Yaşam Büfesinde “KÜME’lenmek”

“…Dünya değişti…Artık inekleri döllemek için boğaları yormuyorlar. Veterinerler cihazlar ve tüplerle gelip yapay dölleme yapıyorlar (buna da aşılama diyorlar). Veteriner büyük bir çiftliğe bu amaçla gelmiş, bütün inekleri aşılıyor. En sona bir inek kalmış ama, veterinerde tüp kalmamış…İneği okşayıp söyleniyor: “Ey sarı kız ! Darılma ! Sana bugünlük malzeme kalmadı.” Sarı kız dudaklarını büzüp böğürüyor: “Öp bari …“…”

 

Merhaba

Öpülmeye bile rıza gösterdiğimiz şu dünyada bu kısa fıkrayı da sevgili Boysan’dan ödünç aldım. Aynı Sarı kız daha sonra aşılanıp doğumdan sonra veterinerin “Neden böyle melül mahzun bakıyorsun ?” sözlerine nasıl yanıt verdiğini bildiğinizi var sayıyorum.

Bize bir haller oluyor. Sabah yürüyüşünden önce televizyonda sevimli İrfan Değirmenci’yi izliyorum. Şaşkınlıkla sunduğu iki farklı kareyi düşünüyorum ve bunların ortak noktasını anlamaya çalışıyorum. Bakıyorum ki yanıt çok net; tıpkı SSTC deki ilk sorularımızdan olan “Usta satıcı, başarılı satıcı, yaratıcı satıcı, sinerjik satıcı birinci temel özellik olarak nasıl olmalıdır ?” ın beklediğimiz yanıtı gibi.

Dün “Öğretmenler Günü“ydü ve güne en yakınlarımızdan sevgili öğretmenlerimizin (Nadire ve Gültekin Hanımlar; Sevim ve Gülsüm hanımlar ve Ramazan) günlerini kutlayarak başladık. Bu sabah ülkesel manzaralardan düne ait kesitler veriyordu İrfan bey. Önce Cumhurbaşkanının öğretmenlere verdiği resepsiyondan bir kesit:

“…Sayın Erdoğan üzüntülü bir yüzle dün bir uçak düşürdüğümüzü söyledikten hemen sonra öğretmenler alkışlamaya başlıyorlar. Cumhurbaşkanı şaşkın ve ne diyeceğini bilemeden bunun alkışlanacak bir tarafı olmadığını en kibar şekilde açıklamaya çalışıyor. O kadar şaşkın ki yüzüne bakınca kızmakla kızmamak arasında zihninin gidip geliyor olduğunu görmek olanaklı…” Karşısındaki grup öğretmen olmasaydı, gün öğretmenler günü olmasaydı bence ağzındaki baklayı çıkarırdı. Bayramlık ağzını açardı ki açsaydı bu kez ben bile yadırgamızdım. Çok zor yutkundu. Televizyon sunucusu da aynı durumda kalakaldı. Ne dese bilemiyor; hele böylesi bir günde.  Neler oluyor bize ki bakıp da görmüyoruz; duyup da dinlemiyoruz ve düşen uçakla savaşın eşiğine gelmeyi mi alkışlıyoruz ? Acaba bu grup Nagazaki’ye atılan bombayı da mı alkışlardı ! Bu kadar mı duyarsız bu kadar mı yalaka olduk ? “Ne dese yeridir; alkışlamak gerekir. Hadi alkışlayalım” mı oluyor şartlanmışlıkları… Adam Türkçe konuşuyor ve hüzünlü bir konuyu Allah’tan da hüzünlü bir ifadeyle anlatırken bu alkış ne demek oluyor ? Bu görüntü tıpkı Konya’daki futbol maçında Ankara katliamı için saygı duruşu yapılarken tribünlerden yansıyan ıslıklar gibi; tıpkı Türkiye-Yunanistan maçındaki benzer seyirci tepkilerinin Paris katliamından hemen sonra yapılıp da Fatih beyi bile isyan ettirdiği gibi. Neler oluyor bize ? Doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt etme becerimimizi mi yitirdik ?

Sunucunun ikinci haberi de İzmir’den; Karabağlar belediyesinin öğretmenler için düzenlediği öğretmenler günü özel balosundan. Belediye başkanı sayın Şeboy mikrofonda konuşuyor. Salonda artan gürültülerden rahatsız oluyor. Uyarıyor. “Siz öğretmen olacaksınız. Dinlemiyorsunuz. Dinlemesini bilmiyorsunuz” benzeri sözlerinden sonra salonun arka taraflarında bir arbede yaşanıyor. Biraz sonra mikrofona gelen, ağzı burnu kan içinde bir öğretmen isyan ediyor. Belli ki arkalarda bir yerde görevliler bu öğretmeni dövmüşler. Bu da bir özel gün kutlaması ve bir balo beraberliği. Aman Allah’ım ! Bize neler oluyor. Biz yönümüzü yitirdik. Ne yönetenler ne yönetilenler kendinde değil;  ne özel bir gün kutlamasının hazzı var ortada ve de ülkenin en büyük otoritesinin hüzünle söylediği sözlerden üzülmek yerine alkışlamak gibi güzeli çirkinden ayırt etme özelliğini yitirmişler topluluğumu yadırgamak kaldo bohçamızda…Nol’cek halimiz ? Yazınca aklımdan silinir diye konuya böyle girip “Umut Sarayları“na dönük bir beklentiyle devam etmek istiyorum. derken ne yazık ki devam edemiyorum.

Kanal değiştirince ne çıktı karşıma ?

Blogumda yazı yazarken ara sıra maillerime bakmak için ara veriyorum. Şimdi de öyle yaptığımda taaa Florida’dan Sam’leşen Şükrü’nün mesajını gördüm. Sıınıf arkadaşımız sevgili Ramazan Süslüoğlu vefat etmiş. Allah rahmet eylesin. Dün gibi anımsıyorum (1963/68) sınıfımızda en neşeli arkadaşımızdı; yüzünden gülümseme hiç eksik olmazdı, yöresine has şivesiyle dilinden hep sevgi sözcükleri dökülürdü. mekanı cennet olsun. Dostum Hayrettin’in sirküle ettiği haberin devamında Sam mesajını şöyle sürdürmüş:

“… Uzuldum Ramazan Susluoglu’nun da ebedi yolculuga cikmis olmasina. Bizim nesil de, ellerinde bilet,  yavas yavas ebedi yolculukta sira beklerken, hayat mucadelesinde kayığın kureklerini yeni nesillere teslim etmektedirler. USA*li bir sair de soyle dile getirmis bu nobet degisimini :” We never die, we just make room for the coming generations” Sam << On Wednesday, November 25, 2015 6:22 AM, hayrettin selcuk <hayrettin_selcuk@yahoo.com> wrote: Sevgili sınıf arkadaşımız RAMAZAN SÜSLÜOĞLU’nu maalesef geçen hafta sonsuzluğa uğurladık. Kendisine Tanrıdan rahmet ve ailesine baş sağlığı diliyorum…” ve hemen ardından Amacoğlu’muzun mesajı geliyor: “Arkadaşımızın ölümünü Şükrü’nün iletisinden öğrendim. Allah ranmet eylesin. Allah kusurlarını bağışlasın. Sırası gelen gidecek, kural böyle. Böylece yeni gelenlere yer açılacak. Her nesil bu geçici dünyanın nimetlerinden yararlanacak, sıkıntılarını tadacak. Allah (c.c.) hepimize iman ile ruhumuzu teslim etmeyi nasip etsin. En önemli mesele bu…”

İster “Büfe” olarak tanımla yaşamı; ister şarkılardaki “iki kapılı han” olsun, istersen “kulaç atılan gölün karşı kıyısı” olsun ölüm, işte bir tırtıl daha kelebek olmaya yol aldı. Ne var ki bizim gözlerimiz bunu görmeye yetkin değil; sadece aklımızın becerilerini bunu kabullenmeye hazır kılmaya çalışıyoruz. Nereden çıktı şimdi de “aklımın becerileri” kavramı…! Dün gece Poyaz, Ayşegül’e diyor ki “Beni aklımdan öp; aklım acıyor. Bilincin bilincime değsin…” Ne güzel bir istek…Yazının icadından bu yana beşbin yıl geçmişse eğer (ben bildim bileli hep beşbindir ve hiç altınbin oldu diyenini duymadım) yaşam büfesinde sıraya girmek, sırada kalmak ve sırada öne geçmek için büyüyüp gelişirken değişip dönüşürken geçen yıllar yetmiş olsa ne yazar yüzü aşsa ne yazar; eğer “carpe diem“” den yoksunsa gönüller, yürekler. Bu nedenle yazılarımın hemen hepsinin sonununu “yolunuz hep aydınlık olsun” diye bitirmeye çalışıyorum (yazıma carpe diem’li bir görüntü eklemeliyim de nasıl olacak ? Buldum Milano sokaklarındaki devasa saksılarda görmüştüm altı yıl önce, onu bulup ekleyebilirim).

Bu ayrılış mesajını almamış, okumamış, görmemiş olsaydım Ekim 2013 den kalan “KÜMEleşme” nin iletilerinden alıntılarla yazımı sürdürecektim. Olmadı. Nasip değilmiş. Elim varmıyor. Havam kaçtı. Keyfim de…”KÜME” konusunu ve güncel beklentilerimi bir sonraki yazıma bırakmak üzere Sevgili Boysan’dan ikinci bir alıntı ile yazımı kapatayım. Bu arada belki arşivimden uygun bir kare bulup yazıma eklerim.

“…İnsanın işine sevgi duyması talihlerin en güzeli…(MC: Rahmetli Ramazan işini sevmiş miydi acaba ? Ben hem CINOS öncesi devletteki onaltı yıllık araştırmacılığımda hem de CINOS’taki yirmi dört yılımda işimi hep sevdim ve her zaman “hem sevdiğim işi yapıyorum hem de üstüne para veriyorlar” dedim içtenlikle. Hatta 2009 dan sonraki bugüne kadar son altı yılımda ve bugün hâla aynı sözleri söylüyorum. Binlerce şükür. Daha ne siter insan. Her neyse. Aydın bey yazısına devam ediyor…). Bir örneğini İsviçre’de duydum. Demiryollarından emekli olan birisine emekli maaşı dışında dolgun bir de kıdem tazminatı çeki veriyorlar. Ama adam çeki almak istemiyor. Ricası şöyle: “Ben ömrümü vagonlarda geçirdim. Onların dışında bir yaşayışa katlanamam. Siz bana kör bir hatta eski bir vagon verin de ömrümün bundan sonrasını onun içinde geçireyim; bu çeki de geri alın (MC: Acaba rahmetli Ramazan da emeklilik sonrasını gönlünce geçireceği bir mekanda mıydı ? Ben kendime baktığımda Çeşme-Mavişehir hattında ve C13 olarak Nezuş’la sevgilerin odağında ve dizlerinin dibinde tam da gönlümce yaşıyorum yaşam gölünün yakınlaşan karşı kıyısına keyifle kulaç atmayı sürdürürken. Aman nazar değmesin. Aydın beye kulak vermeyi sürdürelim…)”. İsviçre demiryolları bu isteği yerine getiriyor ve bu emekliyi tüm trencilere örnek gösteriyor. Adam da memnun ve mutlu…Yalnız bir tuhaflığını seziyorlar. Gece yarısı da olsa, kar fırtınası da esse, sigarasını vagondan dışarı çıkıp içiyor. Sorulunca nedenini şöyle açıklıyor: “Bana sigara içmeyenlere mahsus vagon verilmiş…”

Bu zata aferin. Yine de bir Avrupa emeklisinin mutluluğunu yaşıyor. Acaba bizimkiler ne yapar ? Kulak verelim: İki emekli…İkisi de yaşlı…Parkta ayaklarını sürüyerek sabah gezintilerini aypıyorlar. İkisinin de gözüne park kanapesinde birbirine sarılıp öpüşen genç bir çift ilişiyor… İhtiyarlardan biri içini çekiyor, “Ah, ah ! Genç olmalıymış…” Öteki farklı düşünüyor: “Ben yokum…Bir öpücük uğruna 40 yıl daha çalışarak anam bellensin istemem”…”

Yazım bir dostumun vefatıyla ve giriş ve çıkışındaki iki küçük öpücük öyküsüyle şekillendi. Sanırım on yıl önceydi. Kapadokya’da sektörel dostlarla (patates tohumcuları) güzel bir toplantıdan sonra buzlu yolları aşıp ulaştığımız sıcak bir mekanda kahvelerimizi yudumluyorduk. Öylesine içten geribildirimleri oldu ki özellikle Bay Nejmi’nin, bazen mahcubiyetten yüzümüz kızardı. Ertesi sabah güne bir slaytlık mesajla başladım. Sorum şuydu: “Otorite bilmediğin yerden soru sorar mı ?“. Otoritenin kim olduğunu düşünmeyin. Önemli olan sınırları net çizilmiş bile olsa “Ana Sorumluluk Alanları (ASA)” dışında görevin öncül ve ardıllarını mutlaka bilmek gerekliliğini vurgulamaktı amacım. Sözlerimi şöyle pekiştirmiştim: “Otorite tuttuğunu öper”. Öpmekle başlıyor her şey ve daha sonra herşey varacağına varıyor. Bazen erkeklik sizde kalıyor; bazen de g.. kısmetten çıkınca uçkur kırk yerinden kopuyor. Tam bu öpücükle bitirmek isterken markette fiyatları soran müşterinin tepkisini anımsıyorum.

Tıpkı bugünler gibi… Fiyatlar almış başını gidiyor… Asgari ücrete %30 zam gelecek olsa da açlık ve fakirlik sınır değerlerinin hızla yükseldiği bir ortamda marketteki müşteri soruyor: “Peynir kaça ?“. Satıcı “25 lira” deyince müşteri “Öp beni” diyor. İkinci soru “Et kaça ?” nın yanıtı “Kırk lira” olunca müşteri yine “Öp beni” diyor. Bu böyle devam edip gidince satıcı dayanamıyor ve bu sefer o soruyor: “Neden her fiyat söylediğimde öp beni diyorsun ?“. Müşteri sakin ve “Ben” diyor “Düzülürken öpülmeyi severim de…” Yaşam ister büfede sıraya geçerken, ister gölde kulaç atarken kaç kere “öp beni” dedirtti bize bilmiyorum. Sevgili Ramazan Allah seni öbür dünyada huzura kavuştursun ve bu dünyadaki nice öpücükleri aratmasın. Biz de bu arada kelebek olmaya doğru giderken yolumuzu hep aydınlık tutmaya çalışalım. Kalın sağlıcakla.

Öykücü