendik. Düştük kalktık, kanayan dizlere aldırış etmedik; sokakta yediğimiz salça sürülmüş ekmekten hep keyif aldık. Diyelim ki bir koşu yarışı var aramızda ve karşımızdaki kişi bizden üstün yapıya sahip. O zaman yarışa başlamadan sorardık “Bana kaç metre avans verirsin ?” . Ya da diyelim ki masa tenisi yarışması var ve karşımızdaki belli ki bizden usta, yine sorardık “Bana kaç sayı avans verirsin ?” diye sormaktan geri kalmazdık. Aslında ilk tepki olarak ne tür bir yanıt geleceğini bilirdik. Buna rağmen yine de sorardık. İlk yanıt şöyle olurdu: “Avans orospuya verilir !”. Gerçekten öyle midir bilmem. Belki de bizim “avans” dediğimizin adı daha sonra “bahşiş” oldu. Çünkü daha güncel şekliyle şu sözü medyadan anımsıyorum: “Bahşişi memura ve orospuya peşin ver ki muamelesi iyi olsun !“.  Bir yandan Yunt Dağında dönen kanatların boşa giden enerjisine bakıyorum; bir yandan da… Bugün memleketin ya da milletin orasına burasına koymaktan ve bunu açıkca söylemekten çekinmeyenlerin ağa babaları varken sanırım artık ne avans ne de bahşiş verilmiyordur sıradan küçük işler ve ilişkiler için. İşler büyüdü. Gökdelenler artık “k” yerine “t” deler oldular. Havuzlar kuruldu. Yatak odalarına kasalar sığmaz oldu. Ayakkabı kutularındaki ayakkabılar yok oldu. Çukulatalar yenmez oldu. Elbise askılarına neler neler kondu. Yetsin artık bu kadar yoğunlaşma ve ben yine yazıma dönüp bir de “OGS” i açıklayabilecek miyim bakayım ?

Nezuş hep der “Musto değişikliklere çok direnir; geç kabullenir”. Haksız sayılmaz. Onun sevgisi bile bazen benim sabır sınırlarımı öne çekemez. Otoyolda KGS gelişir ve ben hâla “PGS (Paralı Geçiş Sistemi)” ile direnirim; hem de her seferinde hem sıra bekler ve hem de %25 daha fazla öderim. Ne zaman ki ben KGS ne geçerim; bir de bakarım ki millet çoktan “OGS (Otomatik Geçiş Sistemi)” li olmuş bile. Hemen bir açıklama: Buradaki OGS ile benim yazıma parantez içinde başlık olan “OGS” nin ilgisi yok. Bu OGS sizin bildiğiniz bitlerden değil. Ben OGS e geçerim herkez HGS li olurken. Böylece geri kalırım. Bu takıntılarla belki de kullanabileceğim en konforlu araca sahipken hızlı bir karar verişle Kaktüs’lü oluverdim. Rengine ve dizaynına vuruldum. Kanepe koltuklarına tutuldum. Vitesin sadece üç düğme oluşuna kapıldım. Bir saatte alıverdim. Laf aramızda Onur beni uyarmıştı. Dinlemedim. Nezuş da beğenmemişti. İnat ettim. Kaktüs’ten şikayetçi miyim ? Değilim. Ancak kıyaslama yapınca anladım ki Kaktüs’ü cazip kılan aslında OGS miymiş. Şimdi açıklayayım. “Avans ve OGS” buluşunca ne olur ki ?

Yine çocukluğumdan bir deyişle yazımı bitireyim. Benden üstün olan rakibimle yarışmayı kabul ederken talep ettiğim avans için ağzımın payını alsam da bu kez OGS kavramına takılırım. Taşradasın. Kısa pantalonun diz üstü olanına bile özenirsin. Sen biribirine “ülen” diye seslenirken şehirden gelen yaşıtın çocuk “aslanım” dedikçe sinir olursun. Bir de süslü bisikletine bakarsın ve kıskançlıkla OGS diline vurur ve “Orospuyu Gösteren Süsüdür” der çamur atar durursun. Meğer OGS deyimi sadece çocukluk anısı değilmiş 2016 yılında da aynı yaklaşım hâla geçerliymiş hem de ekrana bakıp da adam sandıklarında bile…

Sözün özü; nereden nereye ? Anadol’un sadeliğinden, Kamuran Ustanın elindeki lambanın volana yansıyan ışığıyla verilen avansa imrenen OGS li araç gereçlerle sürdürülebilir bir yaşamın yollarında yolunuz ve yolculuklarınız hep açık ve aydınlık geçsin.

Öykücü