Yaşam Büfesinde “Senfonik Akıl”

“…Bir ülkedeki avcılar ormanda ceylan avlarken, ceylanların kendilerinden çok kaplanlarca avlandığını görürler ve bir karar alırlar. Hepsi birden ormanda kaplanlar için bir sürek avı düzenlerler. Sonunda her şey avcıların istediği gibi olur. Ormanda hiç kaplan kalmaz ve avcılar rahatça avlanırlar. Ancak bir müddet sonra ceylanların et ve derileriyle ilgili şikayetler gelmeye başlar ve avcılar ceylanların et ve derilerini satamaz hale gelirler. Bu durum karşısında avcılar uzman bir zoolog çağırmaya karar verirler. Bu uzman inceleme yaptıktan sonra raporunu hazırlar. Raporda şu ilginç sonuç vardır: “Kaplanlar öldürülmeden önce ceylanların en zayıf ve güçsüz olanları sürünün arkasında kalıyordu ve kaplanlar onları avlıyordu. Kaplanlar ortadan kaldırılınca zayıf ve güçsüz ceylanlar hayatta kaldılar. Bunlar diğer ceylanlarla birleştiler ve zayıf bir ceylan nesli ortaya çıktı. Dolayısıyla bu ceylanların et ve derileri eski kalitesini kaybetti“…”

SSTC den sonra (1992>2015), TTTC den TTTS e: Yetkinlikleri Beceriye Dönüştürmek (2016)

Merhaba

Bugün Şubatın son Cuma günü. Mavişehir’de gün kapalı azıcık serince bir havayla başladı. Sabah yürüyüşü için mükemmel bir havaydı. Öğleye doğru güneşli ve ılık bahara döndü. Aklımıza yeniden Çeşme günleri düştüyse de sağlığı koruma kaygılarımızla erteledik. Yazımı tamamladığım akşam üzerine doğru hava yine kapandı ve rüzgar arttı. Bu havaya güvenip de Çeşme’ye gidilmez. İki gün önce Çeşme’deydik. Üç yaşına basmış olan “ortaklığın giderilmesi” davasıyla ilgili bilmem kaçıncı duruşma için gitmiştim. Sabah okul servis saatlerinde çevre yolu tıkalı olur diye iki saat önce yola koyulduk. Birbuçuk saat sonra Çeşme’deydik. Saat 10 da duruşmalar başlayacaktı (asılı listede öyle yazılı). Listeyi inceledim ve saat 10-14 arasına beşer dakika arayla 47 dosya konmuş. Bazı saatlerde (örneğin saat 11 de) aynı dakikada 3 dosya birden görünüyor. Akıl alır gibi değil. Üstelik ben şimdi yazımın başına “Senfonik Akıl” demişim ki bu yazılı olanı gerçekleştirebilmek için düz akılla bile mucize gerek. Ne ol’cek diye merak etmiyor değildim !

Merakım boşunaymış; demek ki her koşulda bir “hal çaresi” bulunuyormuş. Saat 10 da başlayamadık. Saat 11 den sonra ilk duruşma başladı. Ben saat 10.05 de baştan üçüncü dosyaydım. Çağırdılar. Girdim. Yerimde ayakta bekliyorum. Standart tek sayfalık ara karar yazıldı. Ben “taraf oluşturulmasını talep ediyorum”  dedim yargıç “eksikler giderilsin” demişim diye kararı yazdırdı. Demek ki usul böyle. Kararın bir kopyası elime verildi. Kapıdan çıkarken okudum ve hemen geri döndüm ve doğruca yargıcın kürsüsüne gittim. Kararı gösterdim. Aynen şöyle “Davacı asil Mustafa Copcu duruşmaya katılmamıştır“. Yargıç zaten yorgun (ve de nedense kızgın) ve yazıya şöyle bir baktı; okudu ve katibe kızgınlıkla verdi: “Düzelt bunu” dedi. Tahsin uğraştı. Düzeltemedi. Mübaşiri çağırdı. Beni yanına kattı. Mahkeme kaleminde önce Bay X ‘ e o da beni Bay Y’e gönderdi ve düzeltildi. Dün Dündar’la Gül’ün 92 gün süren ve ancak “Anayasa Mahkemesi”nin “Siz ne yapıyorsunuz yahu ?” benzeri bir kararıyla özgür kalabilenlere bakıyorum da benim dosyamın böylesi anlamsız kazalara uğramasının lafı bile olmaz. İşimiz zor. Allah hem doğudaki savaşta ayakta kalmayı ve hem de batıdaki rutinde kurban gitmemeyi nasip etsin. Ötesi hikaye. Listedeki 47 davanın şöyle bir niteliklerine ve geçmişine baktım da çoğu anlamsız ve kolayca çözülebilecek ve mahkemeleri yükten kurtaracak nitelikte olmasına rağmen sistemin dönmeyen çarkları arasında akıllar, emekler ve zaman toz olup gidiyor. Hele bir dosyanın esas numarasına bakıp da 1995 /… nı görünce 21 yıldır süren “ortaklığın giderilme(me)si”nden ürkmekten kendimi alamadım. Koridordaki avukatların hepsi sakindi; hiç birinde gel kalmışlığın ya da uzayıp giden işlerin bıkkınlığı ve şikayeti görülmüyordu. Demek ki sistem böyle. İyi olur inşallah.

Bu ay kendimi kitapla ödüllendirdim. Beş kitap aldım; ikisi sahaftan üçü kitapçıdan. Sahaftan aldıklarım Prof.A.Baltaş’ın “Türk Kültüründe Yönetmek (2012)” ve Prof.Şule Erçetin’in “Lider Sarmalında Vizyon (1998) “ ki D&R dahil büyük kitap satıcılarında arasam bulamayacağım türde eserler. Beyin ne ararsa onu buluyor. Diğer üçü ise bugünlerde birlikte olmak için yurt dışı seyahatinden dönüş haberi beklediğim MACUNKÖY Dörtlüsü ile ilk buluşmada hediye etmek isteğim okunmamış yeni kitaplar. Kitaplar elimde kendiliğinden güncelleniyor ve kümeleniyor. Bugün de öyle oldu. Hem dün Sözcü’deki köşesinden Bay Cansen’in “Koç Ailesinde Kurum Kültürü” çerçeveli yazısından etkilendim ve hem de “Kültür” sözcüğü beni alıp yine Prof.Dr.İsmet Barutçugil’in “Kültürler Arası Yönetim (2011)” kitabına götürdü.

Önce Ege beyin köşe yazısından söz edeyim. Bir zamanlar Hürriyet Gazetesini sadece Bay Ege Cansen’in köşe yazılarını okumak için alırdım. Daha sonra oradan ayrıldı. Bir süre izini yitirdim. Daha sonra şimdi Sözcü’de her yazısını hem merakla bekliyorum ve hem de ilgili bir mesaj görürsem Utku’ya haber ediyorum. Yine bir zamanlar “Ekodiyalog” ilk başladığı günlerde Asaf ve Deniz beylerle birlikte televizyonda da izler ve mesajlarını not ederdim. Daha sonra o program “ana beni eversene” benzeri fanteziye dönüşünce önce Ege bey üçlüden ayrıldı sonra da ben izleyici olmaktan vaz geçtim. Her neyse dünkü yazısını internetten de izlesem de elim dokunmalı ve defterimin bir yerinde ya da Barutçugil hocanın kitabının sayfaları arasında bir yerde her zaman tekrar tekrar okunmaya hazır olmalı diye yazıyı kesip aldım. Yazımın girişindeki fotoğrafta kitaplarla birlikte görülmekte. O yazının içinde geçen “Senfonik Akıl“. O yazıdan bazı pasajlar alacağım ve belki de MACUNKÖY’ün otoritesi için bir anlam taşıyabilir (L1: Lead self).

* … “Bu seçim AK ile ÖK arasında bir tercih değildir. Tamamiyle K kurallarına uygun bir görevlendirmedir” > “Kurum Kültürü”;

* … “Çok dinler az konuşur; 54 yaşında olduğuna göre en yüksek postta oturacak kadar hayat tecrübesine sahiptir. Bu donanımlı bir kişinin başarılı olmaması için bir sebep yoktur” > PLN de “Y Kuşağı (E & S)” nı hazırlamak;

*… “Yönetim kurulu şirketi yönetmez; yönlendirir…Şirketi murahhas aza, başkan veya genel müdür ünvanlı bir kişi yönetir. Yönetim denen eylem bireyseldir. Telefona çıkamayan “şey” yönetici olamaz… Yönetim kurulu başkanının bir  başkası tarafından yerine getirilemeyecek asıl görevi, yönetim kurulunu çalıştırmaktır. Başkan, koltuk ısıtıcısı olmayan kurul üyelerini bir orkestra gibi idare edip “çok sesli senfonik aklı” ortaya çıkarmalıdır” > Ünvan, bireysellik ve “şey” (MACUNKÖY’deki güncel atılımlar);

Şimdi gelelim Acar hocayla İsmet hocaya. Acar hocanın pekçok kitabını okudum. Kendisiyle 16.10.2008 de Antalya’da yıllık toplantımızın özel konuşmacısı olduğu seansta birlikte oldum. Ben “RAW” ın “W/Willingness” konusunda ısrarcı iken hoca “istemekle olmaz” diyordu. Grup da bana dönüp kaş göz işaretiyle “Bak gördün mü istemekle olmazmış” diye benim VoS sonuçlarına dayalı “iyileştirme önlemleri” amaçlı yaklaşımlarıma daha bir inatçı direniyordu. Benim yaklaşımımda “istemek gerek koşuldu; yeter koşul değildi“. Hep de öyle oldu. Ben diyorum ki” istemek şart; isterseniz ve altını bilgi ve beceri ile doldurursanız olabilir; ancak istemezseniz kesin olmaz”. Bunda yanlış olan neydi ? Herkes o günlerde rahatlık zonundan çıkmasın, masasında kravatlı otursun ve pazardaki eski başarılar eskimiş, işe yaramaz yöntemelerle (pullanmamış pushluklarla) sürsün istiyordu. Yok öyle yağma. O yoğurdun bolluğu kalmamıştı. Papaz artık pilav yemiyordu. Zangoç çanı çalarken aşağıdaki papaza soruyordu ve ses gelmiyordu. Hoca batı kültüründeki yönetim ve liderlik biçimlerine (genel olarak) karşı ve oradaki yöntemlerin, usullerin ve tutumların bize uymadığında ısrarcı. Hoca haklıdır, haksızdır demek benim haddim (işim), harcım değil. Ancak yukarıda sözünü ettiğim kitabını okuduğumda baştan sona tüm bölümlerinin batılı guru-düşünürlerin ortaya koyduğu çerçevelerle yapılandırıldığını görüyorum. Bana azıcık da olsa perhiz ve lahana turşusu gibi geliyordu.

İsmet hocaya gelince kitabın başına 15.03.2013 de şöyle bir not düşmüşüm: “…Hocanın birkaç kitabı (yöneticinin yönetimi, bilgi yönetimi,) kitaplığımda ve Ümit Pakistan’a gitti. Amerikan disiplini ile oralarda Türk Kültürünü nasıl birleştirecek ve çatışma(ma) yönetiminde neler yaşayacak acaba?…” Bir yıl sonra (26.02.2014) kitap yine elime gelmiş ve bu kez de notum şöyle olmuş : “…Yine Netdirek için ve son bir yılda çalışan gelgitlerinde (Gökhan / Selçuk) ana mesajım “Kurum Kültürü” > Kesintisiz Kolaylık; Must> Kurallar ve disiplin; Huzur + Güven…” ve bugün yine elimde.

İsmet kurum kültürlerini yapılarına ve işleyiş modeline göre sınıflandırdığında:

1.Aile Modeli: İşlerin nasıl yürüteleceğini aile liderleri belirler. Bu modelde işleri doğru yapmaktan çok doğru işleri yapmak önemlidir. Çalışanın üstünü memnun etmesi kendi başına bir ödüldür. Akdeniz ülkeleriyle Japonya’da görülen bu modelde IK yönetiminde performansa göre ücretlendirme aile bağlarına bir tehdit olarak görülür.

2.Eyfel Kulesi Modeli: Katı bir sistem içinde önceden belirlenmiş roller ve fonksiyonlar vardır. Hiyerarşi önemlidir. Almanya’da yaygın olan bu modelde insanlar kaynak ve sermaye olarak görülür. Kariyer yönetimi ve performans değerlendirme sistemleri ağırlıklıdır.

3.Güdümlü Füze Modeli: Eşitlikçi, kişisellikten uzak ve görev odaklı bir kültürdür. Amerika, Kanada, Avustralya ve İngiltere’de yaygındır. Ne pahasına olursa olsun sonuç önemlidir. Ekipler amaçlara ulaşma araçlarıdır.

4.Küvez Modeli: Yapı eşitlikçidir; ancak kişiye uyarlanmıştır. Bireylerin kendilerini geliştirmeleri önemlidir. Kaliforniya’da Silikon Vadisinde ve İskandinav Ülkelerinde yenilikçi ürün ve hizmet yaratma sektörlerinde uygulanmaktadır.

Ne güzel anlatmış İsmet Hoca. Kurum Kültürerini ayrıca “İletişim ve Davranış Tarzlarına Göre” de sınıflandıran İsmet hocanın değerli anlatımları bir blog yazısını aşar. Meraklısı bulur okur.

Yazımın girişindeki öykü ile Acar Hocanın bakış açısı ve değer yargıları arasında hangi bağı kuruyor aklım ?

Hoca kitabının bir yerinde batıdaki kurum kültürünün ülkemize yansımasına değinirken bizim de Syngiller olarak DOD 2 sürecinde yaşadığımız bir olgunun benzerini ele alır. Biz her ne kadar GE nin CEO’su kadar korkusuz olamamış isek de yine de performans yönetiminde “havuz sistemi” ne geçmiştik (2007 den sonra). Böylece performans, verimlilik ve “BEE” havuzumuza attıklarımızda bir “normal dağılım eğrisi” yaratmaya çalışmıştık. Bay Welch kadar cesur değildik ve ima ederek hissettirsek de “Lower quartile” dediğimiz ve önce %25 deyip sonra %15 e düşürdüğümüz bu alt gruptakileri “sizi işten atarız” mesajını söylemesek de gözlerini korkutmaya çalışmıştık. Ne yaptık ? Hiç bir şey. Yaptığımızla kaldık. Kopardık ve düğüm attık. Kalpleri kırdık. Bildiğimizi okuduk. Batıdan kopya çekip bir de totemcibaşı pazarlamacı Hırvat genel müdürle işleri daha bir açmaza soktuk. Acar hoca haklıydı. Ya böyle dikenli bir yola çıkmayacaksın (merkeze direnebilirsen)  ya da yapacaksan yapacak ve elini korkak alıştırmayacaksın. Ne var ki Welch gibi davranırsan sürekli olarak ortalamayı yükseltirsin ve zayıf ve güçsüzleri devre dışı bırakırsan kalan ceylanların eti ve derisi daha çok para eder mantığının “lafı hiç de fena değildi”.

Önemli olan önce kurum kültürü ve herkes hem niyet ve zihniyetini bilsin hem de kendisinden neler beklendiğini. Yazıma eklediğim filmde ana mesaj kurum kültürüne göre RAW’dan RAF yoluyla RAP’a ulaşmak. Pek karışık oldu. Azıcık açıklayayım: Bu üç aşamada ortak olan “RA” dır ve anlamı “Bilgi ve Beceriyle” kendini “Hazır (Ready)” ve “Yetkin (Able)” kılmaktır. Bunu “İstek (Willingness)” düzeyinde tutarsan çıktığın yolda yetkinliklerini beceriye dönüştürmenin olanaklarına, yollarına, seçeneklerine sahip olursun (RAW ve Have). Öğrendiklerinle çıktığın, ilerlediğin yolda “İnançlı (Faith)” olursa, “Yaparsın (Do)” ve bir adım daha ötesinde (RAF ; BeE/Be Effective) / Etkili Olmak) için içindekini ateşlersen, “Tutkulu (Passion)” olursan RAW dan RAF yoluyla RAPleşirsin ve kim tutar seni ? Lafı fena değil değil mi ? Sonuç, her şey sizin ellerinizde…

Demem o ki; bugün çıkar kavgalarıyla şekillenen ve kan akıtan, can alan gerçek savaşların temelinde de savaşanlardan çok destekleyenlerin, teşvik edenlerin yapıları kurumlardan öte ve hatta milletlerden öte bir “savaş kültürü” yaratmaktadır. Bir yanda kızılca kıyamet koparken diğer yanda “ana beni eversene” benzeri umarsız eğlenceler ve aynı zaman dilimine sığdırılan sorun çözme usullerindeki umutsuzluklar “Asr Duası” nda üzerine yemin edilen zamanımızı çalarken ne akıl kalıyor ne de senfoni. Böylesi bir kaos ortamında (artık eşik aşıldı) kim ikisini birleştirebilir ki !  İyi olur inşallah.

Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz hep açık ve aydınlık olsun.

Öykücü